Kitap Özetleri

YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ (The Globalisation of Poverty) – Michel Chossudovsky – Çeviren: Neşenur Domaniç

Ekonomik reformları kavramamı sağlayan ve ülke düzeyinde araştırma yürütmeme yardım eden pek çok ülkeden pek çok in­sana minnettarım. 1988’de başlayan alan çalışmam süresince, dostluk ve dayanışma bağlan geliştirdiğim köy toplulukları ve işçi örgütleri üyeleriyle, öğretmenlerle, sağlık çalışanlarıyla, devlet memurlarıyla, araştırma kurumu üyeleriyle, üniversite profesörleriyle, sivil toplum örgütü üyeleriyle temas kurdum. Bu kitap onların mücadelesine ithaf edilmiştir.

Kanada Sosyal Bilimler ve insan Bilimleri Araştırma Konseyi (Social Sciences and Humanities’ Research Council of Canada – SSHRC) ve Ottowa Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakül­tesi Araştırma Kurulu’nun desteklerine müteşekkirim. Bu kitapta dile getirilen görüşler yazara aittir.

Giriş

Küresel kriz, dünyanın herhangi bir tekil bölgesinde yoğunlaşmıyor.

Ulusal ekonomiler birbirlerine bağlanmış durumda; (yaklaşık 750 küresel kuruluş tarafından kontrol edilen) ticari banka­cılık ve şirket sahipliği ekonomik sınırları aşıyor; uluslararası ticaret bütünleşmiş ve dünyanın her yanındaki mali piyasalar hızlı bilgisayar bağlantıları aracılığıyla birbirlerine bağlanmış durumda. Güncel kriz, özellikle de Soğuk Savaş’ı izleyen belir­sizlik döneminde, iki savaş arası dönemdeki krize oranla çok daha karmaşık, toplumsal sonuçlan ve jeopolitik anlamları çok daha derin.

Küresel ekonomi ulusal devlet kurumlarım etkisizleştiren ve istihdam ile ekonomik etkinliklerin daralmasına hizmet eden bir “uluslararası alacak tahsilatı süreci” tarafından “düzenleniyor”.

Yoksulluk, arz tarafının bir girdisidir. “Yükselen piyasalar”, geçmişte varolan üretim sisteminin eşzamanlı olarak değiştirilmesi aracılığıyla açılır, küçük ve orta ölçekli girişimler ya iflasa itilir ya da küresel bir dağıtımcı için üretmeye zorlanır, devlet girişimleri ya özelleştirilir ya da ka­patılır, bağımsız tarım üreticileri yoksullaştınlır.

Dolayısıyla, küresel ekonomik sistemin niteliğini iki çelişik güç belirliyor: bir yandan küresel bir ucuz-emek ekonomisinin yerleşiklik kazanması, diğer yandan yeni tüketici pazarlarına dönük arayış.

Bunlardan ilki ikincisinin altını oyuyor. Pazarların küresel şirketler için büyümesi, iç ekonominin parçalanmasını ve tahrip edilmesini gerektirir. Para ve meta hareketlerinin önündeki engeller kaldırılır, kredi sistemi kuralsızlaştırılır, toprak ve devlet mülkiyeti uluslararası sermaye tarafından devralınır…

Gelişmiş Ülkelerde Borçlar ve Makro-Ekonomik Reform

Bu kitaptaki araştırmamız büyük oranda gelişmekte olan ülke­ler üzerinde yoğunlaştı. Ancak Berlin Duvarı’nın 1989’da yı­kılmasından ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana dün­ya ekonomisinin yeniden yapılandırılması süreci farklı bir gö­rünüm kazandı. Makro-ekonomik politikalar konusunda bir “siyasal uzlaşma” şekillendi ve dünyanın her yanındaki hükümetler neoliberal politika gündemini açık şekilde benimsedi. 1990’ların başından bu yana OECD ülkelerinde benimsenen makro-ekonomik reformlar, Üçüncü Dünya’da ve Doğu Avru­pa’da uygulanan “yapısal uyum programlarının birçok temel bileşenini içeriyordu.

