Ben Kenya’dan gelen siyah bir adamla Kansas’tan gelen beyaz bir kadının oğluyum. Ben 2. Dünya Savaşı’nda General Patton’ın ordusuna hizmet etmiş ve Büyük Bunalım’dan çıkmış bir dede ile o uzaklardayken bomba yapımında çalışmış bir anneanne tarafından büyütüldüm. Amerika’nın en iyi okullarında okudum ve dünyanın en yoksul halkı arasında yaşadım. Damarlarında kölelerin ve köle sahiplerinin kanını taşıyan bir siyah Amerikalı kadınla evliyim. Bu kan, bizim iki değerli kızımıza geçirdiğimiz mirasımızdır.”
Barack OBAMA
ABD ve dünyada büyük bir çoğunluğun umut olarak gördüğü, Başkanlığa en yakın aday Barack Hussein Obama kaleme aldığı BABAMDAN HAYALLER adlı kitabıyla yaşadıklarını milyonlarla paylaşıyor. Bu gerçekçi, ilgi çekici anıda, Barack Obama Kenya asıllı Müslüman bir baba ve Amerikalı beyaz bir kadının oğlu olarak hayatın anlamını arıyor. Öykü New York’ta, Obama babasının bir araba kazası sonucu öldürüldüğünü öğrendiğinde başlar. Bu ani ölüm ona uzun, serüvenli ve duygu yüklü bir yolculuk için ilham kaynağı olmuştur… İlk olarak Kansas’ta annesinin ailesinin küçük bir kentten Hawaii’ye göçü gerçekleşir, ardında da ailesinin Afrika kökenli kısmını oluşturanların yaşadığı yer olan Kenya’ya gider ve babasının hayatı hakkında acı gerçekleri öğrenir ve son olarak da onun parçalanmış mirasını bir araya toplar.
“İyiye tutunup kötüyü red ettiği için Obama, bütün dünyaya umut ışığı olmuştur.”
—The Times
“Kışkırtıcı . . . İkna edici bir şekilde aynı anda iki farklı dünyaya nasıl ait olunduğu fenomenini ve bu yüzden de bunların hiçbirine ait olmadığını açıklıyor.”
—The New York Times
“Akıcı, duru ve içten . . . En önemli üç soru olan kimlik, sınıf ve ırk konularının kesiştiği noktada Obama bizlere rehberlik etmektedir.”
—Washington Post Book
“Obama bir anı yazdı… bu anı ırkçılığın acılarını uyandırdı ama inanmanın çığlığını doruklara taşıdı.”
—Sunday Times
“Akıl yüklü bu kitap, hangi ırktan olursan ol sana, senin hakkında bir şeyler anlatacak.”
—Marian Wright Edelman
“Obama’nın tarzı kesin ama hoşgörülüdür. Okumaya değer bir kitap.”
—Alex Kotlowitz
“Okuduğum kitaplar içinde kendini keşfetme konusunda en güçlü kitaplarından biri. Bir roman tadında okuyabilirsiniz.”
— Charlayne Hunter-Gault
GİRİŞ
Aslında çok farklı bir kitap yazma niyetindeydim. Bu kitabı yazma fırsatıyla ilk kez hukuk fakültesindeyken karşılaştım. Okulda yayınlanan ve meslek dışında pek tanınmayan Harvard Law Review gazetesinin ilk siyahi başkanı olarak seçilmiştim. Bu seçimle beraber oldukça meşhur oldum. Bu şöhrete Harvard Hukuk Fakültesi’nin Amerikan efsanesindeki özel yerine ve Amerika’nın nihayetinde biraz ilerleme kaydedildiğine dair küçük bir kanıt olarak ırk cephesinden gelecek herhangi bir olumlu işarete olan açlığına, mütevazı başarımdan daha fazla dikkat çekilen gazete makaleleri de dâhildi. Birkaç yayıncı beni aradı ve ben de ırk meselelerinin mevcut durumuyla ilgili söyleyecek özgün fikirlerim olduğunu düşünerek mezuniyetten sonra bir yılımı, bu anlatacaklarımı yazıya dökmek için ayırdım.
