Yaprakları sararmış eski bir günlük ortaya çıkıveriyor. Günlüğü bulan İrem Ela Yıldızeli, sahibi ise Dr. Osman Şevki Uludağ… İrem’in büyükdedesi. Babaannenin evinden çıkan günlüğün devamı geliyor. Tozlu kutular, notalar, tarihin sayfaları arasında kaybolmuş yazılar, dergiler, fotoğraflar, pek çok mesele için yazılmış mektuplar…
Sonra hepsinin arasından musıki ile ilgili kısımlarının bir araya gelişiyle ortaya çıkan bir kitap…
Diliyle ve imlasıyla o zamana ait.
Zaman, Cumhuriyetin ilk yılları… Musiki adamı, yazar, siyaset adamı, tıp doktoru, tıp tarihçisi Dr. Osman Şevki Uludağ dönemin en hararetli tartışmalarını başlatıyor. Temelinde, musikimizi kendi kültürümüzü koruyarak, medeniyet dediğimiz şeyin üst sınırlarına çıkarmak…
*
“Bilinmelidir ki medeniyetin de milliyeti vardır. Millî olmıyan bir medeniyet milletin malı değildir. Kökü bizde olmayan musiki de bizim musikimiz olamaz. O, yeniden yeremeğe ve yeni meyveler vermeğe müsaiddir. Hattâ buna hasret kalmıştır.”
Dr. Osman Şevki Uludağ
***
1
Önsöz
“Doktor Bey, kırk yıllık Keşiş Dağı’na Uludağ ismini koydunuz, sizin sırtınız yere gelmez”.
Babaannem, babası Osman Şevki Uludağ’dan her söz açıldığında Atatürk’ün söylediği bu cümleyle konuşmasına başlar ve devam eder: “O dönem babam kadar şık giyineni yoktu”. Özel biri olduğunu anlıyordum ama babaannemden duyduğum bu övgüleri, daha çok bir kızın babasına duyduğu hayranlık olarak nitelendiriyordum.
Bir gün elime geçen günlüğü ile tanıdım büyükdedem Osman Şevki Uludağ’ı. O’nu araştırdıkça hakkında duyduğum övgülerin gerçek hikâyelerini de keşfettim. Çok yönlü kişiliğinin yanında gayretlerini ve kültürümüz için verdiği savaşı gördüm.
Büyükdedeme ait sayfalarca yazı, araştırmalar, fotoğraflar, besteler ve müzik kayıtları, seneler sonra dolaplardaki sessizliklerini bozarak bende kütüphane oluşturmaya başladı. Artık bunları yayınlamak benim için kaçınılmazdı. Elinizdeki kitap, bu kütüphanenin musiki ile ilgili bölümünü içermektedir. İsteğim sadece makalelerin bir araya getirildiği bir derleme değil, her şeyiyle o döneme ait bir kitap olmasıydı. Bu yüzden dönemin dilini korumak için orijinal metinlere ve imlalara tümüyle sadık kaldım.
Büyükdedem Osman Şevki Uludağ’ı araştırmamda ve kitabın hayata geçirilmesinde bana destek olan; Bülent Aksoy, Caner Gözübüyükoğulları, Etem Ruhi Üngör, Gürbüz Doğan Ekşioğlu, Prof. Hüsrev Hatemi, Işık-Ferruh Gençer, Prof. Dr. Nuran Yıldırım, Prof. Ruhi Ayangil, Turgut Çeviker, Prof. Zafer Toprak, annem ve babam Sheila-Tayf Yıldızeli ve tüm aileme; tutanaklar ve diğer bilgiler için TBMM Kütüphanesi’ne; dedesinin notalarını benimle paylaşan Aydın Türk Bircan’a; ses kaydını temin eden Vahid Anadol’a ve kullanmamıza izin veren Çetin Körükçü’ye; babasıyla ilgili her türlü dokümanı yarım asırdır titizlikle saklayan ve benimle paylaşan biricik babaannem Ela Yıldızeli’ne teşekkürlerimi sunarım.
