Roman özetleri

Gördüğüne Asla İnanma Kitap Özeti

“Ben saf aşkın, Tanrı korkusunun, bilginin ve kutsal umudun anasıyım.”

“Öldürüp hayat verenim ben ve hiç kimse bensiz kurtuluşa eremez.”

Ünlü bir psikiyatrist merakı yüzünden kış uykusundaki canavarı uyandırır ve insan avının başlamasına sebep olur… Genç ve güzel bir kadın sevdiği adamı korumak için ruhunu şeytana satar… Ve polisler; büyük bir yapbozun parçaları gibi birbiriyle alakasız görünen cinayetleri çözmek için katile adım adım yaklaşan tek kişinin peşine düşerler…

“İlk sayfadan itibaren olası şüphelilerin etrafındaki çemberin daraldığını göreceksiniz ama bu, işinize yaramayacak: Az sayıda karakterin yer aldığı bu entrikada hiçbir şey aslında göründüğü gibi değil, her türlü detayı ve ipucunu toplama yetisine sahip olmalısınız. Olayları çözdüğünüzü sandığınız anda ortaya çıkacak bir gelişme ile şaşıracaksınız.”
Orasenzombra

“Muhteşem bir gerilim; sınırları zorlayan, canlı ve zekice bir anlatım…”
Leone Editore

***

Trevis kendine ve öğrendiklerine inanmak istemiyordu. Hatta o sabah, ortasında Milano Devlet Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü’nün yükseldiği Guastalla Bahçeleri’ne doğru giderken kalbinin bir parçası olanlara inanmayı hâlâ reddediyordu.

Hava çok soğuktu. Nefesi âdeta geceleri şehrin üstüne tüm ağırlığıyla çöken sise karışıyor, bu sert iklimde yoğunlaşıp buharlaşıyordu.

Geçirdiği son bir haftayı hayatından silmek için neler vermezdi. Günlerdir peşindeki o derin gerçeküstü hissin, tüm olup biteni ardından sürükleyerek yok olup gitmesini ne kadarda isterdi.

Çakıl taşlarının üstünde ayakkabılarının çıkardığı gıcırtılar, etrafindaki yoğun ve hayali sessizliği bölüyordu. Paltosuna sıkıca sarıldı; bahçelerin arasından hızla geçti.

Titriyordu ama bunun tek sebebi soğuk değildi. Son günlerde kendini birçok farklı ruh hâli içinde bulmuştu; önce acı, sonra şüphe ve en sonunda güvensizlik. Şimdiyse sıra en ilkel ve hatta ince kristal yapısı içinde belki de en saf duygudaydı. Artık sıra korkudaydı.

Binanın eşiğinden geçer geçmez içerideki sıcak ve ağır hava sardı etrafını.

Onu güvenlik görevlisi karşıladı:

“İyi günler Profesör, herkes geldi bile. ”

Trevis özensizce selam vererek ilerledi. Son yedi günde yaşananlar kim bilir kaçıncı kez gözlerinin önünden geçiyordu.

Enstitünün geniş ve uzun koridoru hiç bitmeyecekmiş gibi duruyordu, zoraki bir ironiden cesaret bulmak istercesine aslında bitmemesinin hiç de fena olmayacağını düşündü. Toplantı odasının yer aldığı en sondaki kapının ardında, öğretim üyelerinden oluşan üst düzey ve asil kurulun üyeleri bulunuyordu. İçlerinden biri, kendisinden hiç şüphelenilmeyecek bu kişi bir katildi. Soğuk, zalim ve acımasız bir katil…

Yüzündeki damarların tekrar hareketlendiğini hissetti, koridorda yankılanan ayak seslerini dinledi. Sonunda korkunun hâkimiyeti ele geçirdiğini fark etti, birdenbire tüm boyutlar genişler gibi oldu; kapı… O kapı artık inanılmayacak kadar uzak görünüyordu, başka açılar kazanmış gibi asimetrikti.

