On yedinci yüzyıla nasıl “XIV. Louis” devri denilmişse, on sekizinci yüzyıla da Voltaire kendi damgasını vurmuştur. Çok hareketli ve parlak olan bu yüzyılı hiçbir fikir adamı onun kadar iyi temsil edemez. Fransa’nın yetiştirdiği en bilgili, en zeki filozoflardan biri olduğu kadar vücuda getirdiği eserlerle en büyük edebiyatçıları arasına girmiş olan Voltaire, büyük Fransız ihtilali kopmadan önce bu dünyadan aynlmışsa da o ihtilali hazırlayan hür düşüncenin esaslannı ortaya koyan fikir adamlarından biri idi. Bilhassa papazların düşünce hayatı üzerine yüzyıllar boyunca yaptıkları ağır baskıyı kaldırmak için bilgisiyle, zekası ile cesurca savaşmıştır. Voltaire masum insanlara yapılan eza ve cefaya karşı isyan bayrağını açanların da başında geliyordu. Bu kitapta Voltaire’in eserlerini meydana getirişi ile seksen küsur yaşına kadar sürdürdüğü mücadelenin türlü safhalarını heyecanla izleyeceğiniz gibi, insanlar arasında nadir yetişen bir dahinin düşünce tarzını, aşklarını, rakipleriyle kavgalarını bir taraftan krallarla düşüp kalkarken bir taraftan onları nasıl alaya aldığını, türlü esprilerini, düşmanlarına söylemekten çekinmediği iğneli sözleri Fransa’nın ünlü biyografi muharriri Andres Maurois’in bilgili ve zeki kaleminden zevkle okuyacaksınız.
***
ONSEKİZİNCİ YÜZYILIN DOĞUŞU VE KARAKTERİ
XIV. Louis’in saltanatı zeki bir devlet adamının meşru diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Gerekli bir diktatörlüktü bu. Onyedinci yüzyıla kadar Fransız aristokrasisi disiplinsiz, kavgacı bir sınıftı. Bunların çıkardıkları iç savaşlar ülkeyi idare edilemez hale getirmişti. Bazı kişilerin kavgaları parti kavgaları kadar sertti. 1589′dan 1607′ye kadar yapılan düellolarda ölenlerin sayısı yedi bine ulaşmıştı. “Röneissance”ın dev şahsiyetleri, onlar için yeni olan bu kuveveti, modern Devleti tanımıyorlardı. Bir aralık Richelieu bunları disiplin altına alır gibi oldu. Fakat yeni Kral’ın çocuk oluşunu fırsat bilerek bütün azgınlıkları ve çılgınlıkları ile yeniden ortaya çıktılar. Bunların kadınları bile gerçek birer Amazon’dan farksız, erkeklerden daha mağrur ve kavgacıydılar. Gaston d’Orléans’ın zamanın kadınlarına yazdığı bir mektup şöyle başlıyordu: “Sayın Kontesler, sizler ki Mazarin’le savaşan, kızımın komuta ettiği, hanımlar ordusunun mareşallerisiniz…” Öte yandan, bu kahraman ve aynı zamanda tehlikeli canavarları disiplin altına almak için kuvvetli ve mutlak bir hükümdar gerekliydi. Bunu anlamak için devlet adamı Kardinal de Retz ile La Rochefoucauld’nun mektuplarını okumak yeter.
Önce Mazarin, ondan sonra da Louis XIV. Richeliu’nun başladığı işi tamamladılar. Onyedinci yüzyıl, Devleti ürküten büyük Derebeylerinin ortadan silindiği bir devirdir. Bununla birlikte sosyal ve edebi bir hareket de başlamıştır. İç savaşların haşin ve sert askerleri artık salonlarda vaşamayı öğrenmeye çalışmaktadırlar. Louis XIV.’ün etrafında, Sarayda toplanan kimselerdeki topluluk ruhu insanları inceltmeye başladı. Fidao-Jüstiniani’nin deyimiyle: Şövalyeler değişerek kavalye oldular. Kılıçlar silah olmaktan çıkıp bir nevi süs haline geldi.” Olgun fakat henüz dinçken emekliye ayrılan bu subayların gönüllerinde aşk, pek çabuk filizlendi. Kadınlar da aynı şekilde çok gelişmiş ve enerjiktiler. Onların erkeklerde uyandırdıkları ve kendilerinde uyanan duyguların tahlili, o devrin bütün konuşmalarına ve yazılarına konu oldu. Ortaya çıkan ince ayrılıkları belirtebilecek şekilde Fransız dili de temizlendi ve zenginleşti. Bu ortam klasik ruhun doğuşunu hazırladı.
