New York Times Bestseller yazarı Debbie Macomber’dan yürekleri ısıtacak yeni bir seri:
Jo Marie Rose, Sedir Koyu’na yeni bir başlangıç yapmak ve biraz olsun huzura kavuşmak için gelir. Kocasının ölümünün acısını atlatmaya çalışan genç kadın, burada bir otel satın alır ve otelin adını değiştirip Gül Limanı Oteli koyar. Buranın yeni başlayacağı hayatı için doğru yer olduğunu hissetmektedir. Ancak otel ve ilk gelen konuklar, Jo Marie’ye beklediğinden çok daha büyük sürprizler yapacaktır.
Debbie Macomber’ın kitapları dünyada toplam 150 milyon adet sattı! Ülkemizde de büyük ilgi gördü ve çok satanlar listelerinde uzun süre kaldı!
***
Libby McGuire
Başkan Yardımcısı
Yayıncı, Ballantine Bantam Dell
Sevgili Okuyucu,
Dünyada 150 milyon adet kitabı satılan bir yazarı yayınlama şansı pek sık geçmez elinize. “Vay! Bu, okuyucu sayısını daha da artırabileceğiniz bir yazar!” diye düşünme olasılığı daha düşüktür. Eğer hiç Debbie Macomber romanı okumadıysanız, bu kitap sizin için iyi bir başlangıç olacak. Eğer zaten yazarın hayranıysanız, büyük zevk alacaksınız!
Debbie Macomber’ın yazdığı ilk Ballantine romanını basmak bizim için büyük bir ayrıcalık. Gül Limanı Oteli ile yazar çok sevdiği kurgu kasaba Sedir Koyu’nda geçen yepyeni bir diziye başlıyor. Ana karakter, Jo Marie Rose, yakın zamanda dul kalmış genç bir kadın. Bir otel satın alıyor ve kırık kalbini onarmaya çalışırken yepyeni bir hayata başlıyor.
Debbie Macomber okuyucuları tarafından çok seviliyor; bunun nedenlerinden biri okuyucularını ve toplumu çok önemsemesi ve onlarla ilgilenmesi. Kendisi inanılmaz derecede enerjik ve yetenekli biri. Guidepost dergisinin yayın kurulunda. Örgü örme konusunda çok başarılı; ayrıca kendi iplik zinciriyle bir girişimci. Macomber’ın romanları üzerine kurulu filmler, yayınlandığı kanalın en çok izlenen programları. Yazar, çocuk kitapları ve yemek kitapları da yazdı. Onun kafasına koyup da yapamayacağı hiçbir şey olmadığına inanıyoruz.
Debbie Macomber’ın yeni kitabını keyifle okumanızı dileriz. Bu özel yazarın ilk kitabını yayınlamanın mutluluğunu bizimle paylaşın!
Saygılarımla
Libby McGuire
Yayıncı
Ballantine Bantam Dell
Eylül 2012
Sevgili Dostlarım
Mesajı aldım. Sedir Koyu’nu seviyorsunuz ve karakterleri geride bırakmak istemediniz. On binini de. Tamam, biraz abarttım ama sorun buydu. Her biri kendi özgün karakterlerine sahip on üç kitap. Kimin kim olduğunu hatırlarken sizin başınız dönmediyse bile, benimki döndü. Vakti gelmişti ama vedalar her zaman zordur, hatta bana yazdıklarınıza bakılırsa, travmatiktir.
Bir yazar olarak okuyucularımı dinlerim. İlk kitabım yayınlandığından beri kariyerime siz yön verdiniz. Beni böylesine yüreklendiren, böylesine sadık okuyucularımı asla hayal kırıklığına uğratmamaya çalışıyorum. Bu yüzden bir orta yol bulmaya karar verdim. Yeni dizim, Sedir Koyu’nda harika bir otelde geçiyor. Sevdiğiniz karakterler zaman zaman ortaya çıkacak ve hayatlarındaki gelişmelerle ilgili sizi bilgilendirecekler. Ancak hikâyenin odak noktası Jo Marie ve Gül Limanı Oteli’nde kalmaya gelen konuklar olacak.
