Roman özetleri

Begüm Bir Devrimin Ruhu Kitap Özeti

Kenize Mourad, Kuzey Hindistan’daki Awadh Krallığı’nın Begüm Hazret Mahal’in çok az bilinen hikâyesini konu ettiği romanında, İngiliz işgaline karşı 1857 yılında gerçekleşen ve Begüm’ün bizzat başını çektiği Sipahi Ayaklanması’nı anlatırken bugünün dünyasına da göz ardı edilemeyecek göndermelerde bulunuyor.
Begüm, fazla tanınmayan ama cesareti ve kahramanlığıyla Hindistan’ın bağımsızlık savaşında ilk adımı atan benzersiz bir genç kadının romanıdır. Saraydan Sürgüne, Toprağımızın Kokusu adlı kitaplarıyla tanıdığımız Kenizé Mourad, bu kez 1856 yılında ülkenin büyük bölümünün mutlak hâkimi olan İngiliz Batı Hint Kumpanyası’nın, Kuzey Hindistan’ın en zengin devleti bağımsız Awadh’ı ilhak etmeye, bu devletin kralını sürgüne göndermeye kalkmasıyla yol açtığı büyük bir ayaklanmayı anlatıyor. Bu ayaklanmanın lideri ise kralın dördüncü karısıdır.
Awadh Krallığı’nın başkenti olan, ihtişamı ve farklı toplumların uyumlu yaşamları nedeniyle “Altın ve Gümüş Şehir” olarak tanınan Lucknow bu ilk bağımsızlığın merkezi olacak; en acımasız katliamlar, en inanılmaz yiğitlikler, en iğrenç ihanetler, aşkların en umutsuzu, en yasağı burada yaşanacaktır.Begüm, bir devrimin ruhunun ve unutulmaz bir kadının öyküsü.
Bu öyküdeki tarihi olaylar ve kahramanlar gerçektir.
Bu destan Kuzey Hindistan’da, gücünün doruğundayken günümüz Uttar Pradesh eyaletine denk olan, Fransa’nın yarı büyüklüğündeki Awadh Krallığı’nda gelişmiştir.

