Roman özetleri

Zorba Kitap Özeti

Nikos Kazancakis, çağdaş Yunan edebiyatının ancak buzlucam ardından seçilebilen, tedirgin ve büyük kişiliklerinden biri olarak çok tartışıldı, yanlış bilindi, az sevildi. Zorba adlı bu romanı, onun kendisiyle giriştiği bir tür sessiz hesaplaşma sayılabilir. Geçmişin, kayıp giden zamanın, insanın temel yanılgılarının bir kez daha gözden geçirilmesidir bu roman. Zorba aracılığıyla Kazancakis, özyaşamının yenilgiler ve soru işaretleriyle dolu bir bilançosunu çıkarır. “Korkmamayı, yaşamı sevmeyi, ayakta durabilmeyi bana o öğretmişti,” diyor yazar. Gerçekten de Zorba, bir yaşam kılavuzudur. Özgür insanların simgesidir. Bugün Kazancakis’in mezar taşında yazılı olanlar, doğrudan Aleksi Zorba’nın ağzından dökülmüş yazgı sözcüklerini andırıyor: “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”

UĞUR KÖKDEN

***

YAZARIN ÖNSÖZÜ

Çok sevdiğim bir işçi olan Aleksi Zorba’nın hayatını ve yaşama düzenini yazmayı çok kez istemişimdir.

Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur. Ölü ya da diri insanlardan, savaşmamda bana yardım edenler çok azdır Ama ruhumda en çok iz bırakan insanları saptamak isteseydim, herhalde üç-dört ad sayabilirdim; Homeros, Buddha, Bergson, Nietzsche ve Zorba. Bunlardan birincisi, benim için, ölümsüzlüğü kurtarıcı bir ışıkla aydınlatan, camdan yapılmış parlak bir göz (Güneş Kursu gibi) olarak kalmıştır: Buddha dünyanın içinde boğulup kurtulduğu dipsiz bir göldü; Bergson beni, gençliğimde her biri benim için birer işkence olan, çözülmesi olanaksız felsefe sorunlarından kurtardı; Nietzsche ise, yeni acılarla zenginleştirdi beni ve bana sıkıntıyı, acıyı ve kararsızlığı gurura çevirmeyi öğretti; Zorba ise, hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğretmiştir bana!

Eğer bugün, dünyada bir ruh kılavuzu, Hintlilerin dediği gibi bir “guru”. Aynaroz papazlarının dediği gibi bir “yeronda” seçmem gerekseydi, kesinlikle Zorba’yı seçerdim.

Çünkü, mürekkep yalayan bir insanın kendini kurtarması için neye gereksinmesi varsa, hepsi onda vardı; uzaktaki besinini ok gibi yakalayan o ilkel avcı görüşü; rüzgâr, deniz, ateş, kadın ve ekmek gibi, her günün yüzyıllık öğelerine bir bakirlik vermek ve ölümsüzlüğe her zaman ilk kez bakmak konusunda gösterdiği o her sabah yenilenen yaratıcı yalınlığı, elinin sağlamlığı, yüreğinin tazeliği, içinde ruhtan daha kuvvetli bir güç varmış gibi, kendi ruhu ile alay etmek yolundaki babayiğitliği ve son olarak kritik anlarda, Zorba’nın ihtiyar göğsünden kurtarıcı olarak fışkıran, insanın benliğinden daha derin bir kaynaktan çıkan, her zaman yeni, pürüzsüz gülüşü; zavallı ve korkak insanın kendi hayatçığını yarım yamalak güvenlik altına alma yolunda çevresine diktiği ahlak, din ve vatan gibi çitleri yıkmak için o silkinir ve yıkardı da…

Bunca yıldır kitaplarda öğretmenlerin kudurmuş ruhumu doyurmak için, beni hangi besinle beslediklerini ve Zorba’nın birkaç ayda, bana nasıl, aslanca bir besini verdiğini düşündüğümde içimdeki acıyı ve kızgınlığı güçlükle önleyebiliyorum. Bir bakıma, hayatım mahvolup gitmişti. Bu “ihtiyar”la çok geç karşılaşmıştım ve hâlâ içimde kalan, kurtulabilecek şeyler çok azdı. Büyük dönüş, cephenin tam değişmesi, “patlama” ve yenilik olmadı. Artık çok geçti. Böylece Zorba, benim için hayatın yüksek bir örneği olacağına, yazık ki, alçalıp birkaç kâğıdı karalayayım diye, bir felsefe konusu durumunu aldı.