Bununla beraber, klasik ruhun tarihinde iki devri birbirinden ayırmak gerekir. Corneille, Moliére, La Rochefoucauld ve Madame de Sévigné’nin yaşadıkları birinci devirde klasik ruh kuvvetli duyguları biçimlendiren mükemmel bir kalıptır. Büyük bir klasik her zaman duygulu bir insandır. Bu bakımdan ihtirasları büyük bir romantik’inki ile aynıdır. Fakat, salonlarda dinleyicilere karşı, alışkanlıkla yapılan konuşmalar, yazmalar ve düşüncelerde iş başka türlü olmakta, çoğunu dostların oluşturduğu dinleyicilerin canlarını sıkmakmamak için daha yumuşak bir dil kullanılmakta, yazar, teknik, kaba ve iddialı kelimelerden sakınmaktadır. Klasikler, kendi acıların lirik ve heyecanlı sözlerden ziyade genel “vecize’lerle ifade etmek yolunu seçmişlerdir. Çünkü acı ve şiddet hiç kimsenin hoşuna gitmemektedir. Ama, bu vecizelerde saklı olan ihtiras ve heyecanları okuyucunun kendiliğinden sezip anlaması bunların güzelliğini oluşturmaktadır.
Ancak aradan kırk, elli yıl geçtikten sonra klasik düşünce soysuzlaştı. Görünüşte daha parlak ve düzgün olan söz ve deyimlerin altında hiçbir şey kalmadı. Zevkler de değişti ve bozuldu. “Somut” kelimelerden kaçınmak korkusu gerçekle ilişkiyi yoketti. Racine’in trajedilerini izleyen Crébillon ve Voltaire’in piyesleri bu karakterdedirler. Artık salon hayatına uymaya çalışan asil kahramanlar ortadan silinmiş, bunların yerine, beceriksizce kahramanlık duygularını uyandırmaya çalışan bir salon toplumu doğmuştu. Ailelerde ve toplumlarda da düzen bozuldu. Cynisme her devirde yönetici sınıflar için bir çeşit intihar olmuştur. XIV. Louis’in baskısı ile ortadan silinen eski asaletin yıkıntıları üstünde, herşeyi eleştiren, şüpheci, alaycı bir burjuvazi doğdu. Bununla beraber, yeni neslin soylu gençleri bir Néo-féodal hareketi düşlemeye başladılar.
Bu devirde görülen ikinci bir hareket de modern bilim’in ortaya çıkması ve gelişmesidir. Copernic, Galilée ve Descartes’dan sonra insan aklı ve muhakemesi yıldızların hareketlerini, cisimlerin düşmesini, bir ışık hüzmesinin izleyeceği yolu hesap edilir hale geldi. İnsan ruhu bu yeni kuvvetten çok etkilenmiş ve adeta sarhoş olmuştur. Akıl da kuvvetlenmiş görünmektedir. Artık ondan, ihtirasları, siyasi hayat kavramlarını, hatta metafiziki izah etmesi istenmektedir. Şimdi ortaya, elemanları tıpkı matematik ve cebirde kullanılan işaretlere benzeyen yeni bir dil çıkmış, filizof ve moralistlerin, insan aklı ve düşüncesiyle bu problemleri, çözmeleri için yardımcı olmuştur. Spinizo, “Ethique” adlı eserinde, metafiziki bir takım “Théorème”ler, önceden varlığı isbatlanmış davalar haline koymuştur. Onsekizinci yüzyılda Fransız ve İngiliz filozofları, geleneklerle içgüdü yerine, mantıki bir düşünce ile toplum hayatına bir yön vermeye çalışmıştır.
