Değerli Okuyucu!
Fatih’in bedbaht oğlu Cem Sultan’ın hazin macerası dolayisiyle Sultan II. Bayezid devrinin gerçekleriyle birlikte evlad kardeş katli kaidesinin isabetine vukuf sağlayacak bu sürükleyici romanı yayınlamaktan şeref ve bahtiyarlık duymaktayız.
İÇİNDEKİLER
I- TAHT BAHT İLEDİR!
II- SAMAN ALEVİ GİBİ ZAFER
III- BİR NAZLI MİSAFİR
IV- KADERE KARŞI SAVAŞMAK!
V- USANDIRAN ESARET
VI- RİM PAPA’NIN HUZURUNDA
VII- CEM SULTANİN PAPAĞANI
-I-
TAHT, BAHT İLEDİR !..
Osmanlı ordusu sefere çıkacağı zaman, bu sefer, Batı istikametinde ise, Davud Paşa Kışlası’nda toplanılır ve hazırlıklar, son defa gözden geçirilerek kurbanlar kesilir, dualar edilir ve oradan yürüyüşe geçilirdi. Eğer sefer Doğu istikametinde ise, aynı işler, Üsküdar’ın “Sultantepe”sinde yapılırdı.
Bu defa da öyle olmuş, 27 Nisan 1481 Cuma günü Sultantepe’sine Padişah’ın muhteşem çadırı kurulmuş ve en modern toplarla donatılmış 150.000 kişilik bir ordu burada toplanmıştı. Namaza yakın Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri, etrafında kalabalık bir paşalar topluluğu İle buraya teşrif etmiş ve hazırlıklar gözden geçirilmişti. Açık sahrada bütün ordu efradıyla birlikte Cuma namazı kılınmış, Cuma hutbesinde genç bir vaiz, fetih âyetleriyle süslü, heyecanlı bir konuşma yapmıştı. Müteakiben kurbanlar kesilmiş, Sûre-i Fetih okunmuş ve güzergâhta hiç kimsenin ekili tarlasını çiğnememek, meyve ağaçlarından bir şey almamak gibi gerekli nasihatlerden sonra harekete geçilmişti. Lâkin bu gidiş nereyeydi?!..
Doğrusu bunu bilen yoktu. Herkesin kafasında bir tahmin vardı. Yeniçeriler, “Hırsız Ceziresi” dedikleri Rodos Adası üzerine gidildiğini tahmin ediyorlardı. Bu adayı askerlerin böylece adlandırmaları sebepsiz değildi. Zira 1118 tarihinde Kudüs’te kurulmuş bulunan ve oradaki Tapınak Tepesi’ne izafeten “Tapınak Şövalyeleri” nâmıyla bilinen teşkilâtın bir benzeri olan Sen Jan Şövalyeleri çoktan beri Rodos Adası’na yerleşmiş bulunmakta ve korsanlık yapmaktaydılar. O derecede ki, yağmaladıkları gemilerden esir edip Rodos Kalesi’ne taşıdıkları insanlar arasında bir çoğu da Osmanlı vatandaşı idi. Esasen coğrafî şartlan itibariyle de Osmanlı ülkesi için fethi zarurî bulunan bu adayı ülkesine katmak üzere Fâtih hazretleri, çok değil bir sene evvel vezir Mesih Paşa kumandasında buraya asker sevketmiş, fakat gayet müstahkem bir durumda olan Rodos fethedilememişti. Yeniçeriler, İstanbul’un fethiyle ortadan kalkan Paleologos Hanedânı’nın bir mensubu bulunan ve sonradan İhtida ederek Osmanlı’da vezir payesine nail olan Mesih Paşa’nın bu muvaffakiyetsizliğini:
“-Bir rum dönmesinden hayır mı gelir? Onbinlerce askerimizin kanına girdi. Bunun intikamı alınmayacak mı?!..” diye ifade ediyorlardı.
Fâtih hazretleri İse, bu başarısızlıktan ciddî bir surette üzüntü duymuş ve:
“-Yakında Rodos Kalesi’nin burçlarında sancağımız dalgalanacaktır!..” demişti.
Bu sebepledir ki, Yeniçeriler, seferin Rodos’un fethi için olduğuna kaani bulunuyorlardı.
