Nasreddin Hoca’nın hayatı gibi, kişiliği, çevresi ve çevresindekiler üzerine şimdiye değin bir araştırma yapılmış değil. Bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi elde kaynak, malzeme çok az. İkincisi bu kaynak ve malzemelerin gerçeğe uygunluğu su götürmez değil. Elde kala kala, Hoca yahut ona atfedilen fıkralardan başka kaynak kalmıyor. Hoca’ya atfedilen fıkralar, dedik… Gerçekten, kitaba aldığımız fıkraların büyük bir çoğunluğunun rahmetliye ait olduğu öne sürülemez. Ancak, bu fıkralar arasında o kadar çok benzerlik, o kadar çok ortak yön var ki, bunları irdeleyip Hoca’nın kişiliği, çevresi, çevresindekiler hakkında gerçeğe üç aşağı, beş yukarı yakın yargılara varmak mümkün. Türk halk edebiyatı üzerine çalışmalar yapmış Fransız folklorcüsü Edmond Saussey de bu yola başvurmuş. Onun hayatını bir kenara bırakarak, daha doğrusu hayatı üzerinde fazlaca durmayarak, incelemelerini fıkraların özellikleri ile Hoca’nın bu fıkralardan çıkartılacak kişiliği üstüne yöneltmiş. Kanaatimizce en doğru, en bilimsel, en akılcı yol da bu…
Saussey’e göre, bu fıkralardan çoğu, batı milletlerinin halk hikâyelerinde de görülen temalara dayanır. Yazar, bu fikrini payandalayacak örnekleri de bir bir sayıp döker. Sonunda da şöyle der: “Bütün bunlar, Avrupa ve Asya insanlığının ortak malıdır.”
Burada bir dakika durmak gerek…
Doğuda güzel, iyi, doğru ne bulurlarsa derhal batı ile kaynaştırmaya ezelden beri yatkın bir batılı aydının yargısı bunlar… Yanlış anlaşılmasın. Hoca, elbette bütün insanlığın ortak malıdır. Elbetteki onun fıkralarıyla birtakım batı fıkraları arasında ortak yanlar, benzerlikler vardır. Ama Nasreddin Hoca su katılmadık bir “Anadolu”, su katılmadık bir “doğu”dur. Eşeğiyle, sandığıyla, öküzleriyle, kürküyle, çanağı çömleğiyle çanğıyla, kerpiç damlı eviyle, yedikleri içtikleriyle, konuşmasıyla ve hele hele mizahıyla, esprisiyle…
İşte bütün bu nitelikler Hoca’yı batılı benzerlerinden ayırır, biraz daha soylu, biraz daha üst bir köşeye oturtur mizah alanında… Böyle olmasaydı: “Adamın biri yolda giderken eliyle havaya daire çizmiş, daire çok hoşuna gitmiş cebine koymuş!” şeklindeki bir batı fıkrasına katıla katıla gülen batılı; Nasreddin Hoca’nın “göle yoğurt mayası katma” fıkrasını dinledikten sonra, acaba ne demek istedi diye adamın yüzüne bakmaz, fıkra anlatıldıktan sonra birkaç dakika sonra gülmeye başlamazdı.
Sözün kısası: Hoca uluslararası olduğu kadar “nev’i şahsına münhasır” yerel (mahalli) bir mizah kahramanıdır.
Hoca hakkındaki güvenilir incelemelerden birini yapmış olan Abdülbâki Gölpınarlı onun kişiliği hakkında şöyle diyor:
“…Her ne olursa olsun, Hoca, perdecileri olan, harem ağalarının dolaştığı haremlerde, beyaz topuklu, yalın yüzlü hizmetçilerin, nâz ile hırâmân olduğu saraylarda yaşamış bir tip değildir. Hoca, dert çeken, acıkan, ağlayan, bezen, uman, isteyen, inanan ve sırasında inancıyla alay eden, efkârlanan ve sırasında efkârını bir nüktede boğan halktır; hem de tarih boyunca halk.”
