Roman özetleri

Bir Gün Kitap Özeti

YİRMİ YIL İKİ İNSAN
Bütün hayatınızı, aradığınızın tam önünüzde olduğunu fark etmeden yaşayabilirsiniz.
“Seni kırkında hayal edebiliyorum,” dedi sesinde bir imayla. “Şu an bile gözümde canlandırabiliyorum.”
Genç adam, gözlerini açmadan gülümsedi. “Devam et.”

BU KİTABI SEVMEYECEK BİR KİŞİ DAHİ DÜŞÜNEMİYORUM. HERKES BU KİTABA ÂŞIK OLACAK! VE HER YAZAR BU KİTABI KENDİLERİNİN YAZMIŞ OLMASINI DİLEYECEK.
Tony Parsons

“Daha ilk sayfalarında tutulacaksınız… Elinizden bırakamayacaksınız.”
Psychologies

“Yıllardır okuduğum en iyi roman. Korkunç derecede ve yüzde yüz dürüst; gerçek hayatı yansıtıyor. Her sayfayı yaşadım.”
Jenny Colgan

“En yakın kitapçıya gidin, Bir Gün romanını alın ve 2010’u edebiyat dünyasında fırtına yaratan bu kitabı okumadan geçirmeyin.”
Daily Record
“Enfes bir aşk hikâyesi. ”Sunday Herald

“Harika,harika bir kitap… Siz okurken eriyip gidiyor. ”The Times

“Olağanüstü bir şekilde sürükleyici…” Nick Hornby

“Harikuladeydi… Bu kitabı yazmış olmayı dilerdim. ”Marian Keyes

“Bu yazın okunmazsa olmaz’ı olmayı hak ediyor. ”News of the World

“Bir Gün’ün kaderinde modern bir klasik olmak var. ”Daily Mirror

“Günler neye yarar?

Yaşadığımız yerdir günler.

Gelirler, bizi uyandırırlar.

Art arda, durmadan.

Mutlu olacağımız yerlerdir:

Nerede yaşarız günler olmasa?

Ah, bu sorunu çözmek.

Papazla doktoru getirir .

Uzun paltolarıyla Tarlaları aşarak.”

Philip Larkin, Günler

KISIM BİR

1988 1992 Yirmili Yaşların Başları

“Bende büyük değişikliklere neden olduğu için hatırlanmaya değer bir gündü. Ama her hayatta böyle değil midir? Herhangi bir günü hayatınızdan çıkardığınızı düşünün, hayatın akışı ne kadar farklı olacaktır. Bunu okuyan sizler, durun ve bir an için demirden, altından, dikenlerden ya da çiçeklerden yapılma bir zinciri düşünün; ilk halkası o hatırlanmaya değer günde yaratılmasaydı sizi hiç bağlamayacak olan bir zinciri.”

—Charles Dickens, Büyük Umutlar

BÖLÜM BÎR

Gelecek

15 Temmuz 1988, Cuma

Rankeillor Caddesi, Edinburgh

“En önemli şeyin bir tür değişiklik yapmak olduğunu sanıyorum,” dedi genç kız. “Bilirsin, bir şeyleri gerçekten değiştirmek.”

“Nasıl yani, dünyayı değiştirmek gibi mi?” “Bütün dünyayı değil. Sadece kendi etrafını.” Tek kişilik yatakta vücuttan birbirine dolanmış biçimde bir süre sessizce yattılar, sonra ikisi de kısık, sabaha karşı sesleriyle gülmeye başladılar. “Bunu söylediğime inanamıyorum,” diye inledi kız. “Biraz eski moda geliyor kulağa, değil mî?” “Biraz eski moda.”

“Seni canlandırmaya çalışıyorum. Şu kurtlanmış ruhunu, önünde uzanan büyük macera için havalandırmaya çalışıyorum.” Yüzünü genç adama döndü. “Buna ihtiyacın olduğundan değil. Geleceğini bütün ayrıntılarıyla planladığına eminim, teşekkürler. Muhtemelen bir yerlerde bir çizelge ya da ona benzer bir şey bile vardır.”

“Hiç de değil.”

