Yazarınız 1814’ün olaylarla dolu bir sezon olacağına inanıyor, özellikle de bugüne kadar evlenmeyi düşündüğüne dair hiçbir işarette bulunmayan, Londra’nın en gözde bekârı Anthony Bridgerton için.
Aslında neden evlensin ki? Söz konusu eksiksiz bir zampara gibi davranmak olduğunda, ondan daha iyisi bulunamaz…
LEYDİ WHISTLEDOWN’IN
CEMİYET GAZETESİ, NİSAN 1814
Ne var ki dedikoducu yazarımız bu defa yanılıyordu. Anthony Bridgerton sadece evlilik kararı kalmamış, bir eş adayı da seçmişti! Önündeki tek engel ise seçtiği kişinin ablası Kate Sheffield’dı – kendisi Londra balolarının o güne dek gördüğü en baş belası kişiydi. Nüktedan ve entrikacı Kate, bir yandan bu izdivacı engellemek konusundaki kararlılığıyla Anthony’yi deli ederken, diğer yandan çapkın vikontun erotik rüyalarının başmisafiri oluyordu.
Genel inancın aksine Kate, zampara beylerin zamanla ıslah olup iyi birer koca olabileceklerine inanmıyordu ve Anthony Bridgerton da bu zamparaların arasında en ahlaksız olanıydı. Kate kız kardeşini korumaya kesin kararlıydı fakat kendi kalbinin korunmasızlığı yüzünden de endişe içerisindeydi. Ve Anthony’nin dudakları kendi dudaklarına değdiği anda, Kate ona karşı koyamayacağını anlayıp korkuya kapılmıştı…
***
Anthony Bridgerton, her zaman genç yaşta öleceğini biliyordu. Ahh, hayır, çocuk yaşta değil elbette. Anthony çocukken asla kendi faniliği üzerine düşünmemişti. Doğduğu günden itibaren çocukluk ve ergenlik dönemi dertten ve tasadan uzak geçmişti.
İşin aslı Anthony, büyük bîr mirasın ve vikont unvanının varisi olarak dünyaya gelmişti.
Lord ve Leydi Bridgerton, diğer aristokrat ailelerin aksine, büyük bir aşkla birbirlerine bağlıydılar ve Anthony’nin doğumu onların gözünde varis sahibi olmaktan çok tam bir aile oluşlarının kanıtıydı.
Brigertonlar genç yaşta ebeveyn olmuşlardı – Edmund yirmilerinin başında, Violet ise henüz on sekizindeydi. Buna rağmen her ikisi de dirayetli ve mantıklı insanlardı. Evlatlarına, sosyal sınıflarında pek sık rastlanmayan biçimde tutku ve sadakatle bağlıydılar. Violet, annesinin verdiği dehşet dolu tepkilere rağmen, bebeği kendi emzirmek istemiş ve bunda ısrarcı olmuştu. Edmund İse çocuklarıyla ilgilenmeyen, hatta seslerini bile duymaya tahammül edemeyen babalardan değildi. Edmuııd bebekle birlikte Kent dışına uzun yürüyüşler yapar, Anthony daha sözcükleri bile anlayamayacak kadar küçük olsa da ona şiirler okur ve her gece yatmadan evvel masallar anlatırdı.
Vikont ve vikontesin yaşları çok gençti ama birbirlerini delicesine seviyor olmalarından ötürü, Anthony’nin doğumundan İki yıl sonra Benedict’in dünyaya gelmesi kimseyi şaşırtmadı.
Edmund derhal gündelik yaşamını, iki oğlunu yanma alarak uzun geziler yapacak şekilde ayarlamıştı. Hatta bir haftasını ahırda geçirerek, Benedîct’i kucağında taşırken Anthony’yi de sırtında kalmasını sağlayacak bir çeşit deri çanta tasarlamıştı.
Beraber düzlükleri ve akarsu kenarlarına giderlerdi. Edmund oğullarına rengârenk çiçekler, parlayan zırhları içinde şövalyeler ve asil leydiler hakkında muhteşem hikâyeler anlatırdı. Saçları rüzgârdan karmakarışık olmuş ve tenleri güneşten bronzlaşmış halde eve döndüklerinde ise Violet kahkahalara boğulurdu. Edmund ise, “Gördünüz mü? İşte bizim hüzünlü prensesimiz de burada. Onu da kurtarmak zorundayız,” derdi. Bu arada Anthony kendisini annesinin kucağına doğru atar, kıkırdayarak köy yolunun aşağısındaki nefesinden alevler çıkan ejderhadan onu koruyacaklarına dair yeminler ederdi.