Gölpınarlı bu sözlerini kanıtlamak için şöyle devam ediyor:
“Halk, Hocadır. Buna örnek mi istiyorsunuz? İşte bir fıkrası. Ter ü taze, burcu burcu kokmada:
Hocanın bir boğası varmış, yedi köyün ineğine yetermiş. Hükümet bir numune çiftliği yaptırmış, bu boğayı satın almış. Gözleri sürmeli, gerdanı katmerli, tüyleri pırıl pırıl bir inek arz etmişler boğaya, başını çevirmiş. Ondan güzelini bulmuşlar, koklamış, beğenmemiş. Günler günü, bu, böyle gitmiş.
Hocaya başvurmuşlar, ne oldu bu boğaya demişler, yedi köye yeterdi, bir döl alamadık gitti. Gülmüş Hoca, elbette demiş, öyle olacak; hükümet memuru oldu, bugün git, yarın gel diyor.
Şair Orhan Veli Kanık manzum olarak kaleme aldığı “Nasreddin Hoca” kitabının önsözünü Gölpınarlı ‘ya paralel yargılarla bitiriyor:
“Hoca’ya ait hikâyelerin yüzyıllardır, hiç eskimeden yaşaması, onun bir halk kahramanı olmasından ileri geliyor. Hoca, gerçekten zaafları, sıkıntıları, kusurları, korkuları, kısacası her şeyiyle, tam bir halk adamıdır. Bu saydığım hallerse insanî haller. Halktan olmak insan olmayı gerektiriyor. Bu olay, ayrıca bizi bir gerçek üzerinde yeniden düşünmeye sevkediyor. O gerçek de şu: Yaşayacak sanat, zümrelere değil, halka dayanan sanattır. O da bize insanüstünün değil, insanın hâlini anlatır”
İslâm Ansiklopedisinde Ahmet Kudsi Tecer ise Hoca hakkında şu yargılara varmış:
“…Türk dilinin konuşulduğu her yerde ağızdan ağıza dolaşan bu fıkralar her seviyeye, her zümreye mensup insanlar arasında yazılmıştır. Ayrıca Türkçenin komşusu olan konuşma dillerine de geçmiştir. Mizah çeşnisi taşıyan bu fıkralar benzeri olan diğer fıkra çeşitlerinden (Bektaşi, İncili Çavuş, Bekri Mustafa) kolaylıkla ayırdedilebilir. Bektaşi fıkralarının kahramanı isimsiz bir bektaşi babasıdır. Kalender mizacının altında tasavvufî bir endişe sezilir. İncili Çavuş fıkraları efendilerini eğlendirmek için bir saray nediminin mizah şekli altındaki hazırcevaplığıdır. Bekri Mustafa fıkraları ise dar bir çerçeve içinde kalan tiryaki tipine ait fıkralardır. Buna karşılık Hocaya ait fıkralarda “Nasreddin” adı altında ferdî bir mizaç mihver teşkil eder. Nasreddin, ismi ve hüviyeti belli olmayan bir bektaşi, babası gibi, bir zümreyi temsil etmez. Keza bir saray nedimi hüviyetinde olmadığı gibi, atak bir tiryaki de değildir. Onun fıkralarını, diğer fıkra çeşitleriyle meselâ deli, ahmak, hasis, cahil, gibi her cemiyete has insan tipleriyle de mukayese edemeyiz. Nasreddin Hoca fıkralarında daima ferdî mizacına dayanan bir şahsiyet nesci göze çarpar. Gözümüzün önünde, yaşayan, belirli bir insan canlanır. Fıkralarının içinde bir dünya görüşü sezilir. Hoca, aykırı konuşmasını seven, aklı selimi kuvvetli, neş’eli, babacan bir tiptir. Mizacı, hiciv kadar yıkıcı değil, yapıcıdır. Hoca, iyi niyetlerin timsalidir. Onun dünya görüşü akıl ile hissin muvazenesine değer veren ortaçağ sonu Anadolu’sunun ideali olan cemiyet nizamına bağlı, fertçi bir ahlâk görüşüdür. Fıkralarının hususiyeti bur dan doğar…”
