…İnsanlar ilk söze başlamakta güçlük çekerler. Tamamen açık ve doğru konuşmak için iki günden beri hazırlandım. Bunu başaracağımı da umuyorum. Belki bir yabancı olan size, bütün bunları anlatışımın sebeplerini henüz kavrayamıyorsunuz. Fakat, bu olayı düşünmeden bir günüm, hatta bir saatim bile geçmiyor. İnsanın hayatı boyunca ömrünün yalnız bir noktasına, bir tek güne gözlerini dikip kalmasının dayanılmaz bir şey olduğunu söylersem, ihtiyar bir kadın olan bana inanmamanız için bir nedeniniz kalmaz. Çünkü size bütün anlatacaklarım, altmış yedi yıllık bir yaşantıda yalnız ve yalnız yirmi dört saatlik bir devreyi doldurmaktadır. Ben de çoğu zaman saplantı haline gelinceye kadar kendi kendime, “bu çok uzun zaman boyunca insanın bir tek ama yalnız bir tek delilik anı olduysa ne çıkar bundan?” dedim. Fakat, çok gizemli bir ifade ile adına vicdan dediğimiz o şeyden insan kolay kolay kurtulamıyor. Sizin bu Mme Henriette işini bu kadar nesnel, tarafsız bir şekilde incelediğinizi görünce, hayatımdaki o bir tek güne dair birisinin karşısında serbestçe konuşmaya karar verebilirsem, böyle saçma bir şekilde hep geçmişe doğru yönelmenin ve kendi kendimi suçlamanın belki de sona ereceğini düşündüm. Anglikan dininden değil de Katolik olsaydım, günah çıkartma imkanı bana çoktan bu sırrımı affettirmek fırsatını verecekti. Fakat bizler bu teselli imkanından mahrumuz. Onun içindir ki, ben bugün, sizi kendime sırdaş edinerek kendi kendimi affetmek yolundaki bu acayip teşebbüse girişmiş bulunuyorum. Bütün bunların çok garip olduğunu bilmiyor değilim ama teklifimi, hiç çekinmeden kabul ettiniz. Bunun için de teşekkür ederim size.
Evet, size hayatımın yalnız tek bir gününü anlatacağımı söylemiştim…
Önsöz
Stefan Zweig (l88l 1942)
28 Kasım 1881 ‘de Viyana’da zengin bir iş adamının oğlu olarak doğdu. Öğrenimini de, orada yaptı. 18 yaşına geldiğinde. Viyana Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Bilimleri Fakültesi’ne girdi. Yüksek öğrenimini burada yaptı. “Bauernfeld Şiir Ödülü”nü kazandı. Bu Ödül ülkenin en büyük ödüllerinden biridir. Zweig ilk şiirlerini 1901′de “Gümüş Teller” adıyla yayınladı. Bu epik eser, ona, tarihsel minyatürleri ve biyografi yazıları ile aynı derecede şöhret kazandırdı. I902′de “Yeni Özgür Basın Gazetesi”nde, uzun yıllar devam edecek bir işe başladı. Thcodor Herzl ile buradayken tanıştı ve dost oldu. Aynı yıl, Paul Verlaine ve Baudelarie’in şiirlerini Almanca’ya tercüme etti. Aynı yılın yaz mevsiminde yaptığı Belçika seyahatinde Emeli Verhaeren ile tanıştı ve 1904′e gelindiğinde (Paris), Verhaeren’in şiirlerini tercüme elti. Yine aynı dönemde, “Hipolyte Taine’in Felsefe” başlıklı doktora tezini vererek, yüksek öğrenimini tamamladı ve Felsefe Doktoru oldu (23 yaşında).
19071909 yılları arasında Seylan, Gwaliar, Kalküta, Benores, Rangun ve Kuzey Hindistan’ı gezdi. Bunu, 1911′deki Newyork, Kanada, Panama, Küba ve Portoriko’yu kapsayan Amerika Seyahati izledi.1914 yılında Belçika’ya Emile Verhaeren’in yanına gitti. 1 Dünya savaşı, Stefan Zweig Belçika’dayken patlak verince, Viyana’ya döndü. Savaş Bakanlığı, Zweig’i “Savaş Arşivine” memur olarak tayin etti. Bu görevi sırasında ” Yabancı Ülkelerdeki Dostlara Açık Mektup’u yazdı ve yayımladı.