Fâtih’in etrafındaki bazı paşalar ise, bu seferin sağ gösterip sol vurmak nev’inden. Doğu istikametinde başlamasına rağmen Batı Roma’nın fethi için olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü bu sefere çıkmadan altı ay evvel, Padişah’ın:
“-Benim rüzgâr gibi vezirimi..” diyerek büyük bir teveccüh gösterdiği Gedik Ahmed Paşa’yı, İtalya’nın fethi için vazifelendirmiş, O da Otranto’dan başlayarak parlak zaferler kazanmaya başlamıştı. Fâtih ve Paşaları Hz. Peygamberin:
“Her iki Roma’da (Doğu ve Batı) fetholunacaktır..” diye verdiği müjdeyi biliyor ve bu şerefe kendileri nail olmak istiyorlardı. Bundan dolayı bu yeni seferin Gedik Ahmed Paşa’ya iltihak için olduğunu düşünmekte, kumandanlar, âdeta ittifak halindeydiler. Ayrıca bu sırada Papa’nın Roma’yı terk etmekle, altın ve gümüş eşyalarını satıp Osmanlı’ya karşı büyük bir ordu teşkil etmek arasında mütereddid bulunduğu da, gizli ajanlar vasıtasıyla öğrenilmişti. Küçük bir azınlıksa, bu seferin Mısır üzerine olduğunu tahmin etmekteydi. Çünkü o sırada Suriye havalisine kadar yayılmış bulunan Mısır’daki Memlûk (Kölemen) Devleti ile Osmanlılar’ın arası iyi değildi. Gerçekte bu seferin hedefini Padişah ile O’nun en güvenilir adamı veziriazam Karamanı Mehmed Paşa’dan başka bilen yoktu.
Sultantepe’sinde 27 Nisan 1481 tarihinde Cuma namazını müteâkib harekete geçen muazzam ordu, ertesi günü Gebze’nin Tekfur Çayırı denilen çimenlik sahrasına ulaşmıştı. Bu tarihten itibaren “Sultan Çayırı” denilecek olan bu düzlüğe gelindiğinde askere mola verildi. Bu normal bir hâdise olmakla beraber, buradaki duraklama uzayınca Yeniçeriler arasında mırıldanma başladı. Karamanı Mehmed Paşa, önce güzergâhta bir köprünün yıkık olduğunu, onun tamir edilmesinin beklenildiğini söyleyerek askerleri oyalamaya çalıştıysa da, onlar, bir-iki gün geçip de orduya hareket emri verilmediğini görünce kuşkulanmaya başladılar.
“-İstanbul’dan çıktığımızdan beri Padişahımız Efendimiz hazretlerinin mübarek yüzünü göremedik!.. Nedir, ne var, ne oluyor, niçin yolumuza devam etmiyoruz?!” tarzında şikâyetlere başladılar.
Karamanı Mehmed Paşa, askeri daha fazla oyalayamayacağını anlayınca gerçeği onlara hafifleterek bildirmek üzere:
“-Efendimiz biraz rahatsızdırlar, İstirahat buyuruyorlar. Harekete geçmek, elbetteki O’nun emriyle olacaktır. Hele biraz sabredin!..” diyerek Yeniçerileri teskine çalıştı,
Gerçekten Fâtih hazretleri henüz İstanbul’dan hareket etmeden önce rahatsızdılar. Ayakları şişiyor, yürümekte, ata binip İnmekte güçlük’ çekiyordu. Bu durumu bilen hocası ve şeyhülislâmı Molla Güranî hazretleri kendilerine:
“-Efendimiz, bu sefere bizzat katılmaktan sarf-ı nazar etseniz!.. Zira sıhhatinizin sefer meşakkatine katlanmaya müsaid olmadığını görüyorum. Düşünceniz her ne ise, o işe Veziriazam Karamanı Mehmed Paşa’yı memur etseniz. Gerçi O, asker menşe’li değildir. İlmiyeden yetişmiştir. Fakat bir çok harblerde tecrübe sahibi olmuş ve oldukça yetişmiş bir kimsedir. Hem de etrafında dirayetli kumandanlar var, O’na güvenebilirsiniz!..” demiş, fakat Fâtih hazretleri bu teklifi kabul etmeyerek:
“-Efendi hazretleri, derdimize en büyük deva, zafer neş’esidir. Siz, duanızı eksik etmeyiniz. İnşallah, İslâm’ın düşmanlarına karşı kazanacağımız bir zaferle iâde-i afiyet etmiş olarak İstanbul’a döneriz. Hem ne gam, dönmesek de seferde ölmek, hükmen şehid olmak değil midir?! Öyleyse müsaade ediniz de gidelim. Bize mâni olmaya çalışmayınız!..” karşılığını vermişti.
Halbuki kendisinde Osmanlı Devleti’nin velî bânîsi Osman Gazi hazretlerinin ölümüne sebep olan “Gut” veya “Nıkris” denilen eklem hastalığı vardı ve bu hastalık, oldukça ağırlaşmış bulunmaktaydı.