Hukuk fakültesinin son senesinde kitabı zihnimde korkunç bir Özgüvenle oluşturmaya başladım. İçinde vatandaşlık hakları davasının ırklar arası eşitliği sağlama konusundaki sınırları hakkında bir deneme, toplumun anlamı ve halkı esas alan bir örgütlenmeyle toplum hayatının iyileştirilmesi, pozitif ayrımcılık ve Afrosentrizm hakkındaki düşüncelerim olacaktı. Konu başlıkları koca bir sayfayı dolduruyordu. Ve tabii kişisel anekdotlar da ekleyecek, bazı nükseden duyguların kaynaklarını İnceleyecektim. Ama sonuçta bütün bunlar, haritaları, mola yerleri ve belirlenmiş güzergâhlarıyla kendim için kurguladı-ğım entelektüel bir yolculuktu,ilk bölüm Mart’ta bitti, ikincisini baskıdan önceki düzeltme için Ağustos’ta teslim ettim.
Yine de oturup gerçekten yazmaya başladığımda zihnimin daha sarp kayalıklara doğru eğilim gösterdiğini fark ettim. İlk arzularım dökülüp kalbimi doldurdu. Geçmişte kalmış sesler bir yükselip bir sustu. Annemin ve onun annesi ve babasının çocukken bana anlattığı hikâyeleri hatırladım. Kendini ifade etmeye çalışan bir ailenin hikâyeleri. Chicago’da sosyal yardım görevlisi olarak çalıştığım i!k seneyi ve erkekliğe doğru attığım ilk çaylak adımları anımsadım. Bir mango ağacının altında oturmuş kız kardeşimin saçlarını örerken gerçek anlamda hiç tanımadığım babamı anlatan büyükannemin sesini duydum.
Bu anı seliyle karşılaştırıldığında bütün o iyi ayarlanmış teorilerim eften püften ve vakitsiz göründü. Yine de geçmişimi, beni ifşa olmuş hissettiren ve hatta biraz da utandıran geçmişimi bir kitapta gözler önüne serme fikrine kesinlikle karşıydım. Bunun sebebi geçmişimin acı dolu ya da uygunsuz olması değil, bilinçli tercihlerime karşı koyan tarafımı gösterdiği ve en azından görünürde, şimdi içinde olduğum hayatla çelişmesiydi. Sonuçta artık otuz üç yaşındayım; ırk meselesi yüzünden aldığı yaralara alışık ve aşırı duyarlılıktan yoksun bir şehir olmakla övünen Chicago’nun sosyal ve politik hayatında aktif bir avukat olarak çalışıyorum. Kinizmle savaşıp yenmeyi başarmışsam da dünya hakkında tedbirli biri olduğumu, çok fazla şey beklememeye dikkat ettiğimi düşünürüm.
Yine de ailemin hikâyesini düşündüğümde beni en çok etkileyen şey o masumiyet havasıydı; çocukluğun ölçüleriyle bile hayal edilemeyecek bir masumiyet. Karımın daha altı yaşındaki kuzeni o masumiyeti çoktan kaybetti. Birkaç hafta önce annesi ve babasına sınıf arkadaşlarından bazılarının onunla esmer, kusursuz teni yüzünden oynamayı reddettiğini söyledi. Anlaşılan Chicago ve Gary’de büyüyen annesi ve babası da masumiyetlerini uzun süre önce kaybetmiş. Her ne kadar ıstırap çekmiyor olsalar da -ikisi de gördüğüm en güçlü, gurur dolu ve saygı duyulan ebeveynlerden- çocuklarını bir çete kavgasının ortasında kalma ihtimalinden korumak ve yetersiz fon alan bir okulda okumalarını önlemek için verdikleri bir kararla daha çok beyazların yaşadığı bir banliyöye taşınmaları hakkında tereddüde düştükleri zaman seslerindeki acıyı duyabilirsiniz.