Zweig, 19171918 Yıllarında Herman Hesse, Fritz Von Urun, James Joyce, Ferrucio Buronı ve Anette Kolb ile görüştü. 1920 yılına gelindiğinde, Fredcrike Von Wintemit ile Viyana’da evlendi.
1927′de Almanya’nın Münih şehrinde “Duygu Karmaşası”, “Yıldızın Parladığı Anlar” ve “Tarihsel Baş Minyatür1″ adlı kitapları yayımlandı. Yine 1927′nin 20 Şubat tarihinde “Rilke’ye Veda” başlıklı konuşmasını yaptı. Bir yıl sonra ise , Ünlü yazar Kont Leo Tolstoy’un 100. Doğum Yıldönümü Kutlamaları’na katılmak üzere Sovyetler Birliği’ne gitti. 1931′deki seyahati Fransa’ya oldu. Cap d’Antibes’te Joseph Roth ile buluştu.
Tarihler “1933″ü gösterirken, Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Zvveıg’ın eserleri de yer alıyordu. 1934 yılında, Nazilerle Stefon Zweig arasındaki çatışmalar doruk noktasına ulaşınca, Zweig’dan “savunma” islendi ve hemen arkasından, Zweig’ın Kapuzineberg’deki evi basılarak, silah araması yapıldı. Eğer evde silah bulunmuş olsaydı, Zweig’ın hapsi boylayacağı kesindi. Bu uğraşmalar üzerine Zweig, ailesini bile yanına almadan yurdu terketti ve Londra’ya yerleşti. Bu sırada “Rotlerdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi” adlı eseri yayımlandı.
Zweig 1937′de karısı Frederike’den ayrılıp ve bir yıl sonra Portekiz’e giderken yanında Lotte Altman adında bir kadın vardır. O sıralarda Avusturalya, Alman Reich’ına katılır ve Zweig da İngiliz vatandaşlığına geçmek için müracaat eder. 1939′da “Kalbin Sabırsızlığı” adlı romanı yayımlanır ve Zweig da, Portekiz seyahatine birlikte çıktığı Lotte Altman ile evlenir.
1940 yılının Temmuz ayında, karısı Lotte ile birlikte önce Newyork’a ve sonra da konferanslar vermek üzere Brezilya, Arjantin ve Uruguay’a giderler Aralıkta Newyork’a geri dönerek “Amerigo Tarihi Bir Hatanın Öyküsü” adlı kitabı yazmaya başlar 1941′de “Brezilya Geleceğin Ülkesi” isimli kitabı yayımlar. Brezilya daha sonraları Stefan Zweig’ın hayatında çok önemli bir yer tutacaktır Bu kitabın yayımlanmasının ardından Zweig ve eşi, Brezilya’nın Petropolıs şehrine yerleşirler. Orada “Bir Satranç Öyküsü’nü kaleme alır. Bu kitabın önemi şuradan kaynaklanmakta: “Bir Satranç Öyküsü’ satrancı gerek pratik gerek felsefi olarak çözümlemiş biri, yani Zweig tarafından yazılmıştır Satrancı derinlemesine çözümlemiş bu kitabı okurken, Trevenian’ın “Şibumi” isimli romanında anlatılan “Go” oyunu ve yazarın bu oyunu, hayata bir uygulaması hatıra geliyor.
Zweig romanda, ilginç bir satranç maçını, okuyucunun anlayıp takip edebileceği şekilde anlatırken, şunun farkına varılıyor: “Bir Satranç Öyküsü” kitabı da, tıpkı bir satranç karşılaşmasında olduğu gibi, hamlelerden ve açılımlılardan oluşuyor. Bu kısa romanda, anlatım aşama aşama gelişirken, yine başka bir enterasan durum çıkıyor okuyucunun karşısına: “Out of Africa” romanıyla ünlenen Danimarkalı yazar Karen Blixen’in de keşfedip, “Ölümsüz Öykü” hikayesinde uyguladığı, “Doğu Anlatım Biçimi” yani “öykü içinde öykü” şeklinde bir ifade tarzını kullanıyor Stefan Zweig. Genel olarak “Doğu Anlatım Biçimi” diyebileceğimiz bu tarz anlatım. Batı Roman’ında kullanılan flaşbekten çok farklı.. Flaşbek, “Öykü içinde öykü öykü içinde öykü” biçimindeki anlatımın bir versiyonu.