İrem Ela Yıldızeli
Çokyönlü aydın: Osman Şevki Uludağ
Eski dergilerde, eski gazetelerde kalan sanat yazılarını okumak tozlu arşivlere girmek gibidir. Yaprakları çevirdikçe metinler metinleri izler. Kimi yazılar, okuruna rastlarsa, daha başlıklarıyla ilgi çekmeyi başarır, kendini hemen okutur. Yirminci yüzyıl arkasına bakmadan koşar adımlarla yürüyen bir yüzyıldır, kimi yazılarsa güncelliğini çoktan yitirmiştir, metnin üstünde biriken toz bu halin delilidir sanki. Ama böyle yazıların da bir albenisi vardır; söylenen şeyler günün değerlerine uzak düşse de, mazinin sis perdesini aralar, geçmişten günümüze uzanan yolların nasıl inşa edildiğini ifşa eder. Aynı şeyi, bu canlılığı kitaplarda pek bulamayız, geçmişi bugüne getirmede gazetenin, derginin yerini bu derecede tutamaz kitaplar.
Sanat meseleleri üzerinde düşünenler eski sanat dergilerini okumakla çok şey öğrenirler. Konumuz musıki ise, geçmişe dönüp bakmak ayrı bir pencere açar zihinlerimizde ve hayalhanemizde. Edebiyat kadar talihli değildir musıki dünyası, çünkü sanat dergileri hep edebiyat ağırlıklı olmuştur. İz bırakan edebiyat dergilerinin onunu, yirmisini bir çırpıda sayabilirsiniz. Ama musıki dergileri, birkaçı dışında, uzun ömürlü olamamış, yayın hayatına girdikten kısa bir süre sonra kapanmıştır. Bu yüzdendir ki, musıki konulu yazıların ilgili kimselerin daha kısa yoldan erişebilecekleri bir mesafede olması gerektiğine inanan kimi araştırmacılar gazetelerde, dergilerde, şurada burada kalan yazıların bir dökümünü çıkarmak istemişlerdir. Son derece hayırlı bir hizmettir bu. Bu hizmetin daha anlamlı bir yolu da vardır: bazı yazıları kitaplaştırmak. Elinizdeki kitap da böyle bir derleme. Musıki adamı, yazar, siyaset adamı, tıp doktoru, tıp tarihçisi Osman Şevki Uludağ’ın torunu İrem Ela Yıldızeli büyükdedesinin musıki konulu yazılarını toplamış, o da hayırlı bir iş görmüş.
Osman Şevki Uludağ gibi bir yazarı tanımanın bizim kültür dünyamızda bence ayrı bir önemi var. Meslekten musıkici olmadığı, başka mesleklerde çalıştıkları halde musıkiyi sadece dinlemekle yetinmeyip musıkiyi bir sanat olarak ciddiye alıp bu sanatın meseleleri üzerinde düşünen aydın sayısı bugün bile çok azdır bu ülkede. Hele söz konusu musıki Türk musıkisi ise… Hal böyleyken, elde avuçtakinin kıymetini bilmek gerekir. Kaldı ki Osman Şevki Uludağ bir musıki yazarı olmanın da ötesine geçmiş, kanun çalmış, meşk etmiş, şarkılar, semailer besteleyecek kadar musıkiyle içli dışlı olmuş. Bu musıkinin dertlerini “içerden” bilen biri. Günümüz musıki kuşağının böyle bir insanı tanıması gerekir.
Osman Şevki Uludağ 1889’da doğmuş, yani Osmanlı-Türk musıkisinin en parlak yüzyılında yetişmiş olan pek çok üstada yetişebilmiş. Tanburî Cemil, udî Nevres, kanunî Hacı Arif, Tatyos, santurî Ethem, kanunî Şemsi, Muallim İsmail Hakkı, Hafız Osman, Hafız Sami aklıma gelen ilk isimler… Bütün bu isimleri tanıyabileceği bir ortamın içine doğmuş. O devirde yetişen pek çok musıkişinas ne yazık ki pek bir şey yazmamıştır. Uludağ ise böyle bir dönemece yetişip de eli kalem tutan nâdir insanlardan. Ben eski devirleri bilen, bizim yetişemediğimiz, bize eskileri anlatanların da yetişemedikleri yılları bilen musıkişinasların