Ancak bunun kurumsal işleyişi bu kitapta tarif edilenlerden farklıdır. Gelişmiş ülkelerde, Brctton Woods kuruluşları, “politika gözetimi” konusunda önemli bir rol oynamadı, fiatı’daki kredi kuruluşları, ulusal hükümetler üzerindeki baskılarını Washington merkezli bürokrasinin aracılığı olmadan uygulama eğiliminde. Devletin ortak olduğu girişimlerin, kamu kuruluşları­nın, devletin, taşra ve kent yönetimlerinin borçları mali piyasa­lar tarafından özenle kategorize ediliyor ve “derecelendiriliyor” (örneğin Moody’s ve Standard and Poor’un derecelendirmeleri). Dahası, maliye bakanlarının büyük yatırım bankalarına ve tica­ri bankalara rapor vermeleri giderek daha fazla bekleniyor. Moody’s’in 1995*te İsveç’in kredi notunu düşürmesi, sosyal de­mokrat azınlık hükümetinin çocuk izinleri ve işsizlik sigortası yardımları da dahil olmak üzere temel sosyal yardım programlarında kesintiye gitme kararını almasında etkili olmuştu.2

Benzer şekilde, Moody’s’in Kanada’nın kamu borçlarına ilişkin kredi notu, bu ülkenin sosyal programlardaki büyük öl­çekli kesintileri ve kamu çalışanlarının işten atılmasını içeren 1995-1996 yapısal uyum programını benimsemesinin ardındaki en önemli etkenlerden biriydi. ABD’de, Wall Street tarafından 1995’te talep edilen tartışmalı “dengeli bütçe tasarısı” (Senato’da az farkla reddedildi), devlete borç verenlerin haklarını ABD Anayasasına sokacaktı.

OECD ülkelerinde kamu borçlan 1980’ler boyunca belirlen­miş sınırları aştı (1995’te 13 trilyon ABD Dolarından fazla).3 Tam da “küresel borçlan geri ödeme” süreci, ironik bir şekilde, sistematik olarak yeni borçların yaratılması yoluyla borçların büyümesine olanak sağladı. Büyük farkla en borçlu ülke olan ABD’nin kamu borçları Reagan-Bush döneminde beş kat arttı (1996’da 5 trilyon ABD Dolan).4 Diğer taraftan, Batı ülkelerin­deki büyük kamu borçlan birikimi, mali sektörün ve bankaların çıkarılan açısından bir “siyasal kaldıraç” işlevi görürken, bu ke­simlere, hükümetlere ekonomik ve sosyal politikalar dayatma gücünü kazandırdı.

Küresel Tekeller

Durgunluk derinleşirken dünya ekonomisi bir avuç uluslararası banka ve küresel tekelin gölgesi altında. Söz konusu güçlü sınai ve mali çıkarlar sivil toplumun çıkarlarına giderek daha fazla ters düşüyor. Anglo-Sakson liberalizminin ruhu “rekabetin teş­vik edilmesi))ne adanmış olmakla birlikte, G-7 ülkelerinin makro-ekonomik politikaları (sıkı mali ve parasal kontroller aracılı­ğıyla) pratikte hem bir şirket birleşmeleri ve satın almaları dal­gasını, hem de küçük ve orta ölçekli girişimlerin önceden plan­lanmış iflaslarını getirdi.

Diğer taraftan, büyük çokuluslu şirketler (özellikle ABD ve Kanada’da) franchising sistemi aracılığıyla yerel pazarların kontrolünü (özellikle hizmet sektöründe) ele geçirdi.5 Küçük girişimler ya yok edildi, ya da “franchisee”ler olarak bir küresel dağıtımcının ağına dahil edildi.

Bu süreç büyük şirket sermayesinin (“franchisor”) beşeri ser­maye ve girişimcileri kontrol altına almasını mümkün kılıyor. Bu şekilde, yatırım harcamalarının asıl önemli bölümü bağımsız üreticiler tarafından üstlenilirken, küçük şirketlerin ve/veya pera­kendecilerin kazançlarının büyük bölümüne el konuyor.