Zweig’m bu eserinde de “Binbir Gece Masalları” nın anlatım biçimi, yazarın, Arjantin’e giden gemide karşılaştığı ilginç bir karekter nedeniyle karşımıza çıkıyor. Yazar, okuyucusuna bir gemi yolculuğu ve gemide yaşananları anlatırken, birdenbire enterasan bir doktor “tak” diye olaya karışıyor. Doktor öyküsünün, ne gemi yolculuğuyla ne de diğer insanlarla hiçbir bağlantısı yok. Bu 2. öykü, bizi bambaşka ve fantastik bir dünyaya götürüyor. “Bir satranç Öyküsü” aynen “Ve Şehrazat, Şehriyar’a demiş ki…” diye başlayıp, binlerce sayfa tutan hikayelerin anlatıldığı çizgiyi takip ediyor. Bu, aslında hoş birşey. Çünkü, bize ait ve değişik bir anlatım şekli kullanılıyor. Bu durum da, okuyucu “giriş, gelişme, sonuç” biçimindeki kuru ifade biçiminin tekdüzeliğinden kurtarıyor ve bambaşka dünyalara taşıyor.
Maksim Gorki’nin “Bu kadar derin bir kitap daha okumadım diyebilirim” diye bahsettiği “Bir Kadının Yirmi Dört Saati” ile “Amok” da oradayken yazdığı kitaplar arasındadır.
Bir zamanlar çalışmayı “ikinci derecede” bir iş saydığını söyleyen Zweig, on yıldan daha kısa bir sürede, her biri birer roman uzunluğunda on kadar büyük hikaye ve Dostoyevski, Tolstoy,
Nietzsche, Freud (ki yakın dostuydu), Stendhal vs. hakkında güçlü bir dille on kadar deneme yazdı ki, bütün bu eserleri onun çok geniş kültürüne birer örnektir. Bu dahilerin her biri kendi çaplarına uygun bir biyografi yazarını Zweig’in şahsında bulmuş olmaktaydılar. Bu denemelerini tarihi yazıları takip etti.
Stefan Zweig, 1941′de Montaigne üzerine çalışmaya başlar ve “Dünün Dünyası Avrupa Anılan” adlı otobiyografisini kaleme alır. Zweig 22 Şubat 1942 de yazdığı veda mektubunda, gösterdiği konuk severlik için, Brezilya hükümetine teşekkür ettikten sonra, manevi ve Fikri bakımdan vatanı olan Avrupa’nın kendi kendini yıkıp yok ettiğini, ana dilinin konuşulduğu ülkelerin ise artık kapalı olduğunu belirtikten sonra, şöyle diyordu:
“..Altmışını geçtikten sonra hayata yeniden başlayabilmek için, insanın olağanüstü yeteneklere sahip olması gerekir. Uzun yıllar oradan oraya dolaştıktan sonra, bende güç kuvvet kalmadı artık.
Bu yüzden de, fikir çalışmalarının en büyük neşe kaynağı, kişi özgürlüklerinin en büyük lütufu sayan benim için, zamanında ve alnı açık olarak, bu hayata son vermek gerektiği düşüncesindeyim. Bütün dostlarıma selamlarımı yolluyorum. Uzun ve karanlık geceden sonra tan yerinin ağardığını görmek, umarım onlara nasip olur! Ben çok sabırsızım, onlardan önce yola çıkıyorum.”
Stefan Zweig Petropolis, 22.02.1942
22 Şubat 1942′de karısı Lotte ile birlikte intihar eder ve devlet töreniyle Petropolis Mezarlığına gömülür. Ertesi gün Stefan Zweig ölmüştü. Hayatına son vermek için havagazına başvurmuştu. Bu yumuşak ve sarsıntısız intihar şekli, onun doğasına da aynen uymaktaydı.
Savaştan on yıl kadar önce Riviera’ya gitmiştim. Küçük bir pansiyonda kalıyordum. Bir gün soframızda şiddetli bir tartışma patlak verdi. Bu tartışma birden bire kızgın bir kavga haline girecek gibi oldu. Bu arada hınçlı, hatta küfürlü sözler de söylendi. İnsanların çoğunda hayal gücü denen şey gelişmemiştir. Beyinlerinin tam ortasına sivri bir şey gibi saplanıp da onlara doğrudan doğruya dokunmayan şeyler, onları hiç de heyecanlandırmaz. Ama bazen, gözleri önünde ve dar duyarlılıkları çerçevesinde, hatta büyük önemi olmayan bir şey dahi yaşansa, onlarda hemen ölçüsüz bir hırs kabarır kaynamaya başlarlar. O zaman dış olaylara karşı gösterdikleri ilginin azlığının yerini, yersiz ve abartılı bir öfke ve tepki göstererek bir dereceye kadar telafi etmeye çalışırlar.