hâtıralarını, gözlemlerini, izlenimlerini nerede görsem hemen okumak istemişimdir. Çok kere gerçekçi bilgiyle değil, menkıbeler, rivayetler ile dile gelebilen, silik bir maziyi yaşanmış bir hayat olarak canlandırabilecek güç işte bu hâtıralardadır. O hâtıraların üst üste konması musıki tarihimizin bir parçasını ortaya çıkarır. Osman Şevki Uludağ’da da nice anlamlı hâtıralar var. Bunlardan biri,“Türk Musıkisinde Yarım Asırlık Görüşler II” başlıklı yazıda anlatılanlar sisli puslu bir geçmişe ışık serpişiyle apayrı bir değer kazanıyor bugün. Yazarımız Askerî Tıbbiye’deyken yüz yaşını geçmiş ama dimağı hâlâ dinç olan bir mevlevî ile tanışır. Dervişin adı İsmail’dir. Bu derviş İsmail öteki derviş İsmail’i, Hamamîzade İsmail Dede’yi, yani şu bizim meşhur Dede Efendi’yi tanımış, Dede’mizin bugün müze olarak ziyaret ettiğimiz Cankurtaran mahallesindeki evine defalarca girip çıkmıştır!… Yalnız onu mu, Dede ile rekabete giren Şakir Ağa’yı da tanımıştır. Dede’nin en seçkin öğrencisi öğrencisi Dellâlzade ile arkadaştır! Yine Dede’nin öğrencilerinden Eyyubî Mehmed Bey de tanıdıkları arasındadır. Genç Osman Şevki bu derviş İsmail’den İlya Efendi’nin meşhur sazkâr bestesini geçer… Derviş İsmail sazkâr ile rast arasındaki farkı gösterebilmek için daha sonra yazarımıza Ayıntaplı Mehmed’in eseri olduğunu söylediği, bizim bugün Acemler’in eseri diye bildiğimiz “Hem kamer, hem zühre…” diye başlayan meşhur rast besteyi okur… Geçmişe bir anda can veren bu kadar güzel bir hâtırayı başka nerede bulabiliriz?
Osman Şevki Uludağ’ın “Askerî Tıbbiye’de Musıki An’anesi” başlıklı yazısı da zevkle okunan, tatlı hâtıralarla dolu bir yazı. Yazarımızın Bursalı Mehmet Baha Bey’i (Pars) tanıttığı yazıları da yeniden okunmayı hak ediyor. Bir gözlemini olduğu gibi aktarmak isterim: “Son yarım asır içinde Türk musıkisinin asır icaplarına göre yenileşmesi lüzumundan bahseden ilk adam benim bildiğime göre Bursalı Mehmed Baha Bey’di. Ondan sonra Ali Rifat [Çağatay] ve Hüseyin Sadettin Arel aynı fikri tahakkuk ettirmeğe çalışmışlardı.” Yazarımızın bu gözlemi meclis konuşmalarında da geçer. Yenilik doğrultusundaki “tek hece tek nağme [nota]” formülü de ilk defa Mehmed Baha Pars’ın ortaya attığı bir fikirdir. Osman Şevki Bey tanıdığı, dinlediği musıkişinaslar hakkında keşke daha çok yazsaydı diyorum… Eski musıkişinaslardan bahsettiği yazılarında kısaca değinip geçtiği ilgi çekici birçok nokta var.
Kantemiroğlu’nun Fener’deki evi hakkındaki yazısının 1959’da yayımlanmış olması dikkate değer. Bu evin müze olmasını isteyen ilk yazılardan biri olmalı bu. Aradan tam yarım asır geçmiş. Kantemiroğlu’nun evi epeyce onarıldı, ama hâlâ müze olmadı…
Radyo, dönemin en önemli musıki yayın organı… Osman Şevki Uludağ da bu kurumu ıslah etmek için çalışanlardan. Radyodaki musıki yayınları hakkında yazıları var. Bunlardan biri radyo yayınlarını nasıl takip ettiğini çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Osman Şevki Bey oturmuş, Akile’nin[Artun], Hamiyet’in[Yüceses], Rikkat’in[Uyanık], Mualla Mukadder’in, Nevzat Akay’ın, Ekrem Kongar’ın, Necmi Rıza’nın, Perihan Altındağ’ın, Mualla Gökçay’ın aynı şarkıyı kaç programında tekrar tekrar okuduğunu tesbit etmiş!