Çok fazla şey biliyorlar. Sadece kendi ebeveynimin beraberliğini nominal değer olarak alırsak hepimiz çok fazla şey gördük: Siyah bir adam ve beyaz bir kadın; bir Afrikalı ve bir Amerikalı. Sonuç olarak bazı insanlar benî nominal değer olarak düşünmekte güçlük çekiyor. Beyaz ya da siyah, beni iyi tanımayanların nereden geldiğimi keşfettiklerinde, (on iki ya da on üç yaşımda, böyle yaparak kendimi beyazlara sevdirmeye çalışıyormuşum gibi olacağından çekinerek annemin ırkından bahsetmekten vazgeçtiğim için genellikle bu bir keşif oluyordu) bir anda kendilerini ayarlamalarını ve gözlerimde durumu kanıtlayan bir şeyler aradıklarını görüyorum. Ondan sonra kim olduğumu bilemiyorlar. Sanırım içten içe karışık kanımın, bölünmüş ruhumun, iki dünya arasına sıkışmış zavallı melezin hayaletinin rahatsız ettiğini tahmin ediyorlar. Ve eğer bu trajedinin bana ya da sadece bana değil, onlara, onların Plymouth Rock ve Ellis Adası’ndaki oğulları ve kızlarına, Afrika’nın çocuklarına ait olduğunu, bunun karımın altı yaşındaki kuzeninin ve birinci sınıftaki beyaz sınıf arkadaşlarının trajedisi olduğunu ve bu yüzden beni neyin rahatsız ettiğini tahmin etmeleri gerekmediğini, sadece akşam haberlerine bakmalarının yeterli olacağını, en azından bu kadarının farkında olursak bile bu trajik döngünün kırılmaya başlayacağını söylemeye kalkarsam . . . sanırım birçok üniversite şehrinde gazetelerini satan o Komünistler gibi boş umutlara kapılmış ve iflah olmaz şekilde saf ya da daha kötüsü, kendimden gizlen iyormuşu m gibi görünürüm.
İnsanları şüphelerinden dolayı kınamıyorum. Uzun zaman önce çocukluğuma ve onu şekillendiren hikayelere gü-venmemeyi öğrendim. Ancak yıllar sonra, babamın mezarına gidip onunla kızıl Afrika toprağı aracılığıyla konuştuğumda geriye dönüp o hikâyeleri kendi süzgecimden geçirdim. Ya da daha açık bir ifadeyle, ancak o zaman hayalımın çoğunu o hikâyeleri tekrar yazmaya, deliklerini tıkamaya, istenmeyen detayları hikâyeye uydurmaya, tarihin kör akışının karşısına kişisel tercihleri koymaya çalışarak geçirdiğimi gördüm. Bunların hepsini kendi doğmamış çocuklarımın üzerinde durabileceği sağlam bir gerçeklik zemini bulabilmek umuduyla yapmıştım.
Bazen kendimi baştan ayağa incelenmekten korumak için duyduğum inatçı isteğe, ara sıra bütün projeden vazgeçmek için duyduğum dürtüye rağmen bu sayfalara dökülen kişisel, içsel bir yolculuğun; bir çocuğun babasını ve onunla beraber siyah bir Amerikalı olarak hayatının işe yarar bir anlamını arayışının kayıtları oldu. Her ne kadar son üç yılda kitabın ne hakkında olduğunu soranlara böyle bir tanımlama yapmaktan kaçınmış olsam da ortaya çıkan sonuç bir otobiyografi niteliğinde. Bir otobiyografide kayıtlara geçmeye değer olaylar, ünlü insanlarla söyleşiler, önemli olaylarda sahip olunan önemli bir rol beklenir. Burada hiçbiri yok. En azından bir otobiyografide bir özet, belirli bir son vardır ama hu hâlâ hayattaki yoluna devam etmekle meşgul olan benim yaşımdaki birine pek uymuyor. Kendi yaşadıklarımı, siyah Amerikalıların yaşadıklarının bir temsilcisi olarak bile kabul edemem (sağ olsun Manhattanlı bir yayıncı “Sonuçta sen olanaklardan yoksun bir aileden geliniyorsun” diyerek konuya parmak basmıştı). Aslında o gerçeği, ister bu ülkede ister Afrika’da olsun siyah kardeşlerimi kucaklayabileceğimi ve hayatta verdiğimiz türlü mücadelede ortak bir kaderi kabul etmeyi öğrenmek bu kitabın konularından biri.