“Krala yine hakaret etti!”
Peşinde şaşkın hizmetkârları. Melike Kishwar hiddetle odasını arşınlıyor. Gencide kendine bu kadar hakimken, öfke soluğunu öylesine kesmiş ki, konuşmakta zorlanıyor. Buranın efendileriymiş gibi davranan ve çok saygın hükümdarını, sevgili oğlunu günden güne daha çok aşağılayan şu “İngjlizlerden” nasıl da nefret ediyor. Anık Awadh Krallığı’nın birinci kadınefendisi olarak bu görgüsüzlere bazı yasaklar… Yasaklar mı? Sıkıntıdan dupattasınız’ atıyor, etkileyici hatları ortaya çıkarken, ufak tefek bir hizmetkâr telaşla etolü yerden alıyor. Ne yapabilir ki? “Dost ve koruyucuIarının” giderek artan isteklerine karsı çıkması için krala o kadar çok baskı yaptı ki, aslında yumuşak huylu olan Vacid Ali Şah bile sonunda kendini tutamadı:
“Rica ederim, bu konuya bir daha dönmeyiniz, çok muhterem validem. Kumpanya zaten krallığa el koymak için bahane arıyor; o bahaneyi biz vermemeli, aksine sadık müttefikler gibi davranmalıyız.”
İçinden, “Sadık müttefikler mi? Bu hainlere karşı?” diye sormak geçerken, kralın bir bakışıyla susmayı yeğledi, öylesine üzgün, öylesine umarsız bir bakı; ki, ısrar etmenin boşuna, hatta acımasız olacağını anladı. Oğlunun sadece görüntüde hükümdarı olduğu krallığın gerçek efendisi, güçlü İngiliz Batı Hindistan Kumpanyası yöneticisi Vali tarafından yıllardan beridir içine sokulduğu alçaltıcı konumdan en fazla acı duyan, yine bizzat oğlu değil miydi? Yüz yıldan beri baskılarla, tehditlerle ve yalan vaatlerle egemen krallık ve prensliklere birbiri ardına el koyan bu Kumpanya’nın elinde, bir kukladan farksız oğlu?
Anlayamıyor bir türlü… İsler buraya nasıl geldi?
Odanın girişindeki ağır perde aralanıyor: Beyaz şalvarının üzerine mor kadifeden bir tunik giymiş haremağası, Majestelerinin birinci ve ikinci eşlerinin geldiklerini bildiriyor. Kadınlar, eteklerinin ipek hışırtısını sürüyerek, gururlu tebessümler ve görkemli adımlarla içeri girdiler; çok açık tenleri kanlarının saflığını kanıtlıyor. Birinci kadın otuzlarında, ikincisi biraz daha genç; aşırı tatlıyla birlikte tembelliklerinin eseri şişmanlık, ikisini de zamanından önce yaşlandırmış. Umurlarında değil: ikisi de erkek çocuk anası, Zenana kurallarına göre birbirlerinden nefret etmeleri gerekirdi -bu kapalı ortamda iktidar mücadeleleri acımasızdır- oysa arkadaşlar, en azından öyle diyorlar.
Melike Kishwar saf değil: Birinci gelininin becerikliliğine hayran. Sabırsız ve titiz bir sevgiyle, bir anlık özgürlük tanımadan rakibesini kendine bağlamak, emrine en önemsiz sözlerini bile gelip aktaracak hizmetkâr ve haremağaları vermek, oğullarının birbirlerinden vazgeçemeyeceğine inandırmak, kısacası genç kadını bitmek tükenmek bilmez bir sevginin Örümceğimsi ağına sarıp sarmalamak: Komplo kurmasını önleyecek daha iyi bir yol olabilir mi? Sessiz Revnak Ara’nın Alam Ara’yla boy ölçüşmesi imkânsız. Oysa başvezir kızı olarak uzun bir süre Vacid Ali Şah’ın gözdesi olmuştu; kral sarayını süsleyen bütün güzelliklerden sıkıldığı gibi, zamanla bu güzel kadından da usandı.