Violet İse hayretle, “Köy yolunun aşağısında mı? Şükürler olsun, beni koruyacak üç tane güçlü kuvvetli adam var. yoksa ne yapardım ben?” diyerek onlara uyum sağlardı.
‘Ama Benedict daha bebek,” diye cevaplardı hemen Anthony.
Violet oğlunun saçlarını okşayarak, “Evet ama büyüyecek,” derdi, “aynı senin gibi.”
Edmund, çocuklarına her zaman eşit davranmış, aynı ilgi ve özveriyi göstermişti. Ne varki bir gün Anthony, Bridgerton ailesine ait antika cep saatini babasından aldığında (babası dokuzuncu yaş gününde hediye etmişti, babasına da dokuzuncu yaş gününde kendi babası hediye etmişti), babasıyla arasındaki ilişkinin biraz daha özel olduğunu düşünmek hoşuna gitmişti. Tabiî ki bunun nedeni Edmund’un en çok onu sevmesi değildi, Brigertonlar dört çocuklarını da çok seviyorlardı (Colin ve Daphne ardı ardına doğmuşlardı). Anthony’nin babasıyla arasında özel bir bağ olduğunu düşünmesinin sebebi, babasını diğerlerinden daha uzun süredir tanıyor olmasıydı. Benedict’in babasını ne kadar süreden beri tanıdığı çok da önemli değildi, Anthony her durumda ondan iki sene Önde olacaktı. Colin’den ise altı yıl. Ve Daphne’den de öyle. Üstelik Daphne kızdı (ne korkunç!) ve babasını ondan sekiz sene daha geç tanıyordu. Anthony bunun daima böyle olacağını kendi kendisine hatırlatmaktan memnundu.
Edmund Bridgerton, Anthony’nin dünyasının tam olarak merkez indeydi. Uzun boyluydu, geniş omuzları vardı ve sanki bir eyerin üzerinde doğmuş gibi iyi at binebiliyordu. Aritmetik sorularının cevaplarını her zaman biliyor (öğretmenleri bilemediğinde bile), oğullarının ağaç eve sahip olmalarında da hiçbir mahsur görmüyordu. Hatta onlar için kendi elleriyle bir tane yapmıştı. Ayrıca kahkahası insanı tepeden tırnağa ısıtırdı.
Anthony’ye naşıl ata bineceğini ve ateş edeceğini Edmund öğretmişti. Gelecekte edineceği arkadaşlarının aileleri gibi, bir uşak eşliğinde faytona bindirip yollamak yerine Eton’a da bizzat kendisi götürmüştü. Okulda endişeyle etrafına bakındığını gördüğünde ise ileride yuvası olacak olan bu yer hakkında sıcak bir konuşma yapmış, ve en büyük oğluna her şeyin yolunda gideceğini söylemişti.
Öyle de olmuştu. Olacağını biliyordu Anthony, çünkü babası asla yalan söylemezdi.
Annesini de severdi Anthony. Onun iyi ve güvende olması pahasına kendi kolunu bile verebilirdi. Ama yaptığı her şey, her basarı, her takdir, her bir umut ve hayal – hepsi babası içindi.
Sonra günlerden bir gün her şey değişiverdi. Hayat bir anda nasıl da tepetaklak olabiliyordu. Bir dakika her şey yolunda iken hemen sonra ikinci dakikada… kolayca mahvoluyordu.
Anthony on sekizindeydi. Yaz tatili için eve gelmişti, Oxford’da geçireceği ilk senesine hazırlanıyordu. Ali Souls Üniversitesi’ne gidecekti, babası da orada okumuştu.
Ve hayatı yaşıtları gibi keyifli ve baş döndürücü eğlencelerle doluydu. Kadınları keşfediyordu. Belki de daha da güzel olanı kadınların onu keşfediyor oluşuydu.
Ailesi mutluluk içindeydi ve genişlemeye devam edyordu; Eloise, Francesca ve Gregory aralarına katılmıştı.
Annesini koridorda sekizinci bebeğine hamile olduğunu görünce gözlerini devirmemek için elinden geleni yapmıştı.
Onun yaşında çocuk sahibi olmak Anthony’nin gözünde pek de yakışık almayan bir durumdu ama fikrini kendisine saklamıştı. Kim oluyordu da Edmund’un bilgeliğinden şüphe edebiliyordu? Hem belki kendisi de otuz sekiz yaşına gelince daha fazla evlat isteyecekti.
Eve geldiğinde ikindi vaktiydi. Benedîct’le yaptıkları, kıran kırana geçen bir at yarışından kısa süre önce dönmüşlerdi. Bridgertonlar’a ata yadigârı olarak kalan Aubrey Hall’ın ön kapısından içeriye henüz girmişti ki on yaşındaki kız kardeşini salonda, yere oturmuş halde buldu.