Son olarak bütün otobiyografik çalışmaların özünde var olan tehlikelerden bahsedeceğim: Olayları yazarın aleyhine renklendirmenin cazibesine kapılmak, birinin yaşadıklarının başkalarının ne kadar ilgisini çekebileceği konusunda abartıya kaçma eğilimi, hafızada tercihli boşluklar. Bu tür tehlikeler ancak yazarın, yaşın, kibri İyileştirebilen o mesafenin getirdiği bilgelikten yoksun olması durumunda göze çarpar. Bu tehlikelerin hepsini ya da herhangi birini başarıyla bertaraf ettiğimi söyleyemem. Kitabın büyük bir bölümü anı defterleri ve ailemin sözlü tarihine dayanıyor olsa da diyaloglar elbette bana söylenenlerin ya da aktarılanların benzerleri. Sayfalara sığabilmek amacıyla kitaptaki bazı karakterler tanıdığım bazı insanların bileşimi ve bazı olaylar kronolojiye uygun değil. Ailem ve halk tarafından tanınan birkaç isim dışında karakterlerinin çoğunun isimleri mahremiyetlerine zarar vermemek İçin değiştirildi.
Bu kitaba otobiyografi, anı, aile tarihi ya da ne isim verilirse verilsin yapmaya çalıştığım hayatımın belirli bir bölümünü dürüst bir şekilde aktarmaktı. Konudan uzaklaştığımda inancı ve azmiyle menajerim (ane Dystel, küçük ama yerinde düzeltileriyle editörüm Henry Ferrİs, metne çeşitli aşamalarında dikkatle ve hevesle kılavuzluk eden Ruth Fecych ve Times Books çalışanları, yazdıklarımı okumakta cömert davranan arkadaşlarım ve özellikle Robert Fisher, ve zekası, zerafeti, dürüstlüğü ve bendeki en iyi dürtüleri desteklemekteki şaşmaz yeteneğiyle harika karım yanımdaydı.
Yine de en derin minneti aileme, anneme, büyükannem ve büyükbabama, okyanusların ötesine ve kıtalara yayılmış olan kardeşlerime borçluyum ve bu kitabı onlara ithaf ediyorum. Eksik etmedikleri sevgi ve destekleri olmasaydı, onların şarkısını söylememe izin vermeseler ve bazen yanlış notadan söylememi hoş görmeselerdi bitirmeyi asla hayal edemezdim. Her şey bir kenara, umarım onlara duyduğum sevgi ve saygı her bir sayfadan yansımıştır.
BÖLÜM BİR
Haberi, yirmi birinci doğum günümden birkaç ay sonra beni arayan bir yabancıdan aldım. O sıralar New York’ta, Birinci ve ikinci caddenin ortasında, Doğu Harlem ve Manhattan’ın geri kalanı arasındaki, sınırlan sürekli değişen o isimsiz bölgede, doksan dördüncü sokakta oturuyordum. Yeşillikten yoksun, günün büyük bir kısmında is rengi kaldırımların karanlık gölgesiyle çevrelenen sevimsiz bîr mahalleydi. Engebeli döşemeleri ve ayan bozuk bir ısıtması olan küçük bir dairede yaşıyordum. Giriş kapısındaki zil çalışmıyordu. Bu yüzden misafirlerin, bir kurt büyüklüğündeki siyah bir Doberman’ın dişlerinin arasında boş bir bira kutusu olduğu halde gece boyunca volta atarak hiç uyumadan bekçilik ettiği, köşedeki benzin istasyonundan telefon edip geldiklerini haber vermeleri gerekiyordu.