İnsana hayatı sanat yaptıran o acıklı üstünlük, birçok et yiyen canlılarda yıkıntıya neden olur. Çünkü, böylece şiddetli maraz, bir yer bularak göğüsten çıkar ve ruh hafifler; ruh hafiflediği için de artık boğmaz, gövde gövdeye boğuşma zorunluluğu duymaz, hayatla eylem arasına girip şiddetli marazının havada halka halka sönüşünü seyreder ve sevinir.

Yalnız sevinmekle de kalmaz, aynı zamanda apaçık da olur; ince bir eseri, bir günlük giderilmesi olanaksız ânı (bu, et ve kanı olan sonsuz zaman içindeki biricik andır), sözde olanı yüzyıllık durumuna sokarak gerçekleştirdiğini sanır. Böylece, et ve kemikten oluşan Zorba, benim elimde mürekkep ve kâğıt haline girdi. Ben istemeden, hatta benim aksini istememe karşılık, Zorba’nın hikâyesi içimde kristalleşme yolunu tuttu. İçimde esrarengiz çatışma başlamıştı; önceleri müzikal bir huzursuzluk, ateşli bir sevinç ve hoşnutsuzluk, sanki kanıma yabanca bir madde gibi girmiş de, organizmam onu emerek yemeye ve yok etmeye çalışıyordu. Sözcükler bu ateşli sevincin çevresinde koşmaya, onu çevreleyip kuşatmaya ve bir doku gibi onu beslemeye başladılar. Puslu anılar sağlamlaşıyor, batmış sevinç ve kederler yukarı çıkıyordu, hayat daha hafif bir havanın içinde yer alıyor ve Zorba bir masal oluyordu.

Daha bu Zorba masalına nasıl bir biçim vereceğimi bilmiyordum; roman mı, şarkı mı, çok yönlü düşsel bir Binbir Gece Masalı mı olacaktı, yoksa yalnızca ve kupkuru bir biçimde, Girit’in bir kıyısında sözde linyit bulacağız diye toprağı kazarken söylediği sözleri mi yazacaktım? İkimiz de pek iyi biliyorduk ki, bu pratik amaç, insanlığın gözüne atılmış külden başka bir şey değildi. Biz, güneşin bir an önce batmasını, işçilerin paydos etmesini, kumsalın üzerine uzanmayı, doyumsuz köy yemeğimizi yemeyi, Girit’in sek şarabını içmeyi ve söyleşimize başlamayı bekliyorduk.

Çoğu zaman ben konuşmazdım; bir entelektüel, tıfıl bir çocuğa ne söyleyebilir? Bana Olympos’taki köyünden, karlardan, kurtlardan, komitacılardan, Ayasofya’dan, linyitten, mermer madeninden, kadınlardan, Tanrı’dan, vatan ve ölümden söz açışını dinler ve birden tıkanıp artık sözler kendisi için yetmez olduğu zaman, silkinir, denizin iri çakılları üzerinde raks etmeye başladığını görürdüm.

İhtiyar, dik vücutlu, iri kemikli, başı arkada, kuş gibi ufacık ve yusyuvarlak gözlüydü; raks ediyor, çığlıklar atıyor, kaba tabanlarını denize vuruyor ve yüzünü tuzlu suyla ıslatıyordu.

Ancak sesini (hayır, sesini değil, bağrışını) duyarsam hayatımın bir değeri olurdu, şimdi bir afyon tiryakisi gibi kâğıt ve kalemle yaşadığımı, o zaman kan, et ve kemiğimle yaşardım.

