Roman özetleri

Kalbim Evine Döndü Kitap Özeti

Derin, mavi gözleri, bembeyaz, tazecik tenine düşen alev rengi saçları ve dolgun dudaklarıyla yakıcı bir güzellik…

Grace’in resmi bile genç ve yakışıklı Kont Trevor Caldwell’i büyülemeye yetmiş, henüz tanışmadığı halde bu genç kızı kontesi yapmaya karar vermişti. Uçsuz bucaksız serveti, baştan çıkarıcı cazibesi ve esprileriyle kontun elde edemeyeceği kadın yoktu. Oysa Grace evliliğin kadınları itaatkâr birer köleye çevirdiğine inanıyor ve evlenmeyi kesinlikle düşünmüyordu. Bütün kadınlar kendisi için yarışırken Trevor ise sadece bu asi genç kızı arzuluyor, ona sahip olabilmek için her yolu deniyordu. Grace karşı koymaya çalıştıkça kontun dayanılmaz çekim alanına daha fazla giriyordu. Bu iki inatçı âşıktan acaba hangisi galip gelecekti?

***

Giriş

Ağustos sonu, 1800

Çoktandır ihmal edilmiş avcı kulübesinde önemli bir olay gerçekleşmek üzereydi. Ahşapların arasında ikamet eden, çürümüş ahşabın küf kokusuna ve pisliğe alışık, altı bacaklı ve benzeri bir sürü tüyler ürpertici kulübe sakini yaratık, başlayan töreni saygılı bir mesafeden, sessizce izliyordu. Tedbirli olmalarının asıl sebebi sürekli yaşadıkları bir korkuydu; kendilerini bir anda parlak bir bilimsel deneyde kullanılmak üzere boş bir kavanoza hapsedilmiş halde bulmak istemiyorlardı.

Ne yazık ki, törenin iki katılımcısından biri durumun ciddiyetine uygun bir şekilde davranmakta zorlanıyordu. Küçük kız önünde zıplayan ürkmüş bir cırcırböceğini minik, tombul elleriyle tutmaya çalışırken, bulaşıcı kahkahası etrafı çevreleyen ağaçların arasında çınlıyor, havasız kulübeyi sarıyordu. Hayvan açık kapıya doğru gitmeyi başarmış, hızlıca kendini dışarı atıp Grace kirli elleriyle kulübenin çıkışında belirmeden hemen önce, yerdeki büyük bir akçaağaç yaprağının altına saklanmayı becermişti.

Harap binanın içinde, giderek sinirlenen on yaşlarındaki bir oğlan çocuğu, darmadağınık, kırmızı bukleleriyle ele avuca sığmayan bu küçük kız çocuğuna ters ters bakmaktaydı. Kız cırcırböceğini aramayı bıraktı ve neşeyle oğlan çocuğunun tam karşısına oturdu. Çizik içindeki kısa bacakları soluk renkli, kısa paçalı bir erkek pantolonuyla örtülmüştü, üstünde de bir zamanlar beyaz olan ama ağaçlara tırmanıp kelebek kovalayarak geçirilen muhteşem bir yaz sabahının yırtıklarını ve lekelerini taşıyan bir gömlek vardı.

Grace, Henry Belden’ın kötü bakışlarını tekrar üstünde hissedince ciddi gözükmek için elinden geleni yapmaya çalıştı ama bütün çabasına rağmen gülmeden duramadığı için her iki elini de ağzına götürdü, parlak mavi gözlerinde neşe kıvılcımları saklıydı.

Henry kızgınlıkla içini çekti. “Grace,” dedi sert bir şekilde, “lütfen en azından gülmemeye çalış. Bu gerçekten çok önemli.” Kıza doğru uzandı ve kaba bir şekilde ellerini yüzünden çekti. Grace ciddi görünmek için çaba sarf etse de hâlâ gamzeleri görünüyordu.

Henry, “Şimdi,” diyerek en ciddi sesiyle talimat vermeye başladı. “Ne söylersem aynısını tam olarak tekrarla.”