Pek fazla misafirim olmadığı için bunlar beni pek ilgilendirmiyordu. O zamanlar tahammülsüz biriydim, işler ve gerçekleşmemiş planlarla oldukça meşguldüm ve diğer insanları dikkatimi dağıtacak gereksiz figürler olarak görüyordum. Aslında birileriyle vakit geçirmekten hoşlanmıyor değildim. Çoğu Porto Rikolu olan komşularımla İspanyolca hoşbeş etmekten zevk alıyordum. Okuldan dönerken de genellikle durup, bütün yaz boyunca kapı önlerinde takılan çocuklarla Knicks’ten ya da bir gece önce duydukları silah seslerinden konuşurduk. Hava güzelse bazen ev arkadaşımla yangın merdivenlerinde oturup sigara içer, şehri maviye boyayan gün batımmı seyreder ya da civardaki daha iyi mahallelerde yaşayan beyazların bizim kal dırımlanmızı pisletsinler diye köpeklerini getirip gezdirmelerini izlerdik. Ev arkadaşım “Kaşıkla kakayı, pislik herifi” diye şiddetli bir öfkeyle bağırır, Özür dilemeye hiç yanaşmadan, suratsız bir şekilde’işlerini görmek için çömelirlerken sahibinin ve hayvanın suratına gülerdik.
Böyle zamanlardan keyif alırdım—ama sadece kısa bir süre için. Sohbet gevezeliğe dönüştüğünde ya da sınırını aşıp laubaliliğe varırsa hemen bir bahane yaratıp ayrılırdım. Bildiğim en güvenli yer olan yalnızlığımın içinde çok daha rahattım.
Benimle aynı mizaca sahip görünen yaşlı bir komşum olduğunu hatırlıyorum. Evinden çıktığı nadir zamanlarda ağır bir siyah palto ve biçimsiz bir fötr şapka giyen, bir deri bir kemik bu kambur adam yalnız yaşıyordu. Bazen ona marketten •evine dönerken rastlar, elindeki ıvır zıvırı apartmanın tırmanmakla bitmeyen merdivenlerinden çıkarmayı teklif ederdim. Bana bakıp omuz silker, sonra her basamakta nefesini toplaması için durarak merdivenleri çıkmaya başlardık. Dairesine geldiğimizde elimdekileri dikkatlice yere bırakırdım ve ayaklarını sürüyerek içeriye girip kapının sürgüsünü çekmeden önce bana başıyla zarif bir teşekkür işareti yapardı. Aramızda tek bir kelime bile geçmedi ve yardım ettiğim için bana bir kez bile teşekkür etmedi.
Adamın sessizliği beni etkiliyordu; ruhlarımızın yakın olduğunu hissediyordum. Daha sonra ev arkadaşım onu üçüncü katın merdivenlerinde, gözleri tamamen açık, bir bebek gibi karnına çektiği bacakları kaskatı halde yerde yatarken bulacaktı. Etrafında bir kalabalık oluştu; kadınların birkaçı haç çıkarırken küçük çocuklar heyecanla fısıldaşıyordu. Sonunda sağlık görevlileri gelip cesedi götürdü ve polis yaşlı adamın dairesine girdi. Düzenliydi. Neredeyse boş sayılırdı—bir sandalye, bir masa, şöminenin üzerinde kalın kaşları ve nazik gülümse-mesiyle bir kadının solmuş portresi. Birisi buzdolabını açtı ve eski gazete kâğıtlarına sarılıp mayonez ve turşu kavanozlarının arkasına dikkatle yerleştirilmiş küçük banknotlardan oluşan yaklaşık bin dolar buldu.
Karşılaştığım bu yalnızlık beni etkilemişti ve sadece çok
kısa bir süre için yaşlı adamın adını öğrenmiş olmayı istedim. Sonra, birdenbire bu isteğimden ve ona eşlik eden pişmanlıktan vazgeçtim. Aramızdaki bir anlaşma bozulmuş gibi hissediyordum. Sanki yaşlı adam o boş odada bana gizli bir tarihi fısıldıyor, duymamayı tercih ettiğim şeyleri anlatıyordu.