Osman Şevki Uludağ açık fikirli bir yazar. Taassup denecek bir saplantısı yok, ama devrinin pek çok adamı gibi onun da bazı önyargıları yok değil tabiî. Bir kültür savaşçısı olarak ister istemez polemikçi. Giriştiği tartışmaların en dikkate değer olanı 1940’ta mecliste Devlet Konservatuvarı kanunu görüşülürken zamanın Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’le konservatuvarda bir Türk musıkisi şubesi açılması için giriştiği uzun tartışmalardır. Bu kitapta meclis tutanaklarından alınan o tartışmalara da yer verilmesi çok yerinde olmuş. Kitabın doruk metni bu tutanaklar. Burada şunu söylemek gerekir: musıkimizin gözden düşürülmesinin, horlanmasının bir devlet siyaseti olduğu bir dönemde meclis kürsüsünden Osman Şevki Bey’in söylediklerini söyleyebilmek bir cesaret işiydi. Öte yandan, bunları söylerken karşısında Hasan Âli Yücel gibi eski musıkiyi bilen, çok seven, evinde musıki meclisleri kuran bir insanı bulması kaderin gerçekten de garip bir cilvesidir. Fakat bu tartışmaların bir de sonrası olmalıydı. Osman Şevki Uludağ’ın “Bir Temel Çöktü” adlı yazısı şöyle başlıyor: “Maarif Vekili Hasan Âli Yücel TBMM koridorlarında yanımıza gelerek: “Doktor,” dedi, “sana müjdem var, Hüseyin Sadettin Arel’i Istanbul Konservatuvarı’nın başına getiriyoruz.”
Osman Şevki Uludağ yeni kuşakların tanıması gereken çokyönlü bir aydın, bir kültür ve musıki adamıdır. Bu kitabı okuyanlar bana hak verecekler.
Bülent Aksoy
Eski Askerî Tıbbiye’de Musiki An’anesi
Poliklinik, sayı 95, 1914
Poliklinik’in geçen nüshalarından birinde Dr. A. Sever eski Askerî Tıbbiye Mektebi’nin an’aneleri arasında musikinin de yeri olduğunu yazdı. Bu an’aneler içinde yaşıyan, sonra da onları yaşatanlardan olduğum için, muhterem meslekdaşımın yazılarındaki bazı noktalar üzerinde durmağı faydalı buldum.
Askerî Tıbbiye’de haftada bir defa muntazam musiki fasılları yapıldığı hakikattir. Fakat Padişah İkinci Abdülhamid’in son devirlerinde, talebenin bu saf ve temiz eğlencesi de, Umum Mekâtibi Askeriye Nazırlığı ve Tophane Müşirliği tarafından yasak edilmişti. Çünkü herkesin gözü önünde Hatap Kıraathanesi denilen odun yığınının üzerinde güneşlenme bahanesile toplanan üç beş kişinin içtimaından koskoca bir ihtilâl cemiyeti doğduğu gibi, musiki talimi bahanesile toplanan talebe dahi başka şeyler görüşebilirlerdi. Ben 1905’te Tıbbiye İdadîsi’ne girdiğim vakit eski musiki fasıllarının ancak hikâyesi dillerde idi.
Mektebe girdiğim ilk günü, akşam yemeğinden sonra, dershanenin arka sıralarında toplanan beş on talebenin hep bir ağızdan ve yüksek sesle şarkılar söylediğini işitince hayret etmiştim. Bu şarkılarda intizam yoktu. Mektebin Dahiliye Müdürü Cin Ali’den bahseden ve nakaratı:
Aman da Cin Ali’m mahpus bana dar gelir, bu gençlikte alay bana zor gelir şarkısından başka Sarayburnu’ndan geçerken, Habibe Molla gibi şarkılar, semaîler, maniler, koşmalar, destanlar bu tegannilerin karışık ve gürültülü repertuvarını teşkil ediyordu.
Bunlara musiki denilemezdi. Haşarı gençliğin bu taşkınlıkları dershane içinde ve paydos esnasında yapıldığı için menolunmazdı. Çünkü bunları öğrenmek için hususî talime ihtiyaç yoktu.
Tıbbiye İdadîsi’nde böyle olmakla beraber, Tıbbiyei Şahane’de gizli gizli musiki meşkleri yapıldığını işitiyorduk. Ben mektepteki musiki mevcudiyetini o senenin ılık bir yaz gecesinde anlamıştım. Binanın ortasında bulunan büyük bahçe Tıbbiyei Şahane sınıflarına ait olduğu için, bizim gibi idadî talebesinin oturduğu ve gezdiği sahalar, yalnız kendi dershaneleri ve bu dershanelerin önünde bulunan koridor parçası idi. Hattâ koridorun köşesini dönüp öte tarafa dahi geçemezdik. Bu sıkıcı mahpus hayatının verdiği elem ile gece karanlığında biraz hava almak için koridor penceresinden başımı açık havaya arzettiğim esnada güzel, kıvrak bir sesin, sonradan eviç ve ferahnak makamlarından olduğunu öğrendiğim, güzel şarkılarla rakit havayı titrettiğini işitmiştim. Bir kaç şarkı okuduktan sonra susan bu ses, bizim Hürriyet ilânına kadar geçen dört sene içinde yüksek seda ile ve dahiliye zabitleri tarafından menolunmadan söylenen şarkıları okumuştu. Ben Askerî Tıbbiye’de daima meşkedilen musikinin, bu müddet zarfında başka tezahürünü görmedim.