Küçük kız tamam anlamında başını salladı, sürekli onu etkileyen şeyler yaptığı için kahramanı olan bu oğlanı her zamanki gibi şaşırtmaya can atıyordu. Oğlanın kendisine hızla yürüyen bir ata nasıl binileceğini gösterdiği sabahı hatırladı. Bu numarayı yapabileceğinden emindi; tek ihtiyacı, kendisi üstünde değilken midillisine yeterince tırıs egzersizi yaptırabilmekti. “And içerim ki,” diye başladı oğlan, onu daldığı düşüncelerden çekip çıkararak.

“And içerim ki,” Grace yüksek, çocuksu sesiyle tekrar etti.

“Senden başka kimseyle evlenmeyeceğim.”

“Senden başka kimseyle evlenmeyeceğim,” diye itaatkâr bir şekilde tekrar etti, sonra yeniden kıkırdıyarak anın bütün büyüsünü bozdu.

Henry bu tozlu yerde şamatayla kahkaha atan bu yedi yaşındaki kıza önce tepeden, küçümseyici bir bakış attı, sonra o da dayanamayıp gülmeye başladı. Çocukların yüksek perdeli kahkaha tufanı boş odada yankılanıyor ve dışarıdaki parlak güneşe doğru sürükleniyordu. Kuşlar acil durum çağrısıyla ötmeye başladılar. Ağaca konmuş bir baykuş tembelce yuvarlak gözlerinden birini açtı ve sonra tekrar kapadı, zavallı küçük kuşlar onun bakışını fark edince cıvıldamayı bırakarak sustular.

“Bu kadar komik olan ne?” diye sordu Henry, nihayet gülmeyi kesmiş ve konuşmayı başarmıştı.

Grace oturdu ve kirli elleriyle gözlerindeki yaşları sildi. “Sen,” dedi kahkahadan nefessiz kalmış bir sesle, bir yandan da küçük, tombul parmağıyla onu gösteriyordu. “Tıpkı Reverend Teesbury’e benziyordun. Hani vaazın ortasında bir anda bağırmayı kesip birinin gözlerinin içine bakar ya…” Saygısızca gözükse de uzun boylu, aksi rahibin oldukça iyi bir taklidini yaptı ve sonra tekrar bir kahkaha dalgasının içine düştü. Kendi esprisine o kadar kapılmıştı ki Henry’nin gülümsemeyi kestiğini fark etmedi.

Oğlan ellerini Grace’in omuzlarına koyup ona iyice yakınlaştı. Grace karnında garip bir duygu hissetti. “N- ne yapıyorsun, Henıy?” diye kekeledi.

“Şimdi beni öpmek zorundasın,” dedi Henry. Sesi kalın ve tuhaftı, gözlerini onun gözlerine dikmişti.

Grace silkelenerek geriye doğru bir adım attı. “Öğğ! Henry Belden! Seni veya bir başka erkeği öpmeyeceğim!” Geri geri kapıya doğru giderken tedbirli bir şekilde ona bakıyordu. Bir daha denemeyeceğini anlayınca midesindeki garip bulantı kesildi. “Bir oğlanın beni öpebilmesi için önce beni yakalaması gerekir ve siz erkekler hiçbir zaman beni yakalayamayacaksınız.” Döndü ve koşarak kulübeden kaçmaya başladı, kahkahalan da peşinden gidiyordu.

“Ah, evet, elbette yakalayacaklar, Grace,” dedi Henry. “Bir gün.”

Bir

Mart 1813

Köy hanının bunaltıcı derecede gürültülü ve sıcak ortamında iki beyefendi yemek sonrası konyaklarının keyfini çıkarıyordu. İyi dikilmiş, kusursuz elbiselerinin içinde her ne kadar etraftan rahatsızmış gibi görünmüyorlarsa da buraya ait olmadıkları belliydi. Adamlar ancak yüksek bir soydan veya büyük bir servetten gelebilecek bir özgüven ve incelik taşıyorlardı, bununla birlikte nerede olurlarsa olsunlar bulundukları yere uyum sağlıyor gibiydiler. Uzun boylarından sıkı, atletik vücutlarına ve soyluluklarına işaret eden iktidar sahibi duruşlarına kadar fazlasıyla birbirlerine benziyorlardı. Fakat gözlerinde durum farklıydı.