Gül adının benim hayatımda özel bir önemi var. Büyük büyükannemin adı Rose (Gül) imiş. Annemin de öyle. En büyük kızımın adı Jody Rose, doğum günümde doğan torunumun adı Madeleine Rose, yani gördüğünüz gibi, bu isim aile geçmişimizde derin köklere sahip. Bütün hikâyelerimde olduğu gibi, burada kendimden bir parçayı okuyucularımla paylaşıyorum. Her zamanki gibi, yorumlarınızı dört gözle bekliyorum. Bana çeşitli yollarla ulaşabilirsiniz. DebbieMacomber.com sitesine girip ziyaretçi defterine yazabilir, P.O. Box 1458 Port Orchard WA 98366 adresine mektup gönderebilirsiniz. Her mektubu ve mesajı bizzat okuyorum. Ayrıca benimle Facebook aracılığıyla da iletişim kurabilirsiniz. Bir dakika, dahası da var… Kendi cep telefonu uygulamam da var. Öylesine yüksek teknolojiye sahibim ki, ne düşüneceğimi bilmiyorum.
Şimdi arkanıza yaslanın, ayaklarınızı uzatın ve ilk iki konuğunu ağırlayan Jo Marie ile tanışın. Bu onun için yeni bir hayat. Onu da hayatına giren insanları da seveceğinizden eminim.
En içten dileklerimle
Debbie Macomber
1. BÖLÜM
Dün gece rüyamda Paul’ü gördüm.
Düşüncelerimden hiç çıkmıyor zaten; onsuz bir günüm bile geçmiyor. Ama şimdiye dek rüyama girmemişti hiç. Beni bırakması ironik bence; çünkü gözlerimi kapatmadan önce onun kollarını benim bedenime dolamasının nasıl bir his olduğunu hayal ediyorum. Uykuya dalarken, başım onun omzundaymış gibi yapıyorum. Ne yazık ki bir daha asla kocamla birlikte olma şansına erişemeyeceğim, en azından bu hayatta.
Dün geceye kadar, Paul’ü rüyamda görmüş olsam bile, uyanana kadar bu rüyaları çoktan unutmuş oluyordum. Ancak gördüğüm bu son rüya benimle kaldı, zihnimde dolaştı durdu; içimi hüzünle ve bir o kadar da sevinçle doldurdu.
Paul’ün öldüğünü ilk öğrendiğimde, yaşadığım acı beni benden aldı; ben de öleceğim sandım. Ama hayat devam ediyor; ben de hayata devam ettim. Normal bir şekilde soluk alıp verdiğimi fark edene kadar, bir günden diğerine sürüklenip durdum.
Şimdi yeni evimde, bir aydan kısa bir süre önce Sedir Koyu denen suyun üzerinde şirin bir kasabada, Kitsap Peninsula’da satın aldığım oda-kahvaltı oteldeyim. Buraya Gül Limanı Oteli adını koymaya karar verdim. “Gül”, bir yıldan kısa bir süre önce kaybettiğim kocam Paul Rose’un adından geliyor. Her zaman seveceğim ve ömrümün geri kalanı boyunca acısını içimde hissedeceğim adam. “Liman” ise, kocamı kaybetmiş olmanın fırtınalarıyla savrulup dururken demir attığım yerden.
Kulağa tam bir melodram gibi geliyor ama bunu ifade etmenin başka yolu yok. Hayatta olsam da, işlevlerimi normal bir şekilde yerine getirsem de, zaman zaman kendimi ölü gibi hissediyorum. Paul, bunu söylediğimi duymaktan ne kadar nefret ederdi kim bilir; ama doğru. Ben de geçen nisan ayında, ulusumuzun güvenliği için neredeyse dünyanın öbür ucunda, dağın eteklerinde bir ülkede savaşan Paul ile birlikte öldüm.