Musikiye istidadım vardı, severdim. Babam beni bazı geceler tekkeye götürürdü. O vakit şeyh, ezan okumağı benden isterdi. Okuyuşum beğenilirdi. Ve gördüğüm teşvikler bendeki musiki arzularını kamçılıyordu. Tıbbiye İdadîsi’ne girdiğimin ikinci senesinde henüz on altı yaşımda idim. İdadî talebesinin, Baytar Rüşdiyesi’nden gelme talebeleri tarafından söylenen, yukarıda bildirdiğim şekillerdeki şarkılardan artık eser görülmüyordu. Çünkü bu talebe sınıf geçmeğe muvaffak olamadıkları için hemen hepsi neferlikle alaya yollanmıştı. Gençliğin, intizamsız da olsa, serbestisinden eser kalmamıştı. Bizim buna ihtiyacımız vardı ve serbestlik ihtiyacımızı gece yassı namazından kaçmakla ve dahiliye zabitlerini arkamıza takarak koşmakla tatmin edebiliyorduk. Mektebin Haydarpaşa Hastanesi’ne bakan tarafının kiremitleri üzerinde, muntazam bir pist üzerinde imişiz gibi koşmağa idman etmiştik. İşte bu sene içinde idi ki Tıbbiyei Şahane kısmından iki talebe, mektebin eski an’aneleri için yeni unsurlar yetiştirmek üzere, bizim sınıflar arasından genç musiki müstaitleri seçmişlerdi. Ben de bunlar arasında idim. Musiki hocası olarak bize gelen iki talebeden biri Beşiktaşlı Necati (Balkan Harbi’nden evvel Kosova’da ölmüştür, eczacı), diğeri Beşiktaşlı Cemal (bugün baytar albayı, Ankara’da) idi.
Bunlar hergün akşam üzeri gizlice bizim tarafa geçerler, mutfak civarında veya yemekhaneler arasındaki dar salonda toplanırdık. Bu gençlik musiki arkadaşlarımdan ancak bir kaçı hayattadır: Selimiyeli Ziya (Edirne’de sıtma mücadele tabibi, şimdi asker), Ortaköylü Nuri (şimdi Beyoğlu’nda diş hekimi)… bilmem daha var mı?
Benim ilk musiki hocam, Yedikuleli Salih Dede değil, Necati idi. Hocalarımızdan Necati ve Cemal grupları arasında ilk günden itibaren rekabet başladı. Necati daha güzel sesli idi ve kıvrak okurdu ve bizim grup sür’atle inkişaf ediyordu. 1906’dan itibaren onun karşısında düm, tek… diye dizlerimizi dövmeğe başlamıştık.
Hocalarımızın hocası Defterdarlı Salih (şimdi kaymakam mütekaididir ve bir ameliyat sonunda sessiz kalmıştır) idi. Ben Necati’den ilk defa olarak hicaz ve rast fasıllarını geçmiştim ve o senenin tatil mevsiminde Bursa’ya gittiğim vakit Bolâhenk Nuri Bey’in ve Zekâi Dede’nin arkadaşlarından olan Sıtkı Efendi’den sazikâr ve suzidil fasıllarını geçmiştim.
O zamanlar Tıbbiyei Şahane’de Defterdarlı Salih’in reisliğinde olarak Yedikuleli Salih (Balkan Harbi’nden sonra Ankara’da tifüsten ölmüştür), Davutağalı İdris (Umumî Harp’ten sonra Darüttalimi Musiki’de kemençe çalıyordu), Beşiktaşlı Necati ve Cemal’den mürekkep bir grup kendi aralarında yeni fasıllar meşkediyorlardı. Fakat bunlar mektebin eski an’aneleri mucibince haftalık konserler vermiyorlardı. Nâdir olarak ve hususî imtihanlardan sonra talebenin ekseriyetle izinsiz kaldığı günlerde mektebin bahçesinde bir kaç muntazam fasıl yapıldığı vakidi.