Buna paralel bir süreç Batı Avrupa’da da gözlenebiliyor. Maastricht Antlaşması’yla birlikte, Avrupa Birliği’nin siyasal yeniden yapılanma süreci, Avrupa toplumlarının birliği aleyhi­ne, egemen mali çıkarları giderek daha fazla gözetiyor. Bu sis­temde devlet iktidarları özel tekellerin gelişimine bilinçli bir şekilde izin verdi: Büyük sermaye her türden küçük sermayeyi yok ediyor. Gerek Avrupa’da gerekse Kuzey Amerika’da, eko­nomik blokların oluşumuna yönelik zorlamayla birlikte bölgesel ve yerel girişimcilerin altındaki zemin kuruyor, kent yaşamı dö­nüşüyor ve küçük ölçekli bireysel mülkiyet siliniyor. “Serbest ticaret” ve ekonomik bütünleşme bir yandan küresel girişimlere daha geniş bir hareket alanı sağlarken diğer yandan (gümrüklerin kaldırılması ve kurumsal engeller aracılığıyla) küçük ölçekli yerel sermayenin hareket alanını daraltıyor.6 “Ekonomik bütün­leşme” (küresel girişimin egemenliği altında) bir siyasal birlik görüntüsü yaratırken, ulusal toplumlar arasında ve içinde sık sık anlaşmazlıklara ve toplumsal çatışmalara yol açıyor.

Mali İstikrarsızlık

“Reel ekonomi”nin makro-ekonomik reformların ağırlığı altın­da parçalanması, oldukça istikrarsız bir küresel mali sistemle , bütünleşiyor. Analistlerin New York Borsası’nın tümüyle yok olmasına çok yaklaşıldığı yönündeki değerlendirmelerine konu olan 19 Ekim 1987’deki Kara Pazartesi’den bu yana, önemli borsalarda arka arkaya yaşanan ve giderek daha ciddi hale ge­len sarsıntılarla, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’daki ulusal paraların batışıyla ve “kâr realizasyonları” ve büyük kurumsal yatırımcıların ani çekilmeleriyle çöken yeni “çevresel mali piyasalar”ın (örneğin Mexico, Bangkok, Kahire, Bombay) ortaya çıkışıyla kendini gösteren fazlasıyla değişken bir süreç başladı. Bu arada çevre ülkelerdeki borsalar gelişmekte olan ülkelerden , sermaye aktarmanın yeni araçları haline geldi.. “Yeni bir küresel mali ortam da doğdu; 1980’lerin sonların­daki şirket birleşmeleri dalgası, ticari bankaların, kurumsal yatırımcıların, borsa aracı şirketlerinin, büyük sigorta şirketlerinin vb, çevresinde toplanan yeni bir finansçılar kuşağının yerleşik hale gelmesinin yolunu açtı. Bu süreçte ticari bankacılık işlev­leri yatırım bankalarının ve borsa aracı şirketlerinin işlevleriyle bütünleşti.7

Söz konusu “para yöneticileri”, mali piyasalarda güçlü bir role sahip olmakla birlikte, reel ekonominin girişimcilikle ilgili işlevlerinden giderek uzaklaşıyor. Onların (devlet düzenlemele­rinden kaçan) etkinlikleri, futures piyasaları ile türev piyasalar­daki spekülatif işlemleri ve para piyasalarındaki manipülasyonları içeriyor. Büyük finans aktörleri Latin Amerika ve Güney­doğu Asya’nın “yükselen piyasalarında rutin “sıcak para yatı­rımları” yapıyor; çok sayıdaki kıyı bankacılığı merkezindeki para aklama işlemlerini ve “zengin müşterilere danışmanlık ya­pan”, uzmanlaşmış “özel bankalar”ın gelişimini anmaya bile gerek yok. Döviz işlemlerinin günlük hacmi l trilyon dolar dü­zeyinde ve bu miktarın yalnızca % |5’i gerçek mâl ticaretine ve sermaye hareketlerine tekabül ediyor. Bu küresel mali ağ için­de para, bankacılık merkezleri arasında^ görünmez elektronik transferler sayesinde çok yüksek bir hızla hareket ediyor. “Legal” ve “illegal” ekonomik faaliyetler giderek elana Fazla iç içe geçti ve büyük miktarlarda kayıtsız bireysel servet birikti. Yapısal uyum programlarından ve mali sistemin bunlarla birlikte kuralsızlaştırmasından yararlanan kriminal mafya uluslararası bankacılık dünyasındaki etkinliğini artırdı.9 Gelişmekte olan bazı ülkelerde ulusal hükümetler bu türden kriminal hiziplerin vesayeti altında. Bu hükümetler. Dünya Bankası destekli Özel­leştirme programlan sayesinde büyük miktarlarda devlet mül­künü de ele geçirdi.