Benedict ise hâlâ ahırdaydı, Anthony ile tutuştuğu bahsi kaybetmişti ve kaybeden atların her ikisini de tımar etmek zorundaydı.
Anthony, Daphne’yi gördüğünde bir an durdu. Kız kardeşinin salonun ortasında oturuyor olması fazlasıyla garipti fakat daha da garip olanı ağlıyor olmasıydı.
Daphne asla ağlamazdı.
Anthony, “Daff,” diyebildi tereddütle, ağlayan bir kadın nasıl teselli edilir bilemeyecek kadar gençti ve hiçbir zaman öğrenememekten de endişeliydi. “Ne- ” Sorusunu tamamlayamadan Daphne kafasını kaldırmıştı. Kocaman kahverengi gözlerindeki bakışlar, Anthony’nin yüreğine bıçak gibi saplandı. Anthony sendeleyerek bir adım geriye gitti, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hemen anlamıştı. Çok kötü bir şeyler olmuş olmalıydı.
“‘O öldü,” diye fısıldamıştı Daphne, “babam öldü.”
Bir an için yanlış duyduğunu düşünmüştü Anthony. Babası ölemezdi. Elbette genç yaşta ölen başka kişiler olmuştu, mesela Hugo Amca. Ama o zayıf ve çelimsizdi, en azından babasına kıyasla zayıf ve çelimsizdi.
Tanılıyorsun,” diyebilmişti Daphne’ye, “yanılıyor olmak zorundasın!”
Kafasını titrek biçimde salladı kardeşi. “Eloise söyledi. O… babam şeyden…”
Kardeşini ağlayana kadar sarsmamalıydı Anthony, bunun farkındaydı ama o an için kendisine hâkim olamamıştı.
“Babam ne Daphne?”
“Bir an,” diye fısıldayabilmiş» kardeşi. “Babamı arı sokmuş.”
Bir an için hiçbir şey yapamamıştı Anthony, sadece boş gözlerle kardeşine bakakalmıştı. Nihayet konuşabildiğinde sesi boğuk ve derinden geliyordu. “Bir adam arı sokmasından ölmez Daphne.”
Hiçbir karşılık vermemişti kardeşi, sadece yerde öylece oturmuştu. Gözyaşlarını durdurmaya çalıştıkça boğazı katılacak gibi titriyordu.
“Daha önce de an sokmuştu babamı,” diye devam etti Anthony, sesi yükselmeye başlamıştı. “Yanındaydım. Her ikimizi de soktu an. Kovanın karşı tarafındaydık. Beni omzumdan sokmuştu!” Gayr İhtiyari yıllar evvel arının soktuğu yere dokunmak için elini omzuna götürdü. “Babamı da kolundan soktu,” diye ekledi fısıltıyla.
Daphne cevap vermeksizin yüzünde ürkütücü biçimde boş bir ifadeyle bakıyordu.
“O iyiydi,” diye diretti Anthony. Kendi sesindeki korkuyu duyabiliyordu, kız kardeşiyle kavga eder gibiydi ancak buna engel olamıyordu. “Kimse arı sokmasından ölmez!”
Daphne başını sağa sola salladı, koyu renk gözleri yüz yaşındaymış gibi görünüyordu. “Bir arıydı,” diyebildi usulca, “Eloise görmüş. Bir dakika önce ayakta dikiliyormuş, sonra babam… babam…”
Anthony içinde bir şeylerin hareket ettiğini hissetti, sanki tüm kasları derisinden kurtulup bedeninden fırlayıp çıkıverecek gibiydi. “Sonra babam ne, Daphne?”
“Öldü.” Kardeşi de söylediği kelimenin şaşkınlığıyla bakıyordu.
Anthony, küçük kızı oturduğu yerde öylece bırakıp üst katın merdivenlerini ikişer üçer atlayarak ailesinin yatak odasına koştu. Babasının ölmediği kesindi. Arı sokmasından kimse ölemezdi. Mümkün değildi bu, düpedüz çılgınlıktı. Edmund Bridgercon genç ve sağlıklı bir adamdı. Uzun boyluydu, geniş omuzluydu ve bedeninden sağlık fışkırırdı. Ne olursa olsun bir arı onu yere seremezdi.
Fakat üst kata çıktığında, sessizliğe bürünmüş halde etrafta dolaşan düzinelerce uşak ve hizmetçinin hali durumu izah etmeye yetiyordu.