Ahmet Kudsi Tecer’in bu son yargısına katılmıyoruz. İlerde rahmetlinin fıkralannın nitelikleri, kişiliği vd. yönleri incelendiğinde onun ferdi bir ahlâk görüşünün yanı sıra, toplumcu davranışlarının da ağır bastığı açık açık anlaşılacaktır. Yoksa, Timur gibi büyük ve aman tanımaz bir istilacıya karşı (gerçek olsun olmasın) halk Nasreddin Hoca’yı karşı çıkartmazdı. Ya da Hoca, böylesine bir ahlâk görüşünü benimsemiş bulunsaydı, kendisi, çıkmazdı Timur’un karşısına. Bir başkası daha var: Kanımızca onu “ortaçağ sonu Anadolu’sunun ideali olan cemiyet nizamına bağlı, fertçi bir ahlâk, görüşünün” sahibi kılmak, onu çok dar bir zaman ve yer içine sokmak, Hoca’ya haksızlık olmaz mı? Bizce o, her yerin, her zamanın mizah kahramanıdır, geçmişin, bugünün ve de geleceğin… Bütün mahalliliğine rağmen!..
“Ortaçağ sonu Anadolu’sunun ideali olan cemiyet nizamına bağlı fertçi bir ahlâk görüşü…”
Tecer’in bu yargısını biraz daha irdelemek yarardan ırak olmasa gerek. Yazarın vardığı yargı ile aynı ansiklopedinin üç cilt sonrası arasında (İslâm Asiklopedisi Cilt: 10, sayfa 384-385) çelişki var. Aşağıda okuyacağımız zaman açık seçik göreceğiz ki, Hoca’nın yaşadığı çağa rastlayan bu çağ Anadolu’da tam bir keşmekeş devridir. Ayaklanmalar, kardeş kavgaları, Moğol talanları v.d. Yani ne toplum düzeni ne de fertçi bir ahlâk görüşü… Bakın ne deniliyor bu konuda, sözünü ettiğimiz eserde:
“Kösedağ muharebesinden (1243) son Selçuklu devletinin tarihe gömüldüğü 1308 yılına kadar, Anadolu sözde sultanların, şehzadelerin birbirleriyle mücadeleleri, devlet adamları ve beylerin ihtirasları ve tahrikleri, suikastlar, Moğollara karşı isyanlar, Bizans’a ilticalar, Moğolların intikam seferleri, kıtaller, malî müzayaka, iktisadî çöküntü ve halkın perişanlığı manzarasını arze-der. Anadolu Selçuklu Devletinin bu devresinde mühim olarak şu hadiseler zikredilebilir: Seyfeddin Torumtay; Cacaloğlu Alaaddin, Hüsameddin Biçer ve diğer ileri gelen beylerin müdahaleleri ile kardeş kavgalarının körüklenmesi, Anadolu’nun Moğol işgal kuvvetleri kumandanı Baycu N oyanın bir te’dip hareketinde Selçuklu kuvvetlerini bozguna uğratması, (1256), muhteris vezir Mu-iddin Süleyman Pervane’nin faaliyetleri neticesinde devletin Kızılırmak sınır olmak üzere, ilk sultanlığa ayrılması, Karamanlıların isyan ederek Konya üzerine yürümeleri (1262), Karamanoğlu Mehmed bey ve Gıyaseddin Siyavuş (Cimri) hadisesi (1277) ve Mısır Türk sultanı Baybars’ın Anadolu’ya girip Kayseri’ye kadar gelmesi (1277) v.b.