Peru, Bolivya ve eski Sovyetler Birliği hakkındaki çözümle­melerimiz (10, 11 ve 12. bölümler) makro-ekonomik politika­larla kriminal mafyanın kara para aklaması arasındaki ilişkiyi de tanımlıyor.

Dünya Ölçeğinde Alacak Tahsilatı

Küresel mali sistem tehlikeli bir kavşağa geldi: Ekonomik kri­zin merkezinde, her gün yüzmilyarlarca dolarlık devlet tahville­ri ve hazine bonolarının işlem gördüğü kamu borçlanma piya­saları bulunuyor. Diğer taraftan, tahvil piyasalarının ve ABD Dolan cinsinden borçlanma kağıtlarıyla yapılan büyük ölçekli ticaretin kötü durumuna (neredeyse ortak yaşamsal bir ilişki içinde) Amerika, Avrupa ve Japonya’nın dünya para piyasalarındaki yoğun rekabeti eşlik ediyor. ABD Dolarının riski, Al­man ve Japon mali kurumları tarafından tutulan büyük miktar­lardaki ABD kamu borçlanma kağıtları ite Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’da dolaşımda bulunan büyük miktarlardaki ABD Doları banknotlarının da bir sonucu. ABD Dolarının değer yi­tirmesi, resmen “ülke borcunun ödenmemesi” olarak kabul edilmemesine karşın, uluslararası sermaye piyasalarında işlem gören ABD kamu borçlanma kağıtlarının reel değerinde fiili bir düşüş anlamına geliyor.1

Dahası, 1995 Meksika mali krizini izleyen belirsizlik döne­minde hiçbir şey çözülmedi: ABD Hazinesi, IMF ve BIS* des­tekli “kurtarma paketi”nin en önemli hedefi Meksika’nın ulus­lararası kredi veren bankalar ve mali kurumlara dönük borç ser­visi** yükümlülüklerini yerine getirmesini (kısa vadeli ve dola­ra endeksli “teso-bono”Iarla) sağlamaktı. Öze! borçlar uygun koşullarda değiştirilerek devlet borçlarına dönüştürüldü. Meksi­ka ekonomisi. çok daha. derin bir siyasal ve toplumsal çatlamaya yol açacak şekilde kötürüm bırakıldı: Anlaşmaya göre, Meksika bankaları yabancıların mülkiyetine açılacak ve ülkenin tüm petrol satış gelirleri New York’ta bulunan ve Meksika’nın uluslararası kreditörlerinin denetiminde olan bir banka hesabına yatırılacak.

Ancak, Meksika krizi, karmaşık bir mali yapbozun tek bir parçası; Aynı alacak tahsilatı mekanizması, gelişmekte olan dünyanın tüm Önemli bölgelerine, IMF tipi piyasa reformlarıy­la birlikte taşındı. IMF, bu bağlamda, diğer borçlu ülkelerin de Meksika’yla aynı kaderi paylaşabileceğini ima etti: “Bu neden­le nekahat döneminin iyi geçmesinden emin olmak için daha da sıkı bir gözetim getireceğiz…”

Özet Borçların Değişimi

1980’lerin başından bu yana gelişmekle olan ülkelerdeki büyük şirketlerin ve ticari bankaların büyük miktarlardaki borcu silin­di ve devlet borçlarına dönüştürüldü. Benzer şekilde, gelişmek­te olan ülkelere açılan çok taraflı ve iki taraflı krediler, bu ülke­lerin ticari banka borçlarını ödemelerini mümkün kılmaya yö­nelikti ticari borçlar uygun koşullarda (iki taraflı ya da çok ta­raflı) resmi borçlara dönüştürülürken ticari bankaların “riskleri”

azaltıldı.

Söz konusu “borç değişimi” süreci krizin merkezi bir özelli­ği: Geri dönmeyen alacaklar da dahil olmak üzere şirketlerin ve bankaların kayıptan sistemli bir şekilde devlete transfer edildi. Meksika’nın “kefaletle tahliyesi” bu sürecin yalnızca bir örneği.