“Peki, ne yapacaksın öyleyse? Büyük planın ne?” “Bütün ıvır zıvırım annemle babam kendi çöplüklerine eklemek üzere alacaklar, sonra onların Londra’daki dairesinde birkaç gün geçirip, birkaç arkadaşımı görürüm. Ondan sonra Fransa.

“Çok hoş…”

“Belki daha sonra Çin; neymiş görelim bakalım. Sonra belki Hindistan, biraz sağda solda seyahat…”

“Seyahat,” diyerek içini çekti genç kız. “Ne büyük plan.”

“Seyahat etmenin nesi yanlış?”

“Daha çok gerçeklikten kaçmak gibi.”

“Gerçekliğe fazla değer verildiğini düşünüyorum,” dedi genç adam, sözlerinin karanlık olduğu kadar karizmatik bir etki yaratacağı beklentisiyle.

Genç kız burnunu çekti. “İyi, tabii parası olan için. Neden doğrudan, ‘iki yıl tatile çıkacağım,’ demiyorsun? Aynı şey.”

“Çünkü seyahat etmek insanın ufkunu genişletir,” dedi genç adam; dirseğinin üzerinde doğrularak kızı öptü.

“Ah, sanırım senin ufkun fazlasıyla geniş zaten,” dedi kız yüzünü diğer tarafa çevirerek, en azından o an için. Yeniden yastığa yerleştiler. “Her neyse, gelecek ay ne yapacağım sormadım zaten; demek istediğim, uzak gelecekte, mesela, ne bileyim…” Olağanüstü bir fikri, söz gelimi beşinci boyutu kafasında canlandırıyormuş gibi ara verdi sözlerine. “… Kırk mesela. Kırk yaşına geldiğinde ne olmak istersin?”

“Kırk mı ?” Genç adam da konu karşısında zorlanmış gibi görünüyordu. “Bilmiyorum. Zengin dememe izin var mı?” “Bu kadar, bu kadar sığ!”

“Peki, öyleyse, meşhur, diyelim.” Genç kızın ensesine burnuyla sürtünmeye başladı. “Biraz marazı, öyle değil mi?”

“Marazı değil, şey… heyecan verir.”

‘”Heyecan verici’.’” Artık kızın sesini, Yorkshire aksanını gülünçleştirmeye çalışarak taklit ediyordu. Sanki aksanlı konuşması alışılmadık ve çok tuhaf bir şeymiş gibi gülünç sesler çıkaran havalı erkeklerden hatırı sayılır miktarda tanımıştı genç kız ve ilk kez olmamakla birlikte, rahatlatıcı bir ürpertiyle birlikte genç adama karşı bir antipati hissetti. Omuzlarını silkerek kendini geri çekti, sırtını soğuk duvara yasladı.

“Evet, heyecan verici. Heyecanlanmamız gerek, öyle değil mi? Bütün bu imkânlar. Rektör yardımcısının dediği gibi, ‘fırsat kapıları sonuna kadar açık..,’”

“İleride gazeteler sizin isimlerinizi yazacak…”

“Pek mümkün değil.”

“Peki, heyecanlı mısın öyleyse?”

“Ben mi? Tanrım, hayır, saçmalıyorum.”

“Ben de öyle. Kahretsin…” Sinirlerini yatıştırmak ister gibi, ani bir harekette yerde, yatağın yanında duran sigaraya uzandı. “Kırk yaşında olmak. Kırk. Kahretsin!”

Genç kız, erkeğin endişeli haline gülümseyerek, durumu daha da güçleştirmeye karar verdi. “Evet, kırk yaşında ne yapıyor olacaksın?”

Düşünceli bir tavırla sigarasını yaktı genç adam. “Yani, mesele şu ki. Em…”

“Em mi? Em de kim?”

“Herkes seni Em diye çağırıyor. Duydum.”

“Evet, arkadaşlarım bana Em derler.”

“Peki, ben de Em diyebilir miyim sana?”

“Devam et, Dex.”

“Şu yaşlanmak konusunda biraz düşündüm de, tam olarak şimdi olduğum yaşta kalmaya karar verdim.”