Defterdarlı Salih’in uzun, devamlı ve san’atlı sesi ile, Davutağalı İdris’in çok tatlı ve müessir sesi bazı geceler yassı ezanında duyulurdu. Bazı geceler küçük ve dar göğsünden o kadar lâtif, dolgun ve gür bir sesi nasıl çıkarabildiğinde hayret ettiğim Yedikuleli Salih ezan okurdu. Bu esnada bütün talebe onları dinlemeğe koşardı.
Padişah Abdülhamid senede bir defa mektepte mevlût okuturdu. Hafız Recep, Hafız Sami burada bütün sanat kudretlerini göstermeğe çalışırdı. Çünkü namazdan kaçan Tıbbiye talebesi o gün ezan okuyarak ve mevlüt ilâhilerine karışarak musikideki kudretlerini onlara göstermiş olurlardı.
Ben Yedikuleli Salih’ten yalnız mahur ve ısfahan fasıllarını geçtim, fakat ona ferahnak faslını veren de ben oldum.
Mektepte Hürriyet ilânından üç gün sonra ilk defa alenî ve muntazam bir musiki faslı yapılmıştır. Adlarını saydığım yüksek sınıf talebeleri muntazam surette terennüme başladıkları sırada mektebin müdürlüğünde bulunan Süvari Miralayı Esad Bey (mütareke esnasında İstanbul polis müdürü ve Sadrazam İzzet Paşa’nın kardeşi), evvelâ Dahiliye Müdürü Hacı Zahid’e talebenin susturulmasını emretmiş, fakat ondan:
– Haddin varsa bu işi sen yap! cevabını alması üzerine solgun bir çehre ile bahçeye gelerek bu konsere mani olmak istemişti. Çünkü mektepte musiki fasılları yapmak memnu idi. Esad Bey’in ihtarı üzerine ortalıkta evvelâ bu sükût görülmüş idi. Baytar talebesinden Suphi Ethem, hiddeten solmuş çehresile ayağa kalkarak, titrek bir sesle aynen şöyle haykırdı:
– Bugün Osmanlılar âfak-ı kenkere-i âsümanda tayerân ediyorlar.
Ve zavallı Suphi devam edemedi, bayıldı, ortalık birdenbire karıştı, mektep müdürü uzaklaştı ve konser devam etti. İşte uzun müddet yasak edilen mektebin konserleri Hürriyet’ten sonra ilk defa böyle başladı.
Bundan sonra Askerî Tıbbiye’de meraklı talebeye musiki hocalığı yapmak bana geçti. Yeni yeni fasıllar çıkarıyorduk. Darüşşafaka’dan gelen talebe arasında Zekâi Dede oğlu üstadım Hafız Ahmed Efendi’nin yetiştirdiği bir kaç talebe de bulunuyordu. Bugün Gülhane’de bakteriyoloji profesörü bulunan Dr. Kemal Hüseyin, İzmir’de röntgen mütehassısı Osman Nuri bunların sağ olanlarındandır ve Selimiyeli Ziya, Vefalı İbrahim gibi arkadaşlarla bu zikrettiğim yeni arkadaşlar birlikte olarak bir taraftan yeni fasıllar çıkarıyor, diğer taraftan da her hafta muntazam konserlere devam ediyorduk.
Ben mektepten çıktığım vakit ezberimde olan yirmi dört faslı bestelerile, semailerile birlikte olarak okudum. Bugün dahi bu mektep yadigârlarının hepsi hafızamdadır. Mektepten çıktıktan sonra nota ve saz öğrendiğim için artık yeni fasıllar ezberlemeğe lüzum kalmadı.
Yine Dr. A. Sever’in yazdıkları arasında düzeltilmeğe değer bir kaç nokta vardır:
1- Defterdarlı Salih’in muhayyer ve hicazdan birer şarkısı olduğunu biliyorsam da ferahfeza ve ferahnak makamlarından şarkıları yoktu.
2-Yine onun Bahariye Mevlevihanesi’nde kudümzenlik ettiği de doğru olmamalıdır. Çünkü o vakitler Defterdarlı Salih, âyin bilmiyordu. Mevlevihanelerde kudümzenlik musikinin en yüksek kademesine ayak basmak demektir. Salih iyi musiki bilirse de o dereceye varamamıştır.