Fatih hazretlerinin hocası Molla Güranî ile bu konuşmasına şâhid olanlardan biri de, Yahudi dönmesi Yakub Paşa idi. Padişah’ın bu derece hasta olduğunu öğrenince yıllardan beri düşünüp de gerçekleştiremediği menhus (uğursuz) emeli zihninde bir şimşek hızıyla canlandı. Bu da, Padişah’ı zehirleyip öldürmekti. Bu sebeple aklındakini tatbik mevkiine koyabilmek için:
“-Efendimiz, madem kî, rahatsızsınız, müsaade ediniz bu seferde ben de sizinle birlikte geleyim. Ola ki, yol boyu rahatsızlığınız artar ve bir müdahale mecburiyeti hâsıl olur!..” demiş ve bu teklif, Fâtih hazretleri tarafından kabul edilmişti. Zira Fâtih’in kendisine büyük bir itimadı vardı. Bu itimad, sebepsiz değildi. Yıllarca evvel bir kere daha hastalanmış ve Yakub Paşa’nın tatbik ettiği tedâvî sayesinde iyileşmişti. Bundan dolayı kendisi vezirlikle taltif edilmiş ve başhekim-liğe yükseltilmişti. Ancak sarayda epey bir müddetten beri O’na güvenmeyen iki insan mevcuddu. Bunlardan biri, Padişah’ın yakın hocalarından Şeyh Ebü’l-Vefâ, diğeri de Karamanı Mehmed Paşa idi. Şeyh Ebü’l-Vefâ:
“-Kimsenin kavmi mensubiyetinden dolayı dışlanmasını bir müslüman olarak doğru bulmam. Fakat bu Yahudi çıfıtının gözlerinde bir İhanet arzusu sezmekteyim!..” diyerek hemşehrisi olan Karamam Mehmed Paşa’ya fikrini açmıştı.
Karamanı Mehmed Paşa da, belki bu tesirle O’na güvenmiyordu. Hatta birinci veziriazamlığında O’nu sertabiblikten uzaklaştırmıştı. Ancak Padişah’ın Yakub Paşa’ya bu sefere katılması hususunda müsaade etmesi karşısında hiçbir şey diyemedi.
Gerek Şeyh Ebü’l-Vefâ ve gerekse Karamanı Mehmed Paşa, Yahudi mühtedîsi Yakub Paşa’dan şüphe etmekte yerden göğe kadar haklıydılar. Bunu anlamak için O’nun geçmişini bilmek gerekirdi. Halbuki sarayın bildiği, O’nun tâ Sultan II. Murad zamanında Osmanlı ülkesine gelerek ihtida etmiş ve saraya doktor sıfatıyla alınmış, aslen bir Yahudi olduğundan ibaretti. Halbuki Yakub Paşa’nın arka plânında korkunç bir gerçek yatmaktaydı:
II. Murad zamanında Türkiye’ye yerleşmiş bulunan İzak Sarfati adında Venedikli meşhur bir yahudi dostlarına gönderdiği mektuplarda, Osmanlı ülkesinin Yahudiler için ticâret ve hürriyet itibariyle hayal edilmez bir cennet olduğunu bildirmişti. Osmanlı ülkesinin cazibesini bu mektuplardan öğrenen ve asıl adı Maestro Jacopo olan bir doktor da, diğer bir çok ırkda-şı gibi Edirne’ye gelip buraya yerleşmişti. İşte Yakub Paşa bu adamdı.
Bir İslâm Devleti olan Osmanlı’da, tamamen şeriat, yani İslâm hukuku kaideleri tatbik edilmekteydi. Bu hukuka göre âmme (kamu) hizmetine kabul edilmek, sadece müslümanlara âid bir hakti. Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşları, askerlik vesâir âmme hizmetlerinde kullanılmazlardı. Yüzyıllarca sıkı bir surette tatbik edilmiş olan bu yasaktan kurtulabilmenin yegâne çâresi İslâm’ı kabul etmekti. Bu takdirde ihtida eden insanın hangi ırka mensup olduğuna bakılmaksı-zın, kendisine liyâkatine göre her makam verilirdi. Sadece Padişahlık, Oğuz Türkleri’nden olan Osmanlı ailesine âid mutlak bir hakti. O’nun dışında devletin ikinci derecede bir makamı olan veziriazamlık, hatta şeyhülislâmlık bile -liyâkati varsa- her kavimden müslüman olan herkese açıktı. Çünkü onlar, Kur’ânî bir anlayışla bütün insanları “mü’minler” ve “mü’min olmayanlar” şeklinde iki millet olarak kabul ediyorlardı.
…