Benim bildiğim hayat, bir kalp atışı süresinde sona erdi. Hayal ettiğim gelecek benden çalındı.
Ölüm acısı yaşayanlara verilen öğüt, önemli kararlar almadan önce bir yıl beklememi söylüyordu. Arkadaşlarım, işimden ayrıldığım, Seattle’daki evimi terk ettiğim ve yabancı bir kasabaya taşındığım için pişman olacağımı söylüyorlardı.
Anlayamadıkları şuydu: Ben artık aşinalıkta huzur bulamıyor, rutinden keyif alamıyordum. Onların fikirlerine değer verdiğim için, altı ay bekledim. Bu süre içinde hiçbir şey işe yaramadı, hiçbir şey değişmedi. Giderek uzaklaşmayı, yeni bir hayata başlamayı daha çok ister oldum. Ancak bu şekilde huzur bulacağımdan, içimdeki korkunç sancının ancak bu şekilde dineceğinden emindim.
Yeni bir hayat için internette araştırma yapmaya başladım. Bütün ABD’de çeşitli bölgeleri araştırdım. Aradığımı kendi arka bahçemde bulmam tam bir sürpriz oldu.
Sedir Koyu, Seattle’a göre Puget Sound’un diğer tarafında kalıyor. Bremerton’un tam karşısına kurulmuş bir kıyı kasabası. Bu şahane oda-kahvaltı otelin satılık olduğunu gösteren listeyi bulduğumda, kalbim hızla çarpmaya başladı. Ben bir otel sahibi mi olacaktım? Bir işletme devralmayı daha önce hiç düşünmemiştim ama içgüdüsel olarak, zamanımı geçirip oyalanmak için bir şeylere ihtiyaç duyduğumu biliyordum. Her zaman konuk ağırlamayı sevmiş olmam da bu iş için artı puandı.
Etrafını çevreleyen verandası ve inanılmaz koy manzarasıyla, soluk kesici bir evdi. Başka bir hayatta, Paul ile ikimizi akşam yemeğinden sonra verandada otururken, sıcak kahvelerimizi yudumlarken, yaşantımızdan ve hayallerimizden söz ederken canlandırabiliyordum gözümde. İnternette yayınlanan fotoğraf, mutlaka evin kusurlarını ustaca gizlemeyi başaran bir profesyonel tarafından çekilmişti. Göründüğü kadarıyla, hiçbir şey bu kadar kusursuz olamazdı.
Öyle değilmiş. Emlakçıyla yola girdiğim anda, otelin büyüsüne kapıldım. Ah, evet, parlak doğal ışığı ve koya tepeden bakan geniş pencereleriyle, bu otel şimdiden evim gibi gelmeye başlamıştı bana. Burası, yeni hayatıma başlamak için kusursuz bir yerdi.
Saygı gereği, emlakçı Jody McNeal’ın bana etrafı dolaştırmasına izin versem de, kafamda tek bir soru işareti kalmamıştı. Bu otele sahip olmak benim kaderimdi; bunca aydır satılık listesinde beni beklemişti sanki. İki üst kata yayılmış sekiz konuk odası vardı. En alt katta geniş yemek salonunun yanında büyük, modern bir mutfak bulunuyordu. 1900’lerin başında yapılmış olan bina, deniz ve yat limanının muhteşem panoramasına bakıyordu. Sedir Koyu, aşağıda Limon Caddesi boyunca uzanıyordu. Her iki tarafında dükkânlarıyla bu cadde, kasabanın içinden kıvrılarak geçiyordu. Daha sokak ve muhitlerini keşfetme fırsatı bulamadan, kasabanın büyüsünü hissetmiştim.