Trevis mantığını kullanarak bu ruh hâliyle savaşmaya çalıştı. Dışavurumcu sinemanın ustası Dreyer’in dersini hatırladı: İzleyicinin içinde korku yaratmak ve onu dehşete düşürmek için korkunç sahneler göstermeye gerek yoktur, bunun için sadece bir tane kapı yeterlidir. Kapalı bir kapı, ardında kötülüğün patlamaya hazır olduğu bir habisin varlığını yaşatan kırılgan bir bariyer gibidir. İşte o zaman yapay fotoğraf karelerine gerek kalmaksızın izleyicinin içinde kendi hayaletinden doğan, tabii bir korku oluşur.

İşte Trevis gördüğü o kapıyla aynı anda başka bir kapı daha açacaktı; vahşet ve cinayetle yaşayarak bütün masumiyetin kaybolduğu, soğuk ve karanlık kötülüğün ortasına açılan bir kapı…

Kapının ona buz gibi gelen kolunu tuttuğunda biran için duraksadı. Sadece bir saniye sonra toplantı odasına girmiş olacaktı, içinde yedi arkadaşının ve kendisini gülümseyerek karşılayacak katilin bulunduğu toplantı odasına…

Bir hafta önce, 1984 Ocak ayının son günleri, Milano

Yarı karanlığa gömülü odayı pipo kokusu sarmıştı.

Yoğun ve gergin sessizliği bölen sinsi bir saat tıkırtısı vardı. Kısık bir ses duyuldu:

“Çocukken yaşadığımız evin giriş katında, birçok kapının açıldığı geniş holdeydim. Dikkatim hemen en uçta, merdivenin altındaki bodrumun küçük kapısına yöneldi. Sanki diğer kapıların ardında, tanıdık odalar yoktu; kendimi bitkiler ve uzun boylu çalılardan oluşan üstü açık bir labirentin içinde bulacağımı, ışıktan gözlerimin kamaşacağını biliyormuşum gibi… Bodruma yöneldim… Evet, tek çıkış yolunun orası olduğunu biliyordum.”

“Çıkış yolu mu?”

Profesör Meriurgo yerine iyice yerleşti, koltuktan belli belirsiz bir çıtırtı duyuldu.

“Daha iyi düşününce… Aslında korku ya da endişe içinde değildim, birinden ya da bir şeyden kaçmıyordum ama ilerlemek zorundaydım. Durum aynen şöyleydi: Eski evimin giriş holü sadece bir geçiş yeriydi ve tüm diğer kapıların bir labirente açıldığı düşünülürse ilerleme imkânını sunan tek seçenek bodrumdu.”

Profesörün iri cüssesi altındaki koltuk yine inledi. “Merdivenlerden inmeye başladım. Karanlık ve dar bir yerdeydim. İnerken basamaklar gittikçe daha dik, dar ve kıvrımlı bir hâl almaya başladı ve en sonunda çok sıkışık bir spirale dönüştü. Kollarım ve kalçalarım yandaki duvarlara sürtüyordu ve iki büklüm kamburum çıkmış bir şekilde ilerlemek zorunda kalıyordum. Etrafta çok belirgin bir nem kokusu vardı. O andan itibaren kendimi derin bir huzursuzluğun pençesinde bulduğumu söylemeliyim. Ama bu sıkıntı hissi beni yolumdan döndüreceği yerde, beni doğru yolda olduğuma daha da çok inandırıyordu. Sonunda sıkışık bir tünel hâline gelen, sürten taşlardan dolayı her yanımı kan içinde bırakan bu yolu tamamlayıp dışarı çıktım.”