Bir daha toparlanmasına artık imkân kalmamış olan Anadolu’da XIII. asrın sonlarına doğru gittikçe zayıflayan Moğol tahakkümü karşısında Türk beyleri ve halkının yer yer direnme hareketleri görülmüş ve bundan tedricen yıkılmakta olan Selçuklu Devletinin enkazı üzerinde yavaş yavaş Anadolu beylikleri (Pervaneoğulları, Sahip Ataoğulları, Karasioğulları, Germiyanoğulları, Sa-ruhanoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Hamido-ğulları, İnançoğulları, Candaroğulları, Karamanoğulla-rı v.d.) teşekkül etmiştir. Anadolu Selçuklu Devletlerinin garp uçlarında 1299′dan itibaren gelişen Osmanlı beyliği de bunlardan biridir. Ki manevî yapısı, teşkilâtı bakımından Selçuklu Türklüğünden çok kıymetler devralan bu beylik, yalnız Anadolu’yu Türk vatanı olarak tutmakla kalmamış, aynı zamanda dünyanın büyük imparatorluklarından birini kurmaya muvaffak olmuştur.”
Tecer, şöyle sürdürüyor Hoca hakkındaki yargılarını:
“…Hoca, herhangi bir aşırı davranışa karşı, onun zıddı ile cevap verir. Böylece fıkraların mizah unsuru, belli bir durumda Hoca’ya isnad edilen bir cümle içinde toplanır. Hoca’nın cümlesiyle insan mütenakız bir durum karşısında olduğunu anlar. Bu fıkralar insanı hem eğlendirir hem düşündürür. Birbirine aykırı gibi duran şeyler arasında bir münasebet aranır. Burada ahmak veya deli fıkralarındaki gibi karikatüre kaçan bir mizah yerine, gerçeğe aykırı gibi duran bir görünüş, altında insan ruhunun samimi ifadesi vardır. Bu fıkralar günlük hayatın her safhasıyla (ev, aile, sokak, cemaat, iş hayatı, v.b.) ilgisi bakımından hemen her vesile ile hatıra gelir…”
Tarafımızdan da kabul edilen bu açıklamadan sonra yazar, Hoca hakkındaki kaynaklar konusuna değiniyor:
“…XVI. asırdan bu zamana kadar eski yazmalarda bu fıkralara rastlanır. Bu yazma kaynakların fihristi şimdiye kadar yapılmamıştır. Dolayısıyla hangi fıkraların asırlar boyunca ağızdan ağıza türlü değişmeler ile devam edegeldiğini, hangilerinin sonradan bunlara katılmış olduğunu, ayırt edecek durumda değiliz. Halbuki zamanımıza gelindikçe, bilhassa kitap baskıları başladıktan sonra fıkralarının sayısının arttığı, bugün bunların beşyüze yaklaştığı görülüyor. Şu halde birçok fıkralar ya zamanı içinde teşekkül etmiş, veya sadece diğer fıkra kaynaklarından iktibaslar yapılmıştır…”
Tecer’in bu konudaki fikirleri hakkındaki düşüncemizi, bu bölümün daha ilk sayfalarında belirtmiştik. Diyor ki Tecer: “…Bilhassa yazmalarındaki fıkraların toplanarak, iktibasların belirtmeye çalışılması Nasreddin Hoca fıkralarının hususiyetini meydana çıkartmak için esastır. Çünkü, iktibas edilen fıkralara da az veya çok başarı ile, bu hususiyet verilmeye çalışılmıştır…”
Örnekleri çoğaltmak istemiyoruz. Onun hakkında, onun kişiliği hakkında, fıkralan hakkında yazan herkes “halk adamı” niteliğinde birleşiyorlar. Zaten, halkın onu, yüzyıllar boyu tutmasının bizce unutmamasının, benimsemesinin nedeni bu değil mi?
Dönelim konumuza…
Kaynak: Erdoğan Tokmakçıoğlu, Bütün Yönleriyle Nasreddin Hoca 1991)
Nasreddin Hoca’nın Kişiliği Üzerine Görüşler