Otelin beni en çok cezbeden tarafı, içeri girdiğim anda hissettiğim huzur oldu. Son zamanlarda yanımdan ayrılmayan yol arkadaşım haline gelen kalp ağrısından kurtulmuş gibiydim. Bunca aydır içimde hissettiğim acı hafiflemişti. Onun yerine dinginlik ve tanımlanması çok güç bir huzur gelmişti.
Ne yazık ki bu rahatlama uzun sürmedi. Etrafı dolaşmayı bitirir bitirmez, yaşlar gözlerime hücum etti ve beni utandırdı. Bu oteli Paul de görse çok severdi. Ama şimdi burayı tek başıma idare etmek zorundaydım. Neyse ki emlakçı gizlemek için mücadele ettiğim duygularımı fark etmemiş gibi yaptı.
“Evet, ne düşünüyorsun?” diye sordu, kapıdan çıkarken merakla.
İçeride dolaşırken tek kelime etmemiş, tek bir soru sormamıştım. “Alacağım.”
Jody beni doğru duyamamış gibi iyice yaklaştı. “Efendim?”
“Teklif vermek istiyorum,” Tereddüt etmedim; o anda kafamda hiç kuşku yoktu. İstenen rakam son derece makuldü, ben de ilerlemeye hazırdım.
Jody az kalsın mülkle ilgili ayrıntılı bilgilerle dolu dosyayı elinden düşürüyordu. “Biraz düşünmek isteyebilirsin,” dedi. “Bu önemli bir karar, Jo Marie. Beni yanlış anlama, satışı gerçekleştirmeyi çok isterim. Yalnızca, böylesine önemli bir kararı bu kadar çabuk veren birini… daha önce hiç görmemiştim.”
“Eğer istersen bir gece düşünebilirim ama buna hiç gerek yok. Aradığımın bu olduğundan gayet eminim.”
Aile üyelerim, Columbia Bank’taki işimden ayrılıp bir otel satın almaya niyetli olduğumu duydukları andan itibaren beni bundan vazgeçirmeye çalıştılar. Özellikle mühendis olan kardeşim Todd. Denny Way şubesinde müdür yardımcılığına kadar yükselmiştim; Todd da benim umut vaat eden bir kariyeri mahvetmemden korkuyordu. Eninde sonunda müdürlüğe getirileceğimi biliyordu. Neredeyse on beş yılımı bankaya vermiştim; hep iyi bir çalışan olmuştum ve bankacılıkta geleceğim parlaktı.
Çevremdeki insanların anlayamadığı şuydu: Benim bildiğim, istediğim, hayal ettiğim hayatım sona ermişti. Bundan sonra tatmin olmamın tek yolu, kendimi yeni bir hayatın içinde bulmamdı.
Ertesi gün, otel için teklifi hazırladım. Bu kararım konusunda bir an bile tereddüt etmedim. Otelin sahibi olan Frelinger’lar teklifimi minnetle kabul ettiler. Birkaç hafta içinde, Noel’den önce, buluştuk ve resmi dairelere gidip bütün gereksiz, sıkıcı evrak işlerini tamamladık. Onlara ödememi yaptım ve otelin anahtarlarını aldım. Frelinger’lar, çocuklarıyla zaman geçirmek istediklerinden, aralık ayının son iki haftası için hiç rezervasyon almamışlardı.
İşlemler tamamlandıktan sonra adliyeye gittim ve otel için isim değişikliği başvurusunda bulundum. Oteli yeni adıyla vaftiz ettim.
Sonra Seattle’a döndüm ve ertesi gün Columbia Bank’a istifamı verdim. Noel tatilini Seattle’daki evimi toplayarak ve Paget Sound’un öbür ucuna taşınmak için hazırlık yaparak geçirdin. Yalnızca birkaç mil öteye taşınıyor olsam da, ülkenin öbür ucuna gidiyormuş gibiydim. Sedir Koyu bambaşka bir dünyaydı. Büyük şehrin hızlı ve karmaşık dünyasından uzakta, Kitsap Peninsula’da tuhaf ve hoş bir kasaba.