Ama yüreklilik gösleremiyordum. Zorba gece yarısı raks ediyor ve benim de, usluluk ve alışkanlığın düzenli kabuğundan silkinip kurtulmamı, kendisiyle birlikte büyük yolculuklara çıkmamı haykırıyor, ben ise yerimden kımıldamayıp titriyordum.

Hayatımda çok kez utanmışımdır, çünkü hayatın tadı olan yukarıdaki çılgınlığın bana yapmamı haykırdığı şeyi yapmaktan ruhumu alıkoymuştum. Ama hiçbir zaman, ruhumdan ötürü Zorba’nın önünde olduğu kadar utanmamışımdır.

Bir sabah şafak vakti birbirimizden ayrıldık; ben Faust’a özgü öğrenme hastalığının iyileşmez darbesini yemiş, yine gurbete çıkıyordum; o Kuzey yolunu tuttu ve zengin bir mermer damarının bulunduğunu söylediği Sırbistan’da, Üsküp dolaylarında bir dağa gitti, paralı birkaç adam buldu, biraz araç gereç satın aldı, işçileri işe sürdü ve yine yerin altında delikler açmaya başladı. Kayalar uçurdu, su getirdi, ev yaptı, buruşuk bir ihtiyar olmasına karşın, şen ve güzel bir dul olan Luiab ile evlendi ve ondan çocuğu da oldu.

Bir gün Berlin’de bir telgraf aldım:

“Çok güzel bir yeşil taş buldum, hemen gel – Zorba.”

Almanya’da büyük bir açlığın egemen olduğu dönemdi. Mark öyle düşmüştü ki, ufak bir alışveriş için milyonları çuvalla taşımak gerekiyordu ve lokantaya gidildiğinde, hesabı görmek için kâğıt parayla dolu el çantası açılıp masanın üzerine boşaltılıyordu; öyle günler geldi ki, bir mektup pulu için on milyar mark gerekliydi.

Ortalıkta açlık, soğuk, eski ceketler, delik ayakkabılar vardı ve Almanların kıpkırmızı yanakları sararmıştı. Sonbahar rüzgârı esiyor, insanlar sokakta yaprak gibi yerlere seriliyordu. Aldansınlar da ağlamasınlar diye, çocuklara birer parça kauçuk verilerek çiğnetilmekteydi. Polis, geceleri, annelerin çocuklarıyla birlikte boğulmalarına engel olmak ve onları kurtarmak için köprülerde nöbet tutuyordu.

Kıştı, kar yağıyordu. Yanımdaki odada, Sinoloji profesörü bir Alman, uzun bir fırçayı eline almış, Uzakdoğu’nun o güç yöntemiyle, eski bir Çin şarkısını ya da Konfüçyüs’ün bir özdeyişini yazmaya çalışıyordu. Bu durumda, fırçanın ucu, yazanın kalkık duran dirseği ve kalbi, bir üçgen oluşturmalıydı.

Hoşnut bir tavırla şöyle diyordu:

“Birkaç dakika içinde koltuklarımın altı terliyor ve böylelikle ısınıyorum?”

Bu zehir gibi günlerde Zorba’nın telgrafını aldım. “Çok güzel, yeşil bir taş buldum. Hemen çık gel – Zorba.” Öncc kızmıştım. Milyonlarca insan, can ve kemiklerine güç vcrecck bir parça ekmekleri olmadığı için kıvranıp dize gelirken, bize çekilen bir telgraf, güzel bir yeşil taşı görelim diye, bin millik bir uzaklığı aşmamızı istiyordu? Güzelliğe lanet olsun, dedim, çünkü güzellikler kalpsizdir ve insanın acısıyla ilgilenmez.

Ama birden irkildim; kızgınlığım geçmişti bile, ve ben, Zorba’nın bu insanlıkdışı çağrısının, içimdeki başka bir insanlıkdışı haykırışa karşılık verdiğini anladım. İçimdeki vahşi bir kuş, kaçmak için kanat çırptı.