Yaklaşık bir ay kadar sonra, soğuk, kasvetli bir kasım sabahında güneş ince bir bulut tabakasının ardında solmuşken, diğer telefon geldi. Tam o sırada kendime kahvaltı hazırlıyordum. Ocakta kahve, tavada iki yumurta pişerken ev arkadaşım telefonu uzattı. Hat oldukça cızırtılıydı.
“Barry? Barry, sen misin?”
“Barry, ben Jane halan. Nairobi’den. Beni duyabiliyor musun?”
“Afedersiniz. Kim dediniz?”
“Jane halan. Dinle Barry, baban öldü. Trafik kazası geçirdi. Alo? Beni duyuyor musun? Baban öldü diyorum. Barry, Boston’daki amcanı arayıp haber ver. Şimdi kapatmam gerek tamam mı Barry? Tekrar aramaya çalışacağım.”
Hepsi buydu. Hat kesildi ve mutfakta yanan yumurtanın kokusu gelirken gözüm duvardaki çatlaklara dalmış halde kaybımı algdamaya çalışarak koltuğa çöktüm.
Ölümü sırasında da babam benim İçin bir efsane olarak kaldı. Bir insandan hem daha fazla hem de daha az gibiydi. 1963′te, ben sadece iki yaşındayken Havraii’yi terk etmişti. Bu yüzden çocukken de onu annemin, büyükannem ve büyükbabamın anlattığı hikayelerden tanıyordum. Üçünün de tekrar tekrar kullandmaktan pürüzleri aşınmış ve kusursuzlaşmış favori hikâyeleri vardı. Gramps’in akşam yemeğinden sonra eski, içi doldurulmuş sandalyesinde viskisini yudumlayıp dişlerini sigara paketinin jelatiniyle temizlerken, babamın bir adamı sırf bir pipo yüzünden Pali Tepesinden atmaya kalktığı zamanı anlatışını hâlâ hatırlıyorum.
“Dinle bak; annen ve baban bir arkadaşlarını adada dolaşmaya götürmüştü. Arabayla Tepeye çıktılar. Barack büyük ihtimalle yol boyunca ters şeritten gitmişti.”
“Baban korkunç bir şofördü” diye açıklardı annem. “İngilizler gibi sol şeritten giderdi ve bir şey söylemeye kalkarsan Amerika’nın aptalca kuralları hakkında söylenmeye başlardı.”
“Pekâlâ, bu sefer oraya tek parça halinde varmayı başardılar, arabadan indiler ve manzarayı seyretmek İçin korkulukların yanına gittiler. Barack, ona doğum gününde verdiğim piposunu tüttürüyor, bir yandan da bir gemi kaptanı gibi piponun ucuyla güzel yerleri gösteriyordu.”
Annem, “Baban o pipoyla gerçekten gurur duyuyordu” diye tekrar araya girerdi. “Ders çalıştığı akşamlarda ağzından düşürmezdi, bazen de.”
“Bana bak Ann, hikâyeyi sen mi anlatacaksın yoksa bitirmeme izin verecek misin?”
“Affedersin baba. Devam et.”
“Neyse, bu zavallı çocuk—o da Afrikalı bir öğrenciydi, değil mi? Yeni mezun olmuştu. Bu zavallı çocuk Barack’ın pipoyu gözüne sokmasından etkilenmiş olacak; denemek için vermesini rica etti. Baban bunun için bir dakika boyunca düşündü ve sonunda kabul etti. Çocuk pipodan ilk nefesi çektiği gibi Öksürmeye başladı. O kadar kötü öksürüyordu ki pipo elinden kayarak korkuluklardan düştü ve 30 metre kadar aşağı yuvarlandı.”
Gramps devam etmeden önce durup matarasından bir yudum daha alırdı. “Evet, nerede kalmıştık? Baban korkuluk.
Bir önceki yazımız olan Sil Baştan Kitap Özeti başlıklı makalemizde Ken Grimwood kitapları, Ken Grimwood romanları ve Ken Grimwood Sil Baştan kısa özeti hakkında bilgiler verilmektedir.
Read more http://www.kitapozeti.org/babamdan-hayaller-kitap-ozeti-3.html