3- Defterdarlı Salih’in Rauf Yekta’dan yirmi bir fasıl meşkettiği de doğru olmıyacaktır. Rauf Yekta ile ölümüne kadar samimî olarak görüştüm ve kendisinden istifade ettim. O, Dr. Salih’i tanımazdı.
Dr. A. Sever, sıkı çember içinde dahi hür yaşamağa çalışan tıbbiyeliler arasındaki musiki an’anelerine temas etmekle bu an’anelerin bir perdesi kısmen kalkmış oldu. “Tıbbiye’den doktor dahi çıkar” demişler. Bu, istibdat devrinde kabına sığamıyan tıbbiyelilerin başka sahalara mecburen aktıklarını gösterir. Fakat söyliyelim ki tıbbiyeliler arasından edip, şair, siyasî, filozof, mimar, mühendis, ressam, nakkaş, vapur ressamı yetişmiş, hattâ bunlar arasında doktorluğu ihmal etmekle beraber bir çoğu doktorluğa nazaran ikinci plânda kalan sahalarda asla unutulmıyacak derecede güzel isimler bırakmışlardır.
Bence Tıbbiye’nin yetiştirdiği musikişinasların en büyüğü, bugün İstanbul Konservatuvarı’nda tasnif heyeti azasından Dr. Suphi’dir. Bu zat merhum Rauf Yekta, Hüseyin Sadettin Arel, Hafız Ahmed Efendi gibi en salâhiyetli musiki âlimlerindendir.
Musikimizin Düşkünlüğünden Mes’ul Olanlar Kimlerdir?
Vakit, 8 Kasım 1934
On beşinci asırdan itibaren Türk musikisi, edebiyatımız gibi, fazla derece süslendi. O derecede ki baştan aşağı süs oldu. Bir kadının kulağına elmas parçasının çok yaraştığına, temiz ve genç bir gerdanda bir dizi incinin etrafa saçtığı güzelliğe özenen eski sultanlar, süs olsun diye, ihtiyaç yerlerinde giyilen nalınların tasmalarına varıncaya kadar elmas takmışlardı ve sakallara inci dizdirmeğe kalkmışlardı. Türk musikisi de böyle süslendi ve bu süs ve ziynet bolluğu içinde yalancı bir güneş oldu.
Hayrettin ilk ibdaları mimarlıkta Ayasofya’dan ilham alarak hasıl etti, o zamanın şairleri de Türk edebiyatını öyle yapmağa uğraştılar. Sinan’ın eserleri ortada yükseldikçe edebiyatımızda da değişiklikler oldu ve musikimiz de bunların arasına takıldı. Padişahlar Fars dili söylediler, musikişinaslar da İran mısralarını bestelemeğe başladılar ve ortaya böyle bir musiki çıktı ki baştan aşağı inci, elmas ve zümrütten ibaret oldu.
Osmanlı saltanatının muayyen bir zümresi bu ihtişamdan memnundular.
Öldürdükçe hazineleri yağma edilen devletlûnun postuna oturan diğer bir devletlû hazineler doldurmağa uğraşıyorlardı. Netice olarak millet fakir kaldı; bütün kıymetli denen taşlar bu zümrenin ziyneti oldu; millet de genç kadınların boynuna ancak bir dizi boncuk takmakla oyalandı, durdu.
Musikide de ayni şey oldu. Kâr, durak, beste, semai… gibi şekiller bu muayyen zümrenin musikisi idi, halk bunlardan anlayamadı. Bayağı camlardan bir dizi boncukla kanaat etmesi gibi nağmelerinin de fakiri ve çıplağı ile iktifa etti. En sonunda süs, ziynet, ihtişam alabildiğine gitti, nihayet müptezel olmakla beraber gene halkın malı olmağa tenezzül etmedi.
Ziynet diye, süs diye dilimize sokulan yabancı kelimeler arasında halkın değil, hattâ münevver sayılanların bile anlamadıkları pek çoktu. Yanında lûgat kitabı taşıyanlar bu kelimeleri anlıyamazlardı. Gerçi yazılanlar kelime idi, fakat halk için yabancı ve mânâsına irişilmez şeylerdi ve bunları anlayamıyan veya anlar görünmiyen Türk halkına kaba denildi. İncelik bunları anlar görünmenin mahsus bir imtiyazı idi, nağme de böyle oldu.