Ama ben kaçmadım. Kaçmayı göze alamadım. Trene binmedim, içimdeki kutsal ve devce çağrıya kulak vermedim, korkusuzca bir akılsızlık yapmadım. Mantığın ölçülü, soğuk ve insanca sesine uydum. Kalemi aldım, Zorba’ya yazıp açıklamada bulundum.

O da bana yanıt verdi:

“Kusura bakma patron ama, sen bir kâğıt faresisin. Şu zavallı sen de, hayatında bir kez olsun güzel bir yeşil taş görebilirdin, ama göremedin. Vallahi işsizken bir yerde oturuyor ve kendi kendime düşünüyordum; ‘Cehennem var mı, yok mu?’ diye. Fakat dün mektubunu alınca şöyle dedim: ‘Bazı kâğıt fareleri için kesinlikle bir cehennem vardır.”

Anılar harekete geçti, birbirinin üstüne bindiler; acele ediyorlardı. İşi düzeltmenin zamanı idi. Zorba’nın hayat ve yaşayış biçimini başından ele alacaktım. Ona bağlı bulunan en anlamsız olaylar bile şu anda berrak bir yaz denizindeki renk renk balıklar gibi temiz, hareketli ve değerli yaratıklar olarak kafamda parlıyorlar. Ona özgü hiçbir şey içimde ölmüş değil; sanki Zorba’ya ait olan her şey ölümsüzleşmiş; fakat şu günlerde ani bir huzursuzluk beni sarsıyor; İki yıldır ondan mektup almadım, artık yetmişini aşmış olmalı. Belki de son günlerini yaşıyordur! Kesinlikle son günlerini yaşıyordur, yoksa ona ait olan her şeyi toparlamak, bana ne söylemiş ve ne yapmışsa hatırlamak ve kaçmasınlar diye hepsini kâğıda yansıtmak konusunda bana egemen olan önü alınmaz isteği başka türlü açıklayamazdım. Sanki ölümü, onun ölümünü kaçırmak istiyor gibiyim. Korkarım bu yazdığım, bir kitap değil, bir “güzelleme” olacak.

Ve şimdi görüyorum ki bu kitap, bir güzellemenin bütün belirtilerini taşımaktadır. Tepsi, koliva* ve kalın bir şeker tabakasıyla süslenmiş, onun üzerine de, tarçın ve bademle ALEKSİ ZORBA adı yazılmış.

Adına bakıyorum, birden sanki Girit’in çivit mavisi denizi çalkalanıyor ve beynim toparlanıyor. Sözler, gülüşler, rakslar, sarhoşluklar, ikindiüstleri alçak sesle konuşmalar, her an beni karşılıyormuş gibi, her an bana veda ediyormuş gibi dikilen yusyuvarlak, canlı, çekingen gözler.

Baştan aşağı süslü ölü tepsisine baktığımız zaman, kalbimizin mağarasında nasıl anılarımız yarasalar gibi salkım salkım sarkarsa, Zorba’nın gölgesi arkasında, ben istemeden, düşkün, çok boyanmış, çok öpülmüş, Girit’in Libya açığındaki bir kumsalda Zorba ile birlikte karşılaştığımız bir kadın da, ilk andan beri, beklenmediği halde belirivermişti.

İnsanın yüreği, kesinlikle içi kanla dolu, üstü kapalı bir çukurdur ve açıldığı zaman hep, çevremizde toplanıp havayı karartan, avutulması olanaksız bütün susamış gölgeler, içip canlanmak için ona koşarlar. Yüreğimizin kanını içmek için koşarlar, çünkü başka bir canlanma yolu olmadığını bilirler. Bugün de, hepsinin önünde, kocaman adımlarıyla öbür gölgeleri aralayarak Zorba koşuyor, çünkü bugün dinsel ayinin kendisi için yapıldığını bilmektedir.