işte bu kez de birlikte yaşayıp, birlikte yemek yiyen, aralarında ufak tefek sohbetler, pek derinden olmayan küçük şakalar yapan, yemekten sonra da hemen dağılan, orta halli insanlardan meydana gelme topluluğumuz için durum aynı oldu. Öteden beri. Alman karı koca gezintiye çıkıp resim çeker; tıknaz Danimarkalı balık avı denen o monoton işi yapmaya gider, kibar İngiliz hanımı yine kitaplarına döner, İtalyan karı koca Monte Carlo’ya savuşurlardı. Ben ise bahçede bir iskemleye oturup tembellik eder veya çalışırdım. Ama bu kez o ateşli tartışmada hepimiz biribirimize takılıp kaldık sanki. Aramızdan birisi ayağa kalktığı zaman bunu her zamanki gibi terbiyeli bir biçimde izin almak için değil, ateşli bir öfkenin etkisiyle yapıyordu. Bu öfke ise daha önce de söylediğim gibi, değişik şiddetli şekillerde kendini göstermekleydi.
Şurası da bir gerçektir ki, yuvarlak ve küçük soframızı bu kadar tahrik eden olay da oldukça akıl almazdı. Pansiyonda kalanlar, yedi kişi idik. Burası, dışarıdan bakılınca ayrı, müstakil bir villa gibi görünüyordu. (Pencereden bakılınca, kayaların fisto gibi nakışladıkları kıyının görünüşü ne kadar da güzeldi!) fakat, aslında büyük Palace Hotel’e bağlı, daha ucuz bir bölümdü. O otelin bulunduğu aynı bahçe içerisindeydi. Öyle ki, yandaki pansiyonda kalan bizler, her şeye rağmen, büyük otelin misafirleriyle sürekli bir temas halinde yaşıyorduk. Bir gün Önce de bu otelde kelimenin tam anlamıyla bir rezalet yaşanmıştı.
Öğlen treniyle, yani tam on ikiyi yirmi geçe (Saat meselesi hem bizim yaptığımız tartışma, hem de olayın kendisi bakımından çok önemli olduğu için, bunu doğru olarak göstermek zorundayım), otele genç bir Fransız gelmiş, denize bakan odalardan birini tutmuştu. Sadece bu davranış bile onun az çok zengin olduğunu göstermekteydi. Ama kibar ve şık bir şekilde giyindiği için değil, çok yakışıklı ve çok sevimli olduğu için de dikkati çekip hoşa gidiyordu. Bîr genç kızınkini andıran ince uzun suratının ortasında, sarı ve ipek gibi yumuşak bıyıklan, ılık bir şehvet ifadesi taşıyan dudaklarını okşuyordu. Bembeyaz alnının üstünde, kıvırcık saçlarının koyu renk ve yumuşak dalgaları yükseliyordu. Tatlı gözlerinin her bakışı, bir okşayış gibiydi. Benliğindeki her şey şefkatli, güler yüzlü, nazik ve yapmacıksızdı. Doğrusunu söylemek gerekirse, uzaktan bakılınca vitrinlerdeki günün modasına uygun giydirilen, elinde bir aksesuar bulunan erkek güzeli mankenleri hatırlatıyordu. Fakat daha yakından bakılınca, onun kendini beğenmişliği hakkındaki her türlü duygu İnsanın İçinden siliniveriyordu. Çünkü onda, (çok ender bir durum olarak) doğal bir nezaket vardı ve benliğinin ayrılmaz bir parçası gibi görünüyordu. Gerçekten herkesi alçak gönüllü ve candan bir tavır ile selamlıyordu. Kendini sürekli hissettirmeye hazır, sevimliliğini her fırsatta nasıl serbestçe açığa vurduğunu görmek de ayrı bir zevkti gerçekten.
Hanımlardan biri vestiyere gitti mi, hemen koşup onun mantosunu getiriyordu. Çocukların her biri için arkadaşça bir bakışı, hoşa giden bir sözü vardı. Hem sokulgan, hem çekingendi.
…
Bir önceki yazımız olan Sil Baştan Kitap Özeti başlıklı makalemizde Ken Grimwood kitapları, Ken Grimwood romanları ve Ken Grimwood Sil Baştan kısa özeti hakkında bilgiler verilmektedir.
Read more http://www.kitapozeti.org/bir-kadinin-24-saati-kitap-ozeti.html