Musiki yalnız nağmeden ibaret kaldı; söze ehemmiyet verilmedi. Hattâ baştan aşağı hiç bir kelime olmaksızın mânâsı, tek hecelerden besteler yapıldı ve ancak son asırlarda dil sadeliğine doğru bir akın baş gösterdi, dört mısralı şiirler şarkı adı ile bestelenmeğe başlandı. İtrî’nin muhteşem kârları ve Meragalı Abdülkadir’in nakışlarile Tanburî Ali Efendi’nin ve Hacı Arif Bey’in şarkıları karşılaştırılırsa görülür ki musikimiz sadeliğe doğru ehemmiyetli adımlar atmağa başlamıştı. Bunun üstünde oynanmadı, birkaç nesil evvel başlıyan yenilik hareketleri durdu, ve şarkıdan başka tekâmül yolları aranmadı.
Osmanlı Türk musikisinin tarihi budur ve bu musiki tekâmül yolunda ancak şarkı merhalesine kadar ilerliyebilmiştir. Halbuki edebiyat, kaside, naat, divan… şekillerinden sıyrılarak zaman zaman yepyeni çığırlar açmıştır, musikimiz bundan ibret almamıştır.
Namık Kemal’den, Hamit’ten, Cenap’tan ve yeni nesilden şiirler alıp bestelememiştir. Buna özenenler oldu ise bile eserlerini ortaya koymamışlardır ve etütlerini ilerleterek tekâmül safhalarında yürümekte devam etmemişlerdir. Çok yakından biliyorum ki Tevfik Fikret’in maruf bir şiiri, Süleyman Nazif’in de daüssılası bestelenmiştir. Bunlar ilk özenme eserleri olduğu için tenkit olunabilecek noktaları olabilir ancak ne olursa olsun bu tecrübeler devam etmeli ve işlenmeli idi; yapılmadı. İki üç meraklının yaptığı bu tecrübeler diğerlerine örnek olamadı ve yeni diye yapılan eserler hususî meclislerde birkaç defa terennüm olunarak bir tarafa bırakıldı.
Fakat Türk musikisi namına son günlere kadar sayılamayacak derece çok bestekârlar türedi. Hergün senkin veya aksak ika’da ve hüzam veya kürdîli hicazkâr makamında yayvan ve yavan bir şarkı besteliyen bu bestekârlar yenilik namına eskilerin karikatürlerini yapdılar ve yeni diye ortaya çıkarılan eserler birçok keçi nağmesinin bir araya getirilmesinden ve bu nağmelerin altüst edilmesinden ibaret şeyler oldu.
Eski bestekârlar hece bestelediler, yeni bestekârlar da şarkıların sözlerini gazetelerin mizah sayfalarından seçecek kadar şuursuzluk gösterdiler ve kötü bir üslûbu bugünün musikisi haline koydular.
Musiki mükeyyifattandır, ve onun en geniş mânâsı budur; ondan keyif ve neşe beklenir, yahut gergin sinirleri yatıştırmak, teesürleri neşelendirmek beklenir ve musiki keyifte de, zevkte de, teesürde de insana arkadaştır. Bununla beraber musikinin terbiye üzerindeki tesirini kim inkâr edebilir? Dolaşık belki de kokmuş bir tutam saç uğruna eserler yaratan musikişinaslarımız arasında vazife, fedakârlık ve vatan sevgisi için bir şarkı yakmak cömertliğini gösterenler ve hattâ buna özenenler görülmedi; bestekârlık o kadar kolaylaştı ki biraz nota bilen ve azıcık da dümtekden anlıyan herkes günde birkaç tane şahaser!! yapacak derecede cüretli oldular ve musikimiz son zamanlarda ortaya küfelere sığmayacak kadar süprüntü yığınları bıraktı.
Nihayet bugün, inkılâbı anlamıyan meşhur bestekârlar zamanın sillesini yidiler, haklarıdır.
Yarın musiki tetkiklerimize devam edeceğiz.
Bir önceki yazımız olan Sil Baştan Kitap Özeti başlıklı makalemizde Ken Grimwood kitapları, Ken Grimwood romanları ve Ken Grimwood Sil Baştan kısa özeti hakkında bilgiler verilmektedir.
Read more http://www.kitapozeti.org/bir-kultur-savascisi-osman-sevki-uludag-kitap-ozeti-3.html