Tatilimi, aile geleneklerine uyarak onlarla birlikte Hawaii’de geçirmediğim için, annemle babamın hayal kırıklığına uğradıklarını biliyordum. Ama taşınma hazırlıklarıyla ilgili çok işim vardı. Kendi eşyalarımla Paul’ünküleri ayıracak, toplayacak, mobilyalarımı satacaktım. Oyalanmaya ihtiyacım vardı; yoğun çalışmak, Paul’süz geçireceğim bu ilk Noel’de zihnimi biraz olsun dağıtmama yardımcı oluyordu.
Yılbaşının hemen ertesinde, bir pazartesi günü, yeni evime taşındım. Neyse ki Frenlinger’lar oteli anahtar teslimi satmışlardı. Bu yüzden benim yalnızca iki koltuk, bir zamanlar büyükanneme ait olan bir lamba ve kişisel eşyalarımı getirmem yeterli olmuştu. Eşyalarımı açmam sadece birkaç saatimi aldı. Kendi odam olarak, Frelinger’ların kendi yaşam alanları olarak ayırdıkları zemin kattaki yatak odası süitini seçtim. Burada bir şömine ile koya tepeden bakan bir oturma yerinin de olduğu küçük bir cumba vardı. Oda, yatak odası takımının yanı sıra bir koltuk ve şöminenin yanına bir minder alacak kadar genişti. Özellikle beyaz ve leylak rengi ortancalarla kaplı duvar kâğıdı çok hoşuma gitmişti.
Otele gece çöktüğünde, bitkin düşmüştüm. Saat sekizde, yağmur damlaları cama vururken ve rüzgâr, evin bir tarafını kaplayan, kışın da yapraklarını dökmeyen yüksek ağaçların arasında ıslık çalarken, zemin kattaki yatak odama yöneldim. Sert hava, şöminede cızırdayan ateşle buranın daha sıcak ve şirin görünmesini sağlıyordu. Yeni bir yere yerleşmenin yabancılığını çekmemiştim hiç. Ön kapıdan içeri adımımı attığım andan itibaren, bu evin beni hoş karşıladığını hissetmiştim.
Yatağa girdiğimde çarşaflar tiril tiril ve tertemizdi. Uykuya daldığımı hatırlamıyorum ama Paul’ü rüyamda gördüm işte. Öyle canlı ve gerçekti ki.
Kayıp terapisi sırasında, rüyaların iyileşme süreci açısından önemli olduğunu öğrenmiştim. Terapistim, birbirinden farklı iki tür rüyadan söz etmişti. Birinci grupta yer alan ve muhtemelen en sık görülen rüyalar, sevdiklerimizle, yeniden canlanan anılarla ilgiliydi.
İkinci gruba ise ziyaret rüyaları deniyordu. Bu rüyalarda sevdiğimiz insan, geride bıraktıklarını ziyaret etmek için hayatla ölüm arasındaki çizgiyi geçiyordu. Bu rüyaların genellikle güven verme amacı taşıdığı söyleniyordu. Vefat eden, hayatta kalanı kendisinin mutlu ve huzurlu olduğu konusunda temin ediyordu.
Paul’ün Afganistan’da Hindukuş Dağları’nda helikopterinin düşmesi sonucu öldüğü haberini almamın üzerinden sekiz ay geçmişti. Hindukuş Dağları, Afganistan’ın merkezi ile kuzey Pakistan arasında uzanan sıradağlardı. Ordu helikopteri, El-Kaide ya da onların Taliban müttefiklerinden biri tarafından düşürülmüştü; Paul ve Airborne Rangers’dan beş arkadaşı oracıkta ölmüştü. Helikopterin düştüğü yerin konumu sebebiyle, cesetlerine ulaşmak imkânsızdı. Kocamın ölüm haberini almak zaten yeterince zordu; bir de ondan geriye kalanları gömmekten yoksun kalmak iyice dayanılmazdı.