Fakat, kanımızı verelim onlara da, canlansınlar. Bu olağanüstü oburun, işçinin, kadın düşkünü bu serserinin biraz daha yaşaması için elimizden geleni yapalım. Hayatımda tanıdığım en rahat ruh, en sağlam vücut, en özgür haykırış onundu.

Nikos Kazancakis

ZORBA

1

Onu ilk kez Pire’de tanıdım. Girit’e gidecek vapura binmek üzere limana gelmiştim. Neredeyse sabah olacaktı. Yağmur yağıyordu. Güçlü bir siroko rüzgârı esiyor, denizin serpintileri küçük kahveye kadar geliyordu. Camlı kapılar kapalı olduğu için hava, insan soluğu ve adaçayı kokmaktaydı. Dışarısı soğuktu, camlar, insan soluklarından buğulanmıştı. Keçi kılından kahverengi fanilalar giymiş ve burada sabahlamış birkaç denizci, kahve ve adaçayı içiyor, buğulu camlardan denize bakıyorlardı.

Fırtınadan sersemleyen balıklar, dipteki durgun sulara inmiş, yukarıda çevrenin durulmasını, balıkçılar da kahveye sığınmışlar, bu tanrısal keşmekeşin durmasını bekliyorlardı; balıkların korkusu geçsin de oltalara vursunlar diye… Dil, iskorpit ve pisi balıkları gece seferlerinden dönüyor, uyumaya gidiyorlardı.

Şafak sökmekteydi.

Camlı kapı açıldı. Kısa boylu, sarı benizli bir liman işçisi içeri girdi. Başı açık, ayakları çıplak ve çamur içindeydi.

Kocaman, açık mavi pardösü giymiş bir ihtiyar deniz kurdu bağırdı:

“Ee Kostandi, nasılsın be?”

Kostandi kızgın bir tavırla tükürdü:

“Nasıl olalım? Günaydın kahve, tünaydın ev, günaydın kahve, tünaydın ev, günaydın kahve, tünaydın ev! İşte benim hayatım! İş yok!”

Bazıları güldü, bazıları kafa sallayıp küfrettiler.

Felsefe eğitimini Karagöz oyunlarında tamamlamış palabıyıklı biri araya girdi:

“Hayatın kendisi işsiz; lanet olsun, kendisi!”

Yeşilli-mavili, tatlı bir ışık pis camlara vurdu, o da kahvenin içine girdi, ellere, alınlara takıldı, ocağa sıçradı, şişeler alevlendi; elektrik gücünü yitirdi; uykusuz ve mahmur kahveci, elini uzatıp lambaları söndürdü.

Bir an süren bir sessizlik oldu. Bütün gözler kalkıp çamurlu güne baktılar. Uğuldayarak kırılan dalgalarla, kahvenin içinde guruldayan birkaç nargilenin sesi duyuldu.

İhtiyar deniz kurdu, içini çekti. Sonra mırıldandı:

“Acaba Kaptan Lemonis ne oldu, ulan? Tanrı yardımcısı olsun!” Açık denize kötü kötü baktı:

“Tuh sana, karı-kocayı ayıran deniz!” dedi ve ıkınarak bıyığını ısırdı.

Bir köşeye büzülmüştüm, üşüyordum, ikinci bir adaçayı ısmarladım. Uykum vardı. Uyku, yorgunluk ve sabahın verdiği üzüntüyle savaşıyordum. Bakıyor, bakıyordum. Çok koyu, deniz, yağmur ve hasretten oluşmuş bir yansıma kalbimi sarıyordu.

Gözlerimi, hâlâ pruvasına kadar gecenin içine batmış gibi duran büyük bir vapurun siyah küpeştesine dikmiştim. Yağmur yağıyor ve ip gibi inen sular, gökyüzü ile çamuru birleştiriyordu.