Ses, devam edecek cesareti toplamak istercesine durakladı. “Kendimi, üstü sarkıtlarla kaplı dev gibi bir yeraltı mağarasında buldum, baş döndürücü korkunç bir uçurumun kenarındaydım. Sanki ikiye bölünmüş gibiydim ve bir yandan uçurumun derinliğini inanmaz gözlerle incelerken bir yandan da uçurumun aşağısından diğer yarıma bakıyordum, tıpkı İlahi Komedya’daki Doré* illüstrasyonlarına benziyordu. Huzursuzluk bana, bu karanlık uçurumda ne kadar büyük bir tehlike içinde olduğumu hissettirmeye başladı. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yorucu ve acı verici bir inişti bu. Gücümün sınırlarına dayanmıştım ki sona vardım, oradan daha aşağıya inmek imkânsızdı. Ters bir koninin tepesindeymiş gibiydim, bir kaynaktan biraz büyük ama inanılmaz derinliğe sahip bir yeraltı gölünün kıyısındaydım. Su durağandı ama tamamen hareketsiz değildi, sanki kendi hayatı varmış ve içinde nefes alıp veriyormuş gibiydi.”

Odanın yoğun havası içinde Profesör Meriurgo’nun piposundan ince bir duman yükseliyordu.

“Elimi suyun siyah yüzeyinde dolaştırdım ve altında hiçbir şey olmadığını fark edince sanki bir şey bulmayı bekliyormuş gibi şaşırdım. Hayal kırıklığı içinde, tüm bu yolculuk bir hiç içinmiş, diye düşündüm. Ama sonra birden derinliklerde bir titreşim, hareket fark ettim. Daha iyi görebilmek için yaklaşarak eğildim ve birkaç saniye içinde iki kırmızı ışığın yanıp söndüğünü gördüm. Bunlar, yılanın parlak yakuttan yakıcı gözleriydi. Büyük ve görkemli kıvrımlarıyla bedeninin gücünü gözler önüne seriyordu. Tükenmiştim ve felç olmuş gibiydim, kaçmak istiyor ama hareket edemiyordum. Yılan, suları korkunç bir ses çıkararak yardı ve muazzam gövdesiyle dimdik yükseldi. Karşımda öylece hareketsiz durup ateş gibi gözleriyle hiçbir şey yapmadan bana bakmaya başladı, etrafta midemi kasan bir gerginlik vardı. Yaşadığına dair tek hayat belirtisi nefes alırken çıkardığı tıslamaydı. Nefesi buz gibi ve ağırdı. Beklenmedik bir şekilde bu heykelde bir soyluluk fark ettim ve benim düşmanım olmadığını anladım. İçimdeki tüm endişe birden kayboldu. Artık yeni bir güven duygusu içimi güneş gibi ısıtmaya başlıyordu. Bir elimi yavaşça ona doğru uzattım, yılan hemen eğilerek başını gergin elimin altına yerleştirdi. Böylece bana dokunup beni nazikçe sararak dans etmeye başladı. Cesaretim artmaya devam ediyordu, büyük bir güç hissettim. Yılan beni havaya kaldırıp büyük bir hızla, engel tanımadan beni istediğim yere götürüyordu. Tamamen benim isteklerimin etkisi altındaydı. Sonra elimi büyük bir yumuşaklıkla ağzına alıp bırakmaya başladı. Her şeye kadir olduğumu hissettim ve sarhoş bir hâlde bu büyük gücün tadını çıkarmaya başladım, tıpkı yılanın yaptığı gibi. Her şey görüntü, ses ve binlerce başka hissin hızla koşturmasından ibaretti. Tüm bu uyarıcı faktörlerden allak bullak olmuştum ve artık bunları birbirinden ayırt edemez hâle gelmiştim. İşte o an bakışlarımız kesişti ve yılanın alev alev yanan acımasız gözlerini yeniden gördüm. Kollarımın onun korkunç ağzında ve tüm bedenimin, deli gibi bir hızla hareket etmekte olan kıvrımları arasında sıkışmış olduğunu fark ettim. Tüm o cesaretim ve güneş gibi parlayan gücüm yok oluverdi. Huzursuzluk geri geldi ve her tarafımı bir umutsuzluk sardı, yok olmak üzereyim diye düşünmeye başladım. İşte tam bu esnada sıçrayarak nefes nefese uyandım, kalbim göğsümden çıkacak gibi atıyordu.”