Fakat bunlar, tecrübeye dayanan bilim’in ilerleyişini görmüş olmalarına rağmen, Fizik ve Kimyanın onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllardaki çok şaşırtıcı ilerleyişini sağlayan ciddi metod ve olayları görüp kavrayamamışlardı. Bununla beraber bilim, insanların dünya hakkındaki görüş ve düşüncelerini değiştirdi. Önceleri insanlar, dünyadaki hayatı ilahi kaderin sahnelediği bir dram gibi görmekte iken bunun sayısız sebeplerin meydana getirdiği çok karışık bir mekanizma olduğunu keşfettiler. İnsan, birçok şeyin merkezinde olduğuna inanmaktan vazgeçip, kendini Evren’in küçücük bir bölümünde kaybolmuş bir hayvan gibi görmeye başladı. Herşeyi eleştiren bir burjuvazi ile gayrı memnun bir soylu sınıfın varlığı nasıl monarşileri zayıflatırsa, bu gibi düşünceler de din’i zayıflattı. Böylece, onyedinci yüzyılda Fransa’yı ayakta tutan yapı çökmeye başladı.
Bu yapının çatlayarak çökmesine büyük bir gayretle çalışmış olan Fransızlardan biri de, Arouet adındaki bir Noter’in oğlu olan ve ailesinin kökü Saint-Simon Düküne kadar dayanan bir burjuva idi.
ÇOCUKLUĞU VE YETİŞMESİ
1694 yılı Kasım ayının 22′nci günü Paris’te çelimsiz bir çocuğun vaftiz töreni yapılmıştı. Sonradan bu çocuk kendi kendini vaftiz ederek Voltaire adını aldı.
Voltaire’in doğuştan zayıf ve çelimsiz olduğunu, sağlık durumunun bütün ömrü boyunca kendisini huzursuz ettiğini unutmamak gerekir. Gerçekte, bütün ruhu ve bedeni ile şaşılacak bir canlılık örneği verdi. Daha üç yaşındayken, vaftiz babası olan aydın ve hür fikirli rahip Chateaunneuf ona La Fontaine’in masallar ile bütün Dinleri eleştiren “la Moisade” adlı bir şiir ezberletmişti.
Chateaunneuf, yaşlı dostu Ninon de Lenclos’a, ondan bahsederken: “Daha henüz üç yaşında ama, bütün Moisade’ı ezbere biliyor.” diyordu. Voltaire hocasından şiir yazmayı ve mutaassıp kimselerden nefret etmesini öğrendi. Noter Arouet’nin büyük oğlu çok dindar bir Janséniste’di. Voltaire’in din adamlarına karşı hislerinde, pek çekilmez bir adam olan ağabeyine duyduğu kinin büyük bir payı vardır.
On yaşına gelince, Jésuites’lerin (cizvitlerin) yönettiği Louis-le-Grand kolejine verildi. Onlar da Voltaire’i kendi fikir ve görüşleri yönünde yetiştirdiler. Okulda öğrencilere Dil Bilgisi, Latince öğretiliyor, şiirin eski çeşitleri olan Destan, Trajedi ve Diyalog nevilerine fazla önem veriliyordu. François-Marie Arouet onlarla çok iyi anlaştı.
Cizvitler o güne kadar bu çocuğunki gibi üstün ve parlak bir zekaya rastlamamışlardı. Çok saf, temiz ve değerli bir insan olan rahip Porée hararetle: “O daha şimdiden kendi küçük terazisinde Avrupa’nın büyük çıkarlarını tartıyor.” demekteydi. Fakat kolejli öğrenci, çocuk kalmakta devam ederek hocalarına bazı oyunlar hazırlıyordu. Louis-le-Grand kolejinde yerleşmiş bir adet vardı: Kış mevsiminde sobalar, ancak kilisedeki takdis töreninde kullanılan kutsal su donduğu vakit yakılmaya başlanırdı. Zayıflığı yüzünden çok üşüyen genç Arouet, avludan topladığı buz parçalarını, kimse görmeden götürüp kutsal suyun bulunduğu çanağa atardı. Onun bu hareketinde kaderin şekillenmiş bir belirtisini görmemek mümkün değildir.