Dexter Mayhew, Genç kız, sentetik kumaş kaplı ucuz yatak başlığına yaslanmış adama kâküllerinin arasından baktı; gözlükleri olmadan bile adamın neden şimdiki gibi kalmak isteyebileceğini açıkça görebiliyordu. Kapalı gözleri, alt dudağına gevşekçe yapışmış sigarası, perdenin kırmızı süzgecinden süzülerek yüzünün yan tarafını ısıtan sabah güneşiyle fotoğraf çektirmek için ustalıkla poz vermiş gibi görünüyordu. Emma Morley “yakışıklı” sözcüğünün on dokuzuncu yüzyıldan kalma aptal bir sözcük olduğunu düşünüyordu ama gerçekten bunun yerine kullanılabilecek başka bir sözcük yoktu; belki “güzel” dışında. Genç adam, derisinin altından kemiklerini fark edebileceğiniz türden yüzlerden birine sahipti. Kafatası bile çekici olabilirdi. Hafifçe parlayan, incecik, yağlı bir burun; tüttürmekten ve Bedales’li kızlara strip pokerde bilerek yenildiği uzun gecelerden kalma, neredeyse çürümüş gibi duran gözaltları. Kediyi andıran bir şey vardı onda: Düzgün kaşlar, mahcup bir edayla bükülmüş bir ağız, kuru, çatlak ve şu anda Bulgar kırmızı şarabıyla boyanmış, dolgun ve koyu renkli dudaklar. Neyse ki saçlarının biçimi dehşet vericiydi, yanları ve arkası kısaydı ama Ön tarafla gülünç, kabarık bir kısım vardı. Nasıl bir jöle kullandıysa şimdi etkisi geçmiş, ön taraftaki saç aptal küçük bir şapka gibi kabarmıştı.

Hâlâ gözleri kapalı bir halde burnundan dumanlar çıkarıyordu. Seyredildiğini bildiği açıktı, çünkü bir elini koltuk altına sokmuş, pazısını ve göğüs kaslarını şişiriyordu. Bu kaslar nereden geliyordu? Çıplak yüzmeyi ve bilardo oynamayı saymazsan, spor etkinlikleriyle kazanılmadığı aşikârdı. Muhtemelen, menkul kıymetler ve iyi mobilyalar gibi, ailede nesilden nesile geçen bir tür iyi sağlığın işaretiydi. Yakışıklı ya da güzel, her neyse, buna rağmen, dört yıllık üniversite hayatının sonunda şal desenli donu kalçalarından aşağıya inmiş olarak genç kızın minicik kiralık odasındaki tek kişilik yataktaydı. Yakışıklı, ha! Kim olduğunu sanıyorsun, Jane Eyre mi? Büyü artık. Mantıklı ol. Öyle kendini bırakma.

Sigarayı adamın ağzından çekti. “Seni kırkında hayal ediyorum,” dedi sesinde bir imayla. “Şu an bile gözümde canlandırabiliyorum.”

Genç adam, gözlerini açmadan gülümsedi. “Devam et.”

“Pekâlâ…” Yorganı koltuk altlarına sıkıştırarak toparlandı kız. “Üstü açık spor bir arabanın içinde, Kensington, Chelsea ya da ona benzer bir yerdesin ve arabanın en ilginç özelliği sessiz olması, çünkü o zaman bütün arabalar sessiz olacaklar, bilemiyorum, hangi yıl, 2006 mı?”

“2004…”

“Ve bu araba King’s Road’un on beş santim üzerinde havalanarak gidiyor, küçük göbeğin deri kaplı direksiyonun altında küçük bir yastık gibi duruyor; şu arkasız eldivenlerden giymişsin, saçların seyrelmiş, çenen görünmüyor. Kızarmış hindi gibi teninle, küçük bir arabada şişman bir adamsın…”

“Pekâlâ, konuyu değiştirebilir miyiz?”

“Ve yanında oturan güneş gözlüklü kadın senin üçüncü, hayır, dördüncü karın; çok güzel bir kadın, bir manken, hayır, eski manken değil, yirmi üç yaşında; Nice ya da benzeri bir yerde, o bir arabanın kaputuna uzanmışken bir otomobil fuarında tanışmışsınız; kız muhteşem ve kaim kafalı…”

“Evet, bu güzel. Çocuk var mı?