“Müthiş! Fantastik! Tek kelimeyle muhteşem! Daha ne söyleyebilirim ki?”

Profesör Meriurgo cüssesinden beklenmeyecek bir çeviklikle doğruldu, bu esnada piposundan küçük kor parçaları etrafa sıçradı. Duman içinde, bir eliyle kayıt cihazını aranırken ekledi:

“Siz müthiş bir hayalcisiniz! Rüyanızın altındaki anlamlar en az iki dosya doldurmaya yeter.”

Profesör kendini yeniden koltuğun güvenli kollarına bıraktı. Bir süre düşünceli bir tavırla, gözleri kapalı, aslan yelesine benzeyen beyaz saçlı kafası hafif yana yatmış hâlde durdu. Sonra etkileyici bir ses tonuyla tekrar konuşmaya başladı:

“Bu, teknolojik ilerlemeden payını alamamış toplumlarda çok önemli bir rüya olarak nitelendirilir, üstünde düşünülüp kehanetlere varılabilecek bir rüya olurdu. Aslında dünyanın her köşesinde ve her zaman rüyalar önemsenmiştir; Mezopotamya medeniyetinden Antik Yunan’a, günümüzdeki bazı Afrika ve Amazon kabilelerine kadar… Yani eğer siz bu topluluklardan birinde yaşasaydınız büyük bir kâhin olma imkânınız olabilirdi. Bu çok iyi bir kariyer fırsatı biliyor musunuz?”

Profesör yine kısa bir süre durakladı.

“Şimdi, bu rüyayı doğru yorumlamak istediğimizde ortaya şöyle bir sorun çıkıyor: Tüm düşsel öğelerden arınma gerekliliği. Ön yargılı düşüncelerin ve tanım gereği açıklanmış sembollerin kapanına düşmeden, itici güç olan doğru ipi bulmak gerekiyor. Hiçbirimiz Freudçu değiliz ve hâl böyleyken bunu yapmak hiç de zor olmasa gerek!”

*

Trevis kısa bir sürede üçüncü defa saatine baktı. Geç oluyordu, neredeyse yarım saattir Profesör Meriurgo’yu görmek için bekliyordu. Oysa kendisine, gülümseyerek bekleme odasına kadar eşlik eden sekreter, “Sadece birkaç dakika… Ben de şimdi geldim ve Profesör danışanını çoktan kabul etmişti, çok fazla vakit alacağını sanmıyorum” demişti.

Trevis terliyordu. Sıcaklık, dışarıdaki zorlu kış havası göz önünde bulundurulunca önce güzel gelmişti ama gittikçe daha da artıyor gibiydi. Sıkıntıyla yerinden kalkıp koridordan kafasını uzattı ve muayenehanenin kapısına pes etmiş bir bakış attı.

“Bir danışan gibi randevu almalıydım” diye düşündü.

Profesör Meriurgo şehirdeki psikanalistlerin dekanıydı. Çok derin ve ironik düşünceleri vardı, genellikle aşırı derecede oyuncuydu; yetmişli yaşların eşiğinde olmasına rağmen jilet kadar keskin entelektüel zekâya sahipti. Otoritesi ve prestiji ülkedeki kültürel ve bilimsel topluluk tarafından oy birliğiyle tanınmaktaydı. Üniversiteyle yakın ilişki içerisindeydi ama her zaman için kendisine verilen görev ve övgüleri reddetmiş, asil bir baba rolü üstlenmeyi yeğlemişti. Böylece tartışmaları yönlendiren; özel yetenekleri, somut bir şekilde yardımcı olarak, teşvik eden bir yer almıştı. Tıpkı Trevis’in gelişmekte olan yetenekleri karşısında yaptığı gibi.