Benzer şekilde ABD’de de 1980’lerin sonlarındaki birleşme patlaması sırasında şirket zararlarının yükü iflas eden girişimle­rin mülkiyetinin devri yoluyla devlete aktarıldı. Bu işletmeler daha sonra kapatıldı ve zararları vergi kayıpları olarak kayde­dildi. Diğer taraftan, büyük ticari bankaların “geri dönmeyen alacakları” düzenli olarak vergi-öncesi kayıplara dönüştürüldü. Sıkıntıya düşen şirketlere ve ticari bankalara yönelik “kurtarma paketleri”nde de genellikle aynı yöntem kullanıldı ve şirketle­rin borç yükü devlet hazinesine kaydırıldı.

Diğer yandan, OECD ülkelerindeki devlet sübvansiyonları­nın çoğu, istihdam yaratmayı teşvik etmekten çok, büyük şir­ketler tarafından, birleşmeleri finanse etmek, emekten tasarruf sağlayan teknolojileri uyarlamak ve üretimi Üçüncü Dünya’daki ve Doğu Avrupa’daki ucuz emek merkezlerine taşımak için kullanıldı. Devlet tarafından yalnızca şirket yeniden yapılanma­ları ile ilgili masraflar üstlenilmedi; kamu harcamaları, mülki­yetin daha fazla yoğunlaşmasına ve sınai istihdamdaki ciddi da­ralmaya doğrudan katkıda bulundu. Diğer yandan, küçük ve or­ta ölçekli işletme iflasları dizisi ve (aynı zamanda vergi ödeyen) işçilerin işten atılması da vergi gelirlerindeki ciddi düşüşe yardımcı oldu.

Devletin Mali Krizi

Batı’daki borç krizi aynı zamanda fazlasıyla azalan oranlı bir vergi sistemine yol açan gelişmeleri tetikleyerek kamu borçları­nın büyümesine katkıda bulundu. Şirket vergileri azaltılırken (düşük ve orta) ücretli kitleden toplanan (katma değer vergileri dahil) yeni vergiler, kamu borçlarının geri ödemelerine yönlen­dirildi.11 Devlet yurttaşlarından vergi toplarken, devlet tarafın­dan büyük şirketlere (yardım ve teşvikler biçiminde) “haraç” ödeniyordu.

Diğer yandan, şirket kârlarının yeni bankacılık teknolojileri­nin yardımıyla Bahamalar, İsviçre, Anglo-Normand Adaları, Lüksemburg vb. yerlerde kıyı bankacılığı merkezlerine uçması mali krizin daha da ağırlaşmasına yol açtı. Örneğin, Britan­ya’nın Karay ipler’deki bir kraliyet sömürgesi olan Cayman Adaları, dünyanın (çoğu Shell’e bağlı şirketlere ait olan mev­duatlarının büyüklüğü açısından) beşinci büyük bankacılık merkezi durumunda.1 ABD’deki bütçe açığının büyümesi ile büyük Ölçekli vergi kaçakçılığı ve kayıtsız şirket kârlarının transfer edilmesi doğrudan ilişkili. Diğer yandan, (kısmen suç örgütleri tarafından kontrol edilen) Cayman Adaları ve Bahamalar’a transfer edilen büyük miktarlardaki paralar, ABD’deki şirket yatırımlarını finanse etmek için kullanılıyor.

Mali Sermayenin Siyasal Vesayeti Altında

Gelişmekte olan ülkelerde bir kısır döngü harekete geçti. Dev­let “yardım”larının alıcıları devletin kreditörleri haline geldi. Hazine tarafından büyük şirketleri finanse etmek için çıkarılan kamu borçlanma kağıtları aynı zamanda devlet teşviklerinin alıcısı durumunda olan bankalar ve mali kurumlar tarafından ele geçirildi. Ortada saçma bir durum vardı: Devlet “kendi borçluluğunu finanse” ediyor, devlet “yardım”ları ise tahville­rin ve hazine bonolarının alımı için kullanılıyordu. Hükümet bir yandan teşvikler için lobi faaliyetleri yürüten sermaye grup­ları, diğer yandan da devlete kredi verenler tarafından sıkıştırı­lıyordu. Ve kamu borçlanma kağıtlarının büyük bölümü özel bankalar ve finans kurumlarının elinde olduğundan, bunlar hü­kümetlere kamu kaynakları üzerinde daha fazla tasarrufta bu­lunmak konusunda baskı uygulayabiliyordu.