Yüzlerindeki merhamet ifadesi… ömrünün kalanında o yüzler Anthony’nin aklından çıkmayacaktı. Anne babasının odasına doğru gitmek İçin onları itmek zorunda kalacağım düşünmüştü ama o tarafa yöneldiği anda, hizmetliler Kızıldeniz’in ayrılması gibi iki yana çekilmişti. Ve Anthony odanın kapısını itip açtığında çoktan biliyordu.
Annesini yatağın köşesinde oturmuş, ağlamak bir yana ses bile çıkaramaz haldeydi. Sadece babasının elini tutmuş, ileri geri sallanıyordu. Babası sessizdi, tıpkı… Anthony o sözcüğü düşünmek bile istemedi. Anthony boğuk bir sesle, “Anneciğim?” diyebildi. Yıllardır annesine böyle seslenmemişti; Eton’a gitmek için evden ayrıldığından beri daha resmiydi.
Annesi yavaşça ona doğru döndü, sanki onu çok ama çok uzun bir tünelin sonundan duymaya çalışıyormuş, gibiydi.
Anthony fısıltıyla, “Ne oldu?” diye sordu.
Başını sallamıştı annesi, gözleri umutsuzluk içinde uzaklara bakıyordu. “Bilmiyorum.” Dudakları sanki bir şeyler söyleyecekmiş ama bunu nasıl yapacağını unutmuş gibi bir süre aralık kalmıştı.
Anthony bir adım ilerledi, adımı sarsakça ve sıkıntı doluydu.
Violet sonunda, “Öldü,” diye fısıldadı, “öldü ve ben… Tanrım, ben…” Tek elini, doğmamış bebeğini sakinleştirmek istercesine şişkin göbeğinin üzerine koydu.
“Ona söylemiştim, ahh, Anthony, ona söylemiştim…”
Annesi sanki paramparça oluyor gibiydi. Anthony gözlerini yakan birikmiş yaşları saklamaya çalıştı, boğazını temizledi ve annesine doğru ilerledi.
“Her şey yolunda anneciğim.” Ancak o da hiçbir şeyin yolunda olmadığını biliyordu aslında.
“Bunun son olacağını söylemiştim ona.” Oğlunun omzuna yaslandı, hıçkırıklara boğulmuştu Violet. “Bir tane daha doğurmayacağımı, dikkat etmek zorunda olduğumuzu söylemiştim ve… Ahh, Tanrım… Anthony, burada olması için neler yapmazdım. Anlayamıyorum. Ben anlayamıyorum…”
Anthony annesine san İmiş, gözyaşları dinene kadar öylece kalmıştı. Hiç konuşmamıştı. Öyle görünüyordu ki söyleyeceği hiçbir söz annesinin yüreğindeki yıkımı tamir edemeyecekti. Kendisi de anlayamıyordu.Gecenin ilerleyen saatlerinde doktorlar gelmiş ve şaşkınlıklarını ifade etmişlerdi. Daha önce buna benzer şeyler duymuşlardı ancak bu denli genç ve güçlü birinin başına geldiğine şahit olmamışlardı. Babası çok canlı ve sağlıklı birisiydi, böyle bir şey olabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Geçen sene vikontun küçük kardeşi Hugo aniden ölmüştü, doğruydu ama bu, ailede yaygın olduğu anlamına gelmezdi. Ayrıca Hugo kapının hemen dışında cansız halde bulunduğunda, kimse cildinde bir arı iğnesine rastlamamıştı.İşin aslı kimse bunu kontrol etmemişti.
Kimse bilemezdi, doktorlar bunu o kadar çok tekrarlamışlardı ki Anthony hepsinin gırtlağını sıkmak istemişti.
Nihayet hepsi gittikten sonra annesini yatağına yatırdı. Başka bir yatak odasına götürmek zorunda kalmışlardı annesini. Bunca yıldır Edmund’la paylaştığı yatakta tek başına uyuma düşüncesi Vıolet’i endişelendirmişti. Anthony diğer altı kardeşini de yataklarına yatırmış, sabah onlarla konuşacağını ve her şeyin yoluna gireceğini söylemişti.
Daha sonra, babasının cansız bedeninin olduğu odaya tekrar gitmişti. Babasına tekrar bakmış, sonra tekrar bakmıştı… Bomboş gözlerle saatlerce ve saatlerce orada durmuştu. Ve en sonunda odadan çıktığında artık hayatına bambaşka bir açıdan bakıyordu.
Edmund Bridgerton otuz sekiz yaşında bu dünyadan göçüp gitmişti. Anthony yıllar sonra bile babasının yerini nasıl dolduracağını bilemiyordu.