Alam Ara, Rajmata karşısında adaba uygun saygılı bir temennadan sonra doğruluyor.
“Neler oluyor, Huzur?’ Haremağaları, İngiliz’in küstahlıkta daha da ileri gittiğini, hatta Haşmetmeaplarını tehdide bile cüret ettiğini anlatıyor. Bir şeyler yapmamız gerek!”
Gözlerinde şimşekler çakıyor. Hükümdarına ve efendisine hakaret etmek, bizzat onu aşağılamak demek ve Delhi’nin en soylu ailelerinden gelmekle övünen birinci kadın, bu sürekli aşağılamaların ıstırabını derinden hissediyor.
Melike Kishwar, alaylı tebessümünü gizlemeye çalışmıyor: Gelininin gururunun farkında, ama bir gün o çok arzuladığı ana kraliçelik makamına geçebilmek için, o lanetli efendilere karşı en ufak bir şey yapmayacağını da biliyor.
“Gidip oğlumu görün, çok etkilendi, ne kadar hassas olduğunu bilirsiniz. Etrafını alın, saygı ve sevginizle bu üzücü sahneyi unutturmaya çalışın; yapabileceğiniz tek şey, bu.”
Elinin bir hareketiyle, gidebileceklerini belirtiyor. Bugün, yakınmalarını dinleyecek, saatler boyunca olmayacak komplolar kurmalarına kulak verecek durumda değil. Tehlike yaklaşıyor, hissediyor bunu; falcısına danışması gerek.
Bir hizmetkar, kralın iki eşine, hükümdarın perihanede, Kayzerbağ parkının ortasındaki “periler evinde” olduğunu söylüyor.
Kayzerbağ ya da “İmparator bahçesi”, dev bir parkın çevresine inşa edilmiş, dört köşeli bir saraylar topluluğudur ve soluk sarı kaplamalarının, çiçekli turkuvaz balkonlarının barak aşırılığını Vcrsailles’ı andıran yarımayaklarla çevrili yüksek kemerlerle uyuştururken, Mugal üslubu sayısız kubbe, insana Doğu’da olduğunu hatırlatır. Vacid Alî Şah daha veliahtken ve sayısız karın, gözdesi ve rakkasesi için Louvre ve Tuilcries Saraylarının toplamından da büyük bu görkemli yapıyı ısmarlarken, bu karışık üslubu amaçlamıştı.
Çeşmelerle, beyaz mermerden Venüsler ve Küpidlerle süslü perihane; bütün kraliyet topraklarından güzellik ve zarafetleri sayesinde toplanıp, musiki ve süre gönül vermiş hükümdarın sanatçı kumpanyasını, korosunu ve bale topluluğunu meydana getiren genç kızlar için kurulmuş bir müzik, raks ve ses okuludur. Kralın kendisi de manzume düzmekte çok başarılıdır, Hindi olsun, yabancı olsun7 birçok uzmanın beğenisini kazanmış yüz kadar derleme yazmıştır.
İki begüm perihaneye girdiklerinde, “periler” tarafından sahnelenen tiyatro gösterisi henüz başlamıştı.
Sahnede, kabarık etekler ya da Britanya subaylarının kırmızı üniformasını giymiş, işgalciyi taklit eden ilginç insanlar, kalın halılar üzerine serpiştirilmiş kadife yasaklara uzanmış onlarca genç kadının alkış ve kahkahaları arasında nutuklar çekiyor.
Elma yeşili kabank bir etek giymiş şişman bir hanım, tiz, sesiyle, “Bu yerliler gerçeklen ahlak anlayışından yoksun, sayısız karılan, cariyeleri var!” diyor.
“Zavallı yaratıklar, ram da oluyorlar, ne onursuzluk!”
“Ne yapsınlar, köle zihniyeti işle. Kocam böyle birine bakmaya cüret edecekti ki!..”
Bir kenarda iki subay, yorum yapıyor:
“Bana kalırsa, ahlak anlayışlarını değil, davranışlarını eleştirdim. Şimdi biz tutup birer metres bulsak, bunu ilan etme aptallığını gösterir miyiz? Sıkıldığımız zaman bırakırız. Üstelik kadın bir de hamileyse, bizi hiç ilgilendirmez! Oysa burada, bu aptallar bir güzelle yattıkları için kadına bir ünvan ve barınak vermek, her piçi de yasal çocukları gibi kabullenmek zorunda sanıyor kendilerini! Biz de öyle davransak, ne miras sorunları çıkardı, düşünsene!”