Merkez Bankasının Hayali “Bağımsızlığı”

Gerek gelişmekte olan gerekse gelişmiş ülkelerde merkez ban­kalarının tüzükleri mali piyasaların talepleri doğrultusunda de­ğiştirildi. Merkez bankaları giderek daha fazla devlete kredi ve­renlerin vesayetine giriyor. Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’da merkez bankaları büyük oranda IMF tarafından Paris ve Londra Kulüpleri adına kontrol ediliyor.

Batı’da merkez bankaları “bağımsız” ve “siyasal etkilere korunaklı” hale geliyor.14 Bunun pratikteki anlamı ulusal hazi­nenin giderek özel kredi kuruluşlarının insafına bırakılmasıdır. Merkez Bankası, yeni tüzüğü çerçevesinde, devlete kredi sağla­mak için kullanılamıyor. Örneğin, Maastricht Anlaşması’nın 104. maddesine göre, “merkez bankasının devlete açacağı kre­diler tümüyle kendi takdirindedir; devlete kredi vermeye zorla­namaz”.” Bu nedenle de söz konusu tüzükler özel finans ku­rumları ve bankaların elindeki devlet borçlanma kağıtlarının miktarının artmasına doğrudan hizmet ediyor.

Pratikte, ne hükümete ne de yasama organına karşı sorumlu olan Merkez Bankası, Özel finans ve bankacılık çıkarlarının vesa­yeti altındaki özerk bir bürokrasi olarak çalışıyor. Para politikala­rının doğrultusunu hükümetten çok bu kuruluşlar dikte ediyor.

Gerek gelişmekte olan, gerekse gelişmiş ülkelerde bir devlet müdahalesi aracı olarak para politikalarının varlığından söz et­mek uzunca bir süredir mümkün değil; Para politikaları büyük oranda özel bankacılık krallığı tarafından belirleniyor. Devlet fonlarının göze çarpan kıtlığıyla çelişik bir şekilde, gerçek kay­naklar üzerindeki hakimiyete işaret eden “para yaratımı” [“money creation”], uluslararası bankacılık sisteminin iç ağı içinde, özel servetin tek uğraşı olarak gerçekleşiyor.

Güçlü finans aktörleri herhangi bir engelle karşılaşmaksızın para yaratmak ve parayı hareket ettirmekle kalmıyor, aynı za­manda faiz oranlarını manipüle ediyor ve İngiliz Sterlininin Ey­lül 1992’deki şaşırtıcı düşüşü örneğinde olduğu gibi Önemli para birimlerinin değer yitirme sürecini hızlandırıyor. Bunun pratikte gösterdiği, merkez bankalarının artık para yaratımını toplumun geniş çıkarları doğrultusunda (Örneğin üretimi artırmak ya da is­tihdam yaratmak) düzenleme olanağının bulunmamasıdır.

Para arzı insan kaynaklarının ve maddi kaynakların harekete geçmesini düzenleyen temel bir araçtır. Bu araç da Özel kredi kuruluşlarının elinde.

Gerek Üçüncü Dünya’da gerekse Doğu Avrupa’da IMF ta­rafından dayatılan (devlet harcamalarını finanse etmek için kul­lanılan) “para miktarını dondurma” politikası, ekonominin bü­tününü felce uğratabilen güçlü bir araç durumunda. Örneğin, Rusya Federasyonu’nda, Merkez Bankası’nın devlet girişimle­rine dönük IMF destekli kredi sınırlamaları 1992’den bu yana Rusya ekonomisini oluşturan sektörlerin parçalanmasına yar­dım etti (Bkz. 12, bölüm).

Devletin Krizi

Batı’da, demokratik sistem bir açmaza doğru sürüklendi: Yük­sek makamlara seçilenler giderek bürokrat gibi davranıyor. Devletin alacaklıları, gerçek siyasal iktidarın, arka planda, ayrı­ca iş gören emanetçileri haline geldi. Diğer taraftan ortaya tek biçimli bir siyasal ideoloji çıktı.