Kültürü çok seven rahipler, on iki yaşında büyük bir rahatlık ve kolaylıkla güzel şiirler yazan bu harika çocuğa hayran kaldılar. Şiirlerini elden ele dolaştırdılar. Chateauneuf bunlardan birini Ninon de Lenclos’ya gösterdi. Seksenlik güzel kadın hemen bunu yazanı tanımak istediğini söyleyince, birkaç gün sonra rahip öğrencisini ona takdim etti. Kadın, Jansénisme’in kavgaları hakkında ona bazı sorular sordu. Aldığı cevaplar o kadar hoşuna gitti ki o andan itibaren espirisine hayran kaldığı bu çocuğu sevdi. Öldüğü zaman ona, ihtiyacı olduğu kitapları almaya bol bol yetecek küçük bir servet bıraktı.
Voltaire’in çok bilgili bir soylu kadın, aydın ve liberal düşünceli bir rahip ve nihayet cizvit papazları arasında yetişmesi onun devrinin mükemmel bir temsilcisi olmasını çok güzel bir biçimde ortaya koymaktadır. O kadar ki, onyedinci yüzyıla “XIV. Louis’nin yüzyılı” dendiği gibi onsekizinci yüzyıla da “Voltaire’in yüzyılı” denildi. Bu çok doğrudur. Burjuvazinin çok kritik bir durumda olduğu bu yüzyılda burjuvaziyi eleştirmiş, din münakaşaları ve kavgaların hakim olduğu bu yüzyılda merakı yüzünden bu mücadelelerin içine girmiş, bir önceki devrin disiplinli hayatının etkisi ile klasiklerin yüzyılı olan bu yüzyılda da tam bir klasik olmuştur. Bilim’in doğup geliştiği bu yüzyılda onu kültürlü, amatör bir bilim adamı olarak görüyoruz. Kolejden mezun olurken kendisini o kadar güçlü buluyordu ki, babası Devlet İdaresinde bir görev almasını teklif ettiği zaman ona: “Ben edebiyatla meşgul olacağım.” cevabını verdi.
Bu arada başka bir görev de satın almış olan Noter Arouet, oğlunun bir avukat veya hakim, yani kanun adamı olmasını arzu ediyordu. Fakat hiçbir şeye karşı saygı duymayan bu çocuk bir Hukuk mektebine nasıl okuyacaktı? Ona, adalet mesupları hakkında duyulan saygıdan söz edildiği zaman: “Satın alınan saygı değer bir görevin bana lüzumu yok, ben, karşılığında hiçbir şey ödemeden kendime bir mevki sağlayacağım.” cevabını verdi. Gerçekten daha yirmi yaşındayken, önce Chateauneuf’ün yardımı, sonra da kendi zekasının büyüleyici etkisiyle en büyük Senyörlerle beraber yaşamaya, onların sofralarında yiyip içmeye başladı. Yaşlı şair Chalieu’nin etrafında oluşan zevk ve eğlence çemberinin içine girdi. Prens de Conti ve Duc de Vendôme ile tanıştırıldı. Zamanın edebiyatla uğraşan hanımların yazdıkları şiirleri okuyarak gerekli düzeltmeleri yapmaya başladı ve böylelikle onların çok hoşuna gitti. Bu arada “Oedipe” trajedisini yazdı. Bunun konusu içinde aşk olmaması, koro halinde söylenen şarkılar bulunması sebebiyle, o güne kadar yazılanlardan ayrı ve yeni bir şey olduğuna inanıyordu. Bunu seyretmiş olan etrafındaki küçük muhitin hayranlığı onu çok sevindirdi. Yavaş yavaş kendisine düşmanlar da kazandıracak olan eleştiriler, hicivler yazmaya başladı. Artık dostları arasına giren soylu kişilerle senli benli konuşuyor, onlarla beraber sofraya otururken: “Hepimiz burada prens veya şair değil miyiz?” diye soruyordu. O, henüz büyüklerin, gurur ve kibirlerine dokunulduğu zaman gösterdikleri öfke ve sertliklere tanık olmamıştı.
Eğer Hollanda’ya Elçi olarak atanan babalığı rahip Chateauneuf onu da beraberinde yardımcı olarak alıp götürmeseydi, bu hallere daha yirmi yaşında iken tanık olacaktı. Genç Arouet bu görevi nezaketle, lirik ve bazen de konusu aşk olan şiirleriyle beraber yaptı. Onun aşk için biraz zayıf, fakat çalışmak için oldukça sağlam bir bünyesi vardı. O, daha ziyade taassupla savaşacak bir dini yeni kabullenmiş bir insandı, fakat kısa zamanda kendisi bir mutaassıp oldu.