Pembe bir etek genizden gelme seviyle arıya giriyor:
“İnanmayacaksınız, hizmetkârlarımdan biri, bana kocan için ikinci bir es bulduğunu anlattı; dediğine göre artık yaslanmış, adamın yatağını paylaşmak ve ev isleriyle uğraşmak istemiyormuş. İkinci kadın bütün bunları üstlendiği gibi, bizimkine saygı gösteriyormuş, hatta… şükran doluymuş.”
“Bu Müslümanlarda gerçekten hiç ahlak yok!”
“Hindular sanki daha mı iyi?”
“Müslüman ya da Hindu, bu insanların tembellik ve cinsellikten başka bir yasası yok,” diye araya giriyor mavi bir etek, “Hangi Hıristiyan kadın hiçbir zevk almasa da, karılık görevini yapmamayı düşünebilir? Kocam benimle… neyse işte, dualarımı ederim.”
“Hepimiz de öyle, canım. Bu iğrençliklerden ancak sürtükler hoşlanır!”
Peri hanedeki izleyiciler artık kahkahalarını tutamıyor. Alaylar havada uçuyor, oyuncular devam edebilmek için epeyce beklemek zorunda kalıyor.
Kırmızı bir üniforma, sahnenin önüne ilerliyor
“.Sürtük olsun olmasın, bu Hintliler talihli: Bizim dışarıda aramak, tehlikelerine -ve masraflarına- katlanmak zorunda olduğumuzu evlerinde buluyorlar.”
“İtiliyor musunuz,” eliyor hemen yanındaki, “bundan otuz yıl kadar önce, genç İngiliz kızlarının evlenmek için Hindistan’a gelip yol yordam yerleştirmesinden rina’, her subayın evinde bir ‘bibi’, yani yerli metres vardı; uysal, sadık, şehvet li… O zaman buraları cennetmiş!”
Güzlerini göğe kaldırıp, iç geçiriyorlar.
“Belki de bu zavallıları suçlamak yerine, acımak daha doğ ru olur,” diyor toprak renkli, cılız bir eteklik. “Kimileri şebek ya da fil kafalı ilâhlara tapıyor, bazıları da sahte bir peygambere inandıkları yetmezmiş gibi, Kutsal Teslis yüzünden bizi çoktanrılıkla suçluyor. Neyse ki birkaç yıldır misyonerlerimizin sayısı giderek artıyor. Dediklerine göre, din değiştirenler oluyormuş..-”
Konuşması gürültülü itirazlarla kesiliyor; o ana kadar gülmekten katılan izleyiciler, öfkeden köpürmüş:
“Yalan! Kalleş İngilizler bu yalanlan bizi bölmek için yayıyor! Tanrılarını bir lokma ekmek olarak yiyen bu yamyamlara kim benzemek ister? Çarmıha gerdikleri bir Tanrı, üstelik…”
“Hanımlar, sakin olun!”
Duyulan, ciddi ve yüksek bir ses. Kadınlar bir anda susup, sevgili efendilerinin uzandığı altın ayaktı divana dönüyor.
Vacid Ali Şah, otuz dört yaşında, açık tenli, kapkara saçlı, güzel bir erkek. Zenginlik ve güç belirtisi şişmanlık, her hareketinin ihtişamını aratıyor. Sanki küçük ve zarif elleri yü züklerin ağırlığını taşıyamayacak gibi, ama asıl dikkat çeken, gözleri: yumuşak tebessümüyle üzüntüsünü gizleyemediği, koskocaman, kapkara gözler.
“Bazılarının din değiştirdiği ya da en azından değiştiririmiş gibi yaptığı maalesef doğru. İnandıkları için değil – insan bu saçmalıkları nasıl inanır? ingilizler bile açıklayamadıkları için bunlara gizem diyor Bana sorarsanız, bu sözde din değiştirmeler
sefaletle ilgili Voksullar arasında oluyor çünkü misyonerler onlara para dağıttıkları gibi, çocuklarının eğitimini de üstleniyor.
“İyi ama,” diye itiraz ediyor kadınlardan birisi, “din değiştirince bütün çevreleri tarafından küçümseniyorlar!”
“Zaten yabancıları kandırdıklarını ve gizliden gizliye atalarının dinine uymayı sürdürdüklerinden onun için eminim ya.”
Gözlerini kızların üzerinde gezdiriyor:
“Bu öğleden sonranın eğlencesine dönersek, çok keyifli buldum. Kime borçluyuz?”