“Çocuk yok, sadece üç boşanma. Aylardan temmuz, günlerden cuma ve sen sayfiyedeki evine doğru yol alıyorsun; arabanın küçük bagajında tenis raketleri, kriket sopaları, iyi şaraplar. Güney Afrika üzümleri, zavallı küçük bıldırcınlar ve kuşkonmazlarla dolu bir sepet var; rüzgâr saçlarını uçuruyor ve sen kendinden ve iki yüz adet bembeyaz, pırıl pırıl dişiyle sana gülümseyen üç numaradan ya da dört numara, her neyse, o kadar hoşnutsun ki, sen de ona gülümsüyorsun ve birbirinize söyleyecek hiçbir şeyiniz, kesinlikle hiçbir şeyiniz olmadığını düşünmemeye çalışıyorsun.”

Aniden sustu. Çıldırmış gibisin, dedi kendi kendine. Çıldırmış gibi görünmemeye çalış. “Tabii, bir teselli olacaksa eğer, hepimiz bunlar olmadan çok önce bir nükleer savaşta ölmüş olacağız!” dedi gülümseyerek, ama genç adam hâlâ somurtarak bakıyordu

“Belki de gitsem iyi olacak. Bu kadar sığ ve yozlaşmış bir adamsam…”

“Hayır, gitme,” dedi kız telaşta. “Saat sabahın dördü.” Yüzlerinin arasında birkaç santim kalana dek yalağın içinde kaydı genç adam. “Bu fikre nereden kapıldığını bilmiyorum, beni o kadar az tanıyorsun ki.” “Türü biliyorum.” “Tür mü?”

“Sizi Modern Diller’in oralarda takılırken görüyordum, birbirinize anırıp smokinli partiler düzenlerken…”

“Benim smokinim bile yok. Ve kesinlikle anırmam…”

“Akdeniz’de teknelerle dolaşırsınız, lay lay lom…”

“Bu kadar rezil biriysem…” Eli genç kızın kalçasında dolaştı.

“…öylesin.”

“… öyleyse neden benimle yatıyorsun?” Şimdi eli sıcak, yumuşak butlarındaydı.

“Aslında seninle yattığımı düşünmüyorum, yattım mı?”

“Pekâlâ, duruma göre değişir.” Eğilip öptü. “Kendini ifade et bakalım,” Eli genç kızın omurgasındaydı, bacağı kızın bacakları arasına sürtünüyordu.

“Aklıma gelmişken,” diye mırıldandı kız, ağzını erkeğin ağzına bastırarak.

“Ne?” Bacaklarının kendi bacaklarına dolanıp onu kendine doğru çektiğini hissetti genç adam.

“Dişlerini fırçalamalısın.”

“Senin umurunda değilse, benim de değil.”

“Gerçekten berbat,” diyerek güldü. “Şarap ve sigara kokuyorsun.”

“Pekâlâ, öyle olsun. Sen de öyle.”

Öpüşmeyi yarıda keserek kafasını arkaya doğru attı genç kız aniden. “Ben de mi?”

“Benim için fark etmez. Şarap ve sigarayı severim”

“Bir saniye bile duramam.” Yorganı fırlatıp genç adamın üzerinden tırmanarak atladı

“Nereye gidiyorsun şimdi?” Elini kızın çıplak sırtına koydu.

“Kenefe gidiyorum,” dedi genç kız, gözlüğünü kitap yığının üzerinden kaparak; Milli Sağlık Servisi’nin verdimi büyük, siyah çerçeveli, standart gözlüklerden.

“Kenef, kenef… üzgünüm, ne olduğunu çıkaramadım…”

Emma, bir kolu çaprazlama bir şekilde göğsünün üzerinde…

Bir önceki yazımız olan Sil Baştan Kitap Özeti başlıklı makalemizde Ken Grimwood kitapları, Ken Grimwood romanları ve Ken Grimwood Sil Baştan kısa özeti hakkında bilgiler verilmektedir.

Read more http://www.kitapozeti.org/bir-gun-kitap-ozeti.html

Related Articles

Yüreğim Seni Çok Sevdi Kitap Özeti (Canan Tan)

admin

Umudunu Kaybetme Kitap Özeti

En Son Yürekler Ölür Kitap Özeti