Gönülsüz bir şekilde yeni Blackthome dükü olan Sebastian Tremaine’in ürkütücü, kehribar gözleri ve insanın içine işleyen bakışları vardı. Aslında son derece soğuk ve mesafeli olan bu gözler vahşi kedileri hatırlatıyordu. Bir grup genç kızın birbirine fısıldaşarak anlattığına göre, o gözler karanlık bir geçmişi, üstünde hiç konuşulmayan ama hep merak edilen bir geçmişi gizliyordu. Genç hanımefendilerin çoğu ne zaman onunla balolarda veya dışarıda, parkta arabayla gezerken karşılaşsalar, belki kendileriyle konuşur umuduyla heyecandan titriyorlardı. Daha bir hafta önce genç ve ürkek bir hanım bir baloda babasını bu gizemli dükle sohbet ederken görmüş ve kendisiyle bu altın bakışlı, ürkütücü adam arasında bir nişan olasılığı üzerine tartıştıklarını duyunca korkudan ateşlenerek yatağa düşmüştü.

Diğer yandan, hiç kimse Huntwick kontunun gözlerini soğuk diye tasvir edemezdi. Trevor Christian Caldwell’in, içinde hoş bir baştan çıkarıcılık, yanıp tutuşturan bir sıcaklık, en çok da zengin bir mizah duygusu barındıran parlak, koyu yeşil gözleri vardı. Kont bir genç kıza baktığı zaman, genç kız dünyanın ayaklarının altından çekildiğini hisseder ve bir an için kontun kendisinden başka hiçbir şeyi umursamadığı duygusuna kapılırdı. Çok az kadın onun cazibesine karşı koyabilirdi, özellikle de yatağına aldığı birçok güzel kadının sonradan anlattığı efsanevi çekiciliği de işin içine girince. Uçsuz bucaksız servetine “Huntwick Kontesi” unvanını taşıma olasılığı da eklenince daha da karşı konulmaz olurdu. Evlilik hayatına ya da çocuk sahibi olmaya herhangi bir meyil göstermemesi geçen sene büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştu. Bu sene de kontun gene bekâr kaldığı bir sezonun¹ daha sonuna gelinmişti, evlenecek kızları olan annelerse, gelecek sezon kontun nihayet kendi kızlarını fark edeceğinden emin bir şekilde topluca rahat bir nefes almışlardı.

Konyağını bitiren dük duman dolu odanın kapısına doğru bakıp ayakta bekleyen uşağa anlaşılmaz bir baş işareti yaptı. Adam derhal at arabasının sürücüsüne Sebastian ve Trevor’ın yolculuğa hazır olduklarını bildirmek üzere dışarı çıktı.

Trevor kafasını geriye attı ve konyağını dibine kadar içti, sonra sandalyesini masadan uzağa çekerek uzun bacaklarını esnetti. İnce bir puro yakıp derin bir nefes çekti, hoş kokulu, gri-mavi, ince duman tabakasının arasından kafasını uzatıp arkadaşına baktı. “Bu gece yola devam etmekte kararlı mısın? Hava birazdan kararacak, yol tehlikeli olabilir.”

Sebastian tereddüt etmeden başıyla onayladı. “Blackthome’daki işimi yarın bitirmek ve mümkünse bir sonraki gün Londra’ya geri dönmek istiyorum.”

Trevor arkadaşının duygusuz ses tonu karşısında başını iki yana salladı. “Birçok erkek dukalık gibi bir mirasa konduğu için mutluluktan uçar, üstelik miras sırasında olduğunun farkında bile değilken. Sense yeni unvanını sadece ‘iş’ olarak görüyorsun.”

Sebastian purosunun ucuna ilgisiz bir şekilde baktı. “Bir dukalık,” dedi cansız bir tonla, “şehvet düşkünü, ahlaksız bir dizi dükün serveti kuruttuğu ve sonradan gelene sersemletici bir borç bıraktığı, mahvedilmiş bir dukalık.” Purosunu söndürüp ayağa kalkınca Trevor da yüzünde muzip bir ifadeyle ayağa kalktı ve iki adam handaki meraklı gözlerin bakışları altında kapıya doğru yürümeye başladı. Dük ödeme yapmak üzere hancının önünde durdu ve nazik ev sahipliği için ona teşekkür edip, avluya doğru yürüyen Trevor’ı takip etti.