Ben siyah vapura, gölgelere ve yağmura baktıkça, yavaş yavaş içimdeki acı biçimleniyor; anılar yükseliyor ve o sevgili dost, yağmurla hasretten yapılmış ıslak havada gelip yerleşiyordu. Ne zaman? Geçen yıl mı? Başka bir hayatta mı? Dün mü? Ona veda etmek için bu limana inmiştim. Yine yağmuru, soğuğu, vaktin sabaha karşı olduğunu hatırlıyorum; kalbim yine altüst olmuş, kabarıyordu.

İnsanın, sevdiği insanlardan geç ayrılması zehirdir! İnsanın, bıçakla keser gibi, kendisi için doğal bir iklim olan ıssızlıkta yine yapayalnız kalması daha iyi. Fakat o yağmurlu şafakta ben dostumdan ayrılamıyordum. (Bunun nedenini sonradan ve içim yanarak çok geç anladım.) Onunla birlikte vapura binmiş, kamarasında, saçılmış valizler arasında oturmuştum. Ona uzun uzun bakıyor, dikkatini başka yana çevirdiği zaman, yüzünün çizgilerini, o parlak, yeşilli-beyazlı gözlerini, tombul ve genç yüzünü, ince, taze ifadesini, hepsinin üstünde de o uzun, soylu parmaklarını süzüyordum.

Bir ara bakışlarımın, üzerinde kaçakça ve emermiş gibi durduğunu fark etti; sıkıntısını gizlemek istediği zamanki alaycı bakışıyla baktı. Beni süzdü, anladı. Ve ayrılığın acısını dağıtmak için alaycı bir gülümseyişle sordu:

“Ne zamana kadar?”

“Ne, ne zamana kadar?”

“Ne zamana kadar kâğıt yiyip mürekkep yalayacaksın? Benimle birlikte gel, orada, Kafkas’ta, ırkımızdan binlerce insan tehlikede; gel, onları kurtaralım.”

Sonra, o soylu tasarısıyla alay edermiş gibi gülmeye koyuldu.

“Onları belki kurtaramayız,” diye ekledi. “Ama kurtaralım derken, biz kurtuluruz. Öyle değil mi? Bunları söylemek istemiyor musun, hocam? Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır. Haydi öyleyse, öğreten öğretmen… Gel!”

Karşılık vermedim. İlah doğuran Kutsal Doğu, yüksek dağlar. Prometheus’un kayaya saplanmış çığlığı… O yıllarda aynı kayalara saplanmış ırkımız bağırıyordu. Tehlikedeydi; kendisini kurtarması için oğullarından birini çağırıyordu. Ve ben, hiç etliye sütlüye karışmadan, bu çekilen acılar bir düşmüş ve hayat da, sürükleyici bir tragedyaymış da, insanın bir aşamaya varıp eyleme katılması sanki büyük bir kabalık ve bönlükmüş gibi, dinliyordum.

Dostum karşılık beklemeden ayağa kalktı. Vapur şimdi, üçüncü düdüğünü öttürüyordu. Heyecanını saklamış olmak için alaycı bir tavırla,

“Sağlıcakla kal, kâğıt faresi!” dedi.

Yüreğindekini açığa vuramamanın ayıp olduğunu biliyordu. Gözyaşları, tatlı sözler, kararsız el işaretleri ve halkça içtenlik belirtisi sayılan hareketler, ona insanın yakışıksız çirkinlikleri gibi görünüyordu. Bu kadar çok sevişen biz, tatlı bir söz söylememiştik; canavarlar gibi oynuyor, birbirimizi tırmalıyorduk. O ince, alaycı ve uygardı, bense vahşi. O kendini denetlemeye alışkındı, ruhunun bütün belirtilerini, gülümseyişinin altında kolaylıkla gizleyebiliyordu; bense haşin, yersiz, uygarlıktan kopmuş bir gülüş salıveriyordum.

———

* Koliva: Kaynatılmış buğday ve şekerden yapılmış olup, Ortodokslarda bizim ölü helvasına benzeyen bir tür tatlı.

Related Articles

Başka Bir Aşkın Hikayesi Kitap Özeti

İstanbul Boza

admin

Psikopat 3

admin