Makro-ekonomik reformlar konusundaki “uzlaşma” siyasal yelpazenin tümünü kucaklıyor. ABD’de Demokratlar ve Cum­huriyetçiler kolkola girdi; Avrupa Birliği’nde sosyalist hükü­metler “acı ilaç”ın öncüleri haline geldi.

Kamusal politikalar ABD ve Avrupa finans piyasalarında belirleniyor, politika tercihleri mekanik bir şekilde aynı türden ekonomik sloganlarla sunuluyor: “Bütçe açığını azaltmalı, enf­lasyonla mücadele etmeliyiz”; “ekonomi aşırı ısınıyor: Frene basın!”.

Finans kuruluşlarının çıkarları (özellikle ABD’de) hazine’nin ve çokuluslu bankaların üst kademelerine de nüfuz etti: Clinton yönetimi sırasında ABD Hazine Müsteşarlığı’nı yapan Robert Rubin, Goldman Sachs’m üst düzey yöneticilerinden biriydi; Dünya Bankası’mn eski Başkanı Lewis Preston, J.P. Morgan’ın yönetim kurulu başkanıydı vb.. Finansçılar siyasete bulaşırken politikacılar da iş dünyasında giderek daha fazla mali çıkara sa­hip oldu. Çıkar çatışmaları nedeniyle bozulan batıdaki devlet sis­temi, özel ekonomik ve mali kaygılarla çelişkili İlişkisinin bir so­nucu olarak krize girdi. Bu koşullar altında gelişmiş ülkelerdeki demokrasi pratiği bir ritüele dönüştü. Seçmenlere hiçbir politika seçeneği sunulmuyor. Tekparti yönetiminin bulunduğu devlet­lerde olduğu gibi, seçim sonuçlarının, devletin ekonomik ve sos­yal politikalarının gerçek yönetimi üzerinde hiçbir fiili etkisi bu­lunmuyor. Diğer taraftan, neo-liberal politika gündeminin belir­lenimi altındaki devlet, yurttaşlarının demokratik haklarını sınır­landırmak konusunda giderek daha baskıcı hale geldi.

Küresel Ekonomik Kriz

1930’ların büyük oranda ileri kapitalist ülkelerde yoğunlaşan depresyonu, (mal fiyatlarının çöküşüne rağmen) sömürgesel bağımlılık ilişkilerinde pek çok gelişmekte olan ülkeye geçici bir “soluklanma zamanı” sağlayan bir zayıflamaya tanıklık etti. 1930’lar boyunca, dünya pazarından kısmen “kopan” (örneğin Latin Amerika’da) ya da (siyasal açıdan) yalıtılan (Örneğin bi­rinci beş yıllık plan döneminde Sovyetler Birliği) ülkelerde cid­di ekonomik büyüme oranlan kaydedildi. Bugünkü kriz, buna tümüyle karşıt şekilde, eski “sosyalist” ülkeleri dünya pazarının yörüngesine sokarken, zengin ülkelerin eski sömürgeleri üze­rindeki kontrolünü artırdı. Birkaç istisnayı bir kenara bırakır­sak, küresel piyasa sistemi “ulusal ekonominin” (iç pazara yö­nelik ulusal sanayinin) sonuna işaret ediyor. Üçüncü Dünya’da ve eski Komünist Blok’ta bölgesel ticaret yapılanmaları orta­dan kaldırıldı ve (geçmişte iç pazarın ihtiyaçlarını karşılayan) sınai temelin büyük bir bölümünü parçaladı.

Gerek güneyde gerekse doğuda 1980’lerin başından bu yana yaşam standartlarında gözlenen gerileme (kurumların çöküşünü anmaya bile gerek yok), 1930’lar boyunca zengin ülkelerde ya­şanandan kayda değer oranda daha fazla. Yoksulluğun 20. yüz­yılın sonlarındaki küreselleşmesinin, dünya tarihinde bir benze­ri bulunmuyor. Ancak, bu yoksulluk, insan kaynaklarının ve maddi kaynakların “kıt” olmasının sonucu değil. Asıl olarak, işsizliğe ve emek maliyetlerinin dünya ölçeğinde minimize edilmesine dayanan küresel aşırı arz sisteminin ürünü.