Sebastian bekleyen arabasına doğru uzun adımlarla yürüdü, bir yandan da eldivenlerini giyiyordu. Son Blackthome dükü olma unvanını daha bir ay önce aldığı için parlak kırmızı lakeli kapıya henüz kendi armasını yaptırmamıştı. Londra’ya gider gitmez bunu halletmesi gerektiğini düşünürken, uşağı ona arabanın kapısını açtı. Bir ayağını merdivenlere attı ve Trevor’ı kimin oyaladığını anlamak için dönüp avluya baktı.

Kontu hanın kapısının girişinde ayakta, elleri arkasında bağlı, başı yana eğilmiş bir halde on yaşlarında bir oğlan çocuğunu dinlerken buldu. Oğlan hızla konuşuyor ve eliyle Sebastian’ın arabasının olduğu yönü gösteriyordu, sonra garip bir şekilde ona elini uzattı ve Hunt’ın yüzüne bakmak için kıvırcık saçlı başını ciddiyetle kaldırdı. Sebastian ilgiyle olan biteni seyrediyordu, tam Trevor’ın elini cebine atıp para çıkaracağını tahmin ediyordu ki uzanıp çocuğun havadaki elini tuttuğunu gördü. Sanki ciddi bir iş anlaşması yapıyorlarmış gibi çocuğun elini sıktı. Oğlan hızla seyislerin olduğu yere doğru koşup gözden kayboldu, kızıl saçları batan güneşin solgun ışıklarında parıldıyordu. Trevor sallana sallana arabaya doğru gelirken dudaklarında küçük, muzip bir gülümseme vardı.

“Buralı bir çocukla arkadaş oldun, öyle mi Hunt?” diye sordu Sebastian arabasının lüks, gri koltuklarına otururken.

Trevor onun karşısına oturdu ve ayaklarını at arabasının içinde uzatabileceği son noktaya kadar uzattı, tek kaşını kaldırıp düke bakarken yüzündeki sırıtış geniş bir gülümsemeye döndü. “Evet,” diye onayladı tuhaf bir bakışla. “Arabanla çok ilgilendi.” Bir an durdu, “Ve asaletinle,” diye ekledi kısık bir sesle takılarak.

Sebastian hiç yorum yapmadan yeni unvanının usandırıcı bir şekilde tekrarlanmasına müsaade etti. “Bir ahır oğlanı o zaman?”

“Pek sanmıyorum. En az bizim kadar eğitimli biri gibi konuşuyordu.”

“Demek ki bir toprak sahibinin oğlu,” dedi Sebastian ilgisizce, bir yandan da pencereden güneşin batışını seyrediyordu. Küçük köyün ışığı çabucak arkalarında kaldı. Arabanın sürücüsü çöken akşam karanlığında yolu daha iyi görebilmek için atları dikkatlice yavaşlattı.

Dük fark etmediği halde, Trevor’ın gülümsemesi daha da yayıldı. “Hiç şüphesiz,” diye onayladı ve o da camdan dışarı bakıp güvendiği nadir insanlardan biri olan dükle sessizliği paylaştı. Her zamanki gibi düşünceleri farklı iş kollarındaki yatmmlarına odaklandı. Yakın

————

¹)  Sezon (İng. Season) 18. ve 19. yüzyıllarda aristokrat sınıfın balo ve dernek işleri gibi çeşitli sosyal etkinliklerde bir araya geldiği, evlenme çağına gelmiş soylu genç kızların bu etkinliklerde yüksek sosyeteye takdim edildiği dönem. Londra’da sezon genellikle Noel’le birlikte başlayıp yaz ortasına kadar sürerdi, (yay. Hzl.)

Related Articles

Tanrının Kırbacı Attila kitap özeti – Thomas Mielke

Şu Çılgın Türkler

Bilge Adamın Korkusu (Kral Katili Güncesi 2. Gün) Kitap Özeti