Profesör Meriurgo’nun ömrü duvarların arasında yaşayıp çalışarak geçiyordu. Asla evinin dışında özel bir muayenehanesinin olmasını istememişti. Entelektüel ve profesyonel hayatını, daha farklı ilgi alanlarına yönelen maddesel hayatından net bir sınırla ayırmak fikri ona çok tuhaf geliyordu. Çareyi, evini girişleri farklı olan iki bağımsız bölgeye ayırmakta bulmuştu. Böylece hem kendine düşen alanda özel hayatını rahatça yaşabilecek hem de birbirlerinden utanabilecek danışanların karşılaşmasını önlemiş olacaktı, iki giriş kapısının birinden içeri giren bekleme odasına geçiyor, oradan da psikanaliz ritüelinin gerçekleştiği muayene odasına giriyordu. Randevu sonrasında muayenehaneyi Profesör Meriurgo’nun eşliğinde başka bir kapıdan terk ediyor, özel bir odaya çıkan koridordan geçip diğer kapıyı kullanarak daireden ayrılıyordu.

İşte, Milano Üniversitesi Psikoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Trevis bu özel odada bekliyordu.

*

Profesör Meriurgo’nun piposu yine iş başındaydı.

“Analizin ilk seanslarında değilsiniz, kafanızda bu rüyayla ilgili bir fikir oluşmuş olmalı…”

Uzanmış olan hasta derin bir nefes aldı.

Ellili yaşlarda, esmer, keskin hatları olan; ince fiziği kalın ve donuk sesiyle çelişen bir adamdı. Rüyasını anlatırken yaptığı gibi gözlerini kapalı tutarak ihtiyatlı bir ses tonuyla konuşmaya devam etti;

“Çok düşündüm; neredeyse sürekli olarak sadece bir yöne doğru hareket içinde olduğum bir rüya bu… Çocukluğumdaki evimden başlayan ve yeraltı gölünün sularının derinliklerine giden bir seyahat…”

Profesör araya girdi:

“Bir seyahat… Burada biraz durup neden ‘seyahat’ kelimesini kullandığınızı düşünmeye çalışalım.”

Profesör kelimelerinin birkaç saniye havada asılı kalması için bekledi.

“Rüyanıza sokakta bulduğumuz ve hiç tanımadığımız bir nesne gibi yaklaşmak zorundayız; onu alıp farklı açılardan gözlemlemeliyiz; özündeki unsurları toplayabilmek için onu birçok yönüyle ele almalıyız. Ancak o zaman bir şey anlayabiliriz.”

Profesör Meriurgo sönen piposunu yakmak için konuşmasına ara verdi.

“Bakın, seyahat kelimesini kullanarak yola çıkış yani hareket etme ve bir yönde ilerleme eğiliminize bir anlam yüklemiş oluyorsunuz… Ama aslında seyahat bir yöne doğru yapılan basit bir hareketten, bir evin içinde ilerlemekten çok daha karmaşık bir şey, katedilmesi gereken bir yolculuk demek. Ama hepsinden önemlisi, gerçekleştirilecek bir amaç anlamını taşıyor.”

“Benim yolculuğum her ne kadar zor ve tehlikeli olsa da kendimi buna bir şekilde katlanmaya ve yola devam etmeye mecbur hissediyorum…” Adamın sesinde bir tereddüt belirdi. “Tüm bunların içinde gözümden kaçan bir hedef var. Bir

————

* İlahi Komedya, İtalyan ozan Dante Alighieri’nin 14. yüzyılda kaleme aldığı ahirete yolculuk yapan bir karakterin ve bu yolculuk sırasında yaşadıklarının anlatıldığı eserdir. Eserdeki olaylar resimlerle desteklenerek tasvir edilmiş, eserin ileriki yıllardaki baskılarında Fransız illüstratör Guslav Doré’nin (1832-1883) illüstrasyonları oldukça yaygın kullanılmıştır.

Related Articles

Don Kişot Yazar:Servantes detaylı kitap özeti

Kendi Everestinize Tırmanın

admin

Kaplanın Sırtında – Livaneli

admin