Büyük ycşil gözleri mat cildiyle tezat yaratan genç ve narin bir kadın ilerliyor; elini saygı belirtisi olarak alnına götürüp, zarafetle eğiliyor.
“Hazret Mahal! Şair olduğunu biliyordum ya, keskin taşlama yeteneğinden haberim yoktu. Bu zor günümde beni güldürmeyi basardın. Sana verdiğim iftihar ün-Nisa’ lakabını gerçekten hak ediyorsun.” Parmağından kocaman bir zümrüt çıkarıp, “Al,” diye uzatıyor. “Minnetimin belirtisi olarak, al.”
“Kadınların övüncü,” diye alayla gülüyor, Hazret Mahal’i başından beri çekemeyen Alam Ara. Çevresindekiler ya birinci kadının gözüne girmek için ya da hükümdarın dikkatini çeken bütün kadınlara duydukları kıskançlıktan, baslarını sallayarak onaylıyorlar.
“Bağışlayın, Huzur,” diye başlıyor söze birinci kadın, ama uİngilizlerle böyle alay etmenin tehlikeli olabileceğini düşünmüyor musunuz? Bir öğrenseler…”
“Eğer öğrenirlerse, bu sarayda casusları var demektir, buna inanamam,” diyor kral, alaycı bir tebessümle. “Ama eğer oyunlarımızın yankısı oraya kadar giderse, bizimle alay ettikleri kadar bizim de onları alaya aldığımızı anlamalarına hiç üzülmem. Onların topu var, bizimse tek silahımız kahkahalarımız ve bunlardan vazgeçmeye hiç niyetim yok!”
Vacid Ali Şah, sözlerini bitirince kalkıyor; yüzünde aynı tebessüm, perilerine veda ediyor.
… Çok iyi biri, fak yıımuşak, belki de fazla…
Hazret Mahal, ısrarla geri gelen kelimeleri, daha birkaç gün önce, aslında kocasının en iyi dostu Raca Jai Lal Singh’in dudaklarından dökülünce bir tokat gibi saklayan, sevdiği erkeğe, hayran olduğu hükümdara uymayacak sözleri kovmaya uğraşıyor.Haremde, Sadaret Meclisi’nin toplandığı Divan-ı Has’a bakan kuzey ıcrasa çıkmıştı. Yüksek müşrefiyelerin  arkasında, kimseye görülmeden devlet ricalinin gidiş gelişlerini görecek, böylelikle kadın ve haremağalarının gevezeliklerinden kurtulacaktı.
Saray erkânının dolgun siluetlerine ters düşen zarif ve ince birisi, iki kişiyle sıkı bir tartışmaya girişmişti:
“İçinde bulunduğumuz koşullarda, buna bilgelik denemez! Biz ne kadar geri adım atarsak, İngilizler bizi keyifle rince yönetmekte haklı olduklarına o kadar çok inanacaktır. Kral Hazretleri onlara hadlerini bildirmeli, ama maalesef çok güçsüz.”
Hazret Mahal büyük bir şaşkınlıkla eğilince, açıksözlülü-ğüyle olduğu kadar hükümdara bağlılığıyla tanınan Raca’yı tanıdı.
Üstelik sarayda böylesi sadıkların sayısı da çok değildi. Midesine bir yumruk yemiş gibiydi, öfkeden titriyordu
Kral mı güçsüz? Milyonlarca tebaasının kaderine hükmeden, onları yönetip koruyan kral! Aceleyle dairesine dönüp hizmet kârlarını savdı. Sükûnete ihtiyacı vardı.
Divanın üzerine büzülmüş, hâlâ titriyor; bu kez öfkeyle değil, korkuyla. Babasının ölümünde yaşadığına benzer, tuhaf bir duygu. Henüz on iki yaşındaydı, annesi onu doğururken öldüğü için, kendini öksüz ve yetim bulacaktı. Onu seven ve koruyan tek varlığı yitirmişti, artık savunmasızdı.
Bugünkü gibi… Daha neler! Ne saçmalıyor? Bugün talim kral hüküm sürüyor, üstelik genç ve sağlıklı; kendisi de kralın eşlerinden biri, ona babasının kopyası bir de erkek çocuk do ğurmuş.
On yıl önce, çocuğunun doğumunu müjdeleyen on bir pare top atışını hatırlıyor. Vaeid Ali Şah o sırada veliaht prensi ve bütün saray, taht sırasında ancak dördüncü olan bu koca…

Related Articles

Beyaz Gemi Özeti

Futuhu’l Gayb – Alemlere Açılan İnanç Kapısı Kitap Özeti

ACIMAK