Yıllar geçtikçe tehlikeli bir şekilde büyüyen küresel mali krize yönelik doğrudan ve kolay “çözümler” bulunmuyor. Ulu­sal hükümetlerin ve Washington merkezli bürokrasinin suçla­madan ibaret kalan tepkileri, toplumsal hareketlerin zeminini oluşturamaz. Bankalar ve ulus-ötesi şirketler de dahil olmak üzere, finans aktörlerinin konumu tam olarak belirlenmek zo­runda. Toplumsal hareketler ve kitle örgütleri, ulusal ve ulusla­rarası düzeylerde dayanışma içinde hareket ederek, söz konusu yıkıcı ekonomik modeli besleyen çeşitli mali çıkarları hedef al­mak zorunda.

Bretton Woods kuruluşlarının faaliyetlerini dikkatli bir şe­kilde izlemeye ve merkez bankalarının yapısını “demokratik­leştirmeye” yönelik düzenleyici politikalarla birlikte, gelişmek­te olan ülkelerin dış borçlarının iptalini ve gelişmiş ülkelerin devlet borçlarının silinmesini güvence altına alan somut mali mekanizmalara ihtiyaç var.1″ Ancak kredi veren kuruluşların üstlendiği rolleri ve meşruiyetlerini sorgulamayan, küresel ka­pitalizmin işleyişini değiştirmeyen bu önlemler kendi başlarına yeterli olamaz. Krizin merkezinde duran büyük devlet borçlan birikimi (ve dünya çapında kredi veren kuruluşların ulus dev­letlere uyguladığı baskılar) etkili “toplumsal düzenlemeleri” ve mali piyasalara müdahale edilmesini» yani toplum tarafından zorla uygulanacak ve söz konusu mali çıkarlara yönelik bir tür “mali silahsızlandırma”yı gerektiriyor.17

Dünya topluluğu, egemen neo-liberal sistemin yanlışlığını kabul etmeli.

Ekonomik kriz derinleşirken seçilebilecek politik hatların sayısı giderek azalıyor. Köklü ekonomik ve toplumsal reform­ların yokluğunda, dünya çapındaki bir mali çöküş olasılığı ih­mal edilemez. Yoksulluğun hafifletilmesine ve dünya ölçeğin­de istihdam ve alım gücü yaratımına dönük genişlemeci (“talep tarafı”) bir makro-ekonomik politika gündemi gibi, dünya tica­retini yöneten yeni kuralların netleştirilmesi de büyük önem ta­şıyor.13 Özel servetin amansız birikimine dayanan söz konusu küresel ekonomik sistemin anlamlı bir reform sürecine konu olup olamayacağı, yani mevcut siyasal ve toplumsal durumda dünya ticaretinin ve finans dünyasının kurallarında (Dünya Ti­caret Örgütü’nün ve Bretton Woods kuruluşlarının yenilenme­sini içeren) değişikliklerin yapılmasının olanaklı olup olmadığısorusu ortada duruyor.

Bu krizin “teknik çözümleri1′ bulunmuyor. Uzun süreli bir toplumsal mücadele olmadan, anlamlı reformların hayata geçirilmesi mümkün değil.

Tehlikeli olan, mali servetin büyük yoğunlaşması ve top­lumsal bir azınlığın gerçek kaynaklar üzerindeki egemenliğidir. Bu sonuncusu aynı zamanda uluslararası bankacılık sistemi içinde “para yaratımı”nı da denetlemektedir.

Merkez bankasını özel kredi kuruluşlarının kıskacından kur­tararak toplum tarafından “para politikasının yeniden devreye sokulması”, söz konusu mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu mücadele geniş tabanlı ve demokratik olmak, toplumun tüm düzeylerinde tüm kesimleri kuşatmak, tüm ülkelerde yürütül­mek ve büyük bir hamleyle işçileri, çiftçileri, bağımsız üretici­leri, uzmanları, sanatçıları, devlet memurlarını, din adamlarını, öğrencileri ve entellektüelleri birleştirmek zorundadır.

Mücadelenin “küreselleşmesi” temel bir önem taşımakta ve dünya tarihinde benzeri görülmemiş derecede bir dayanışma ve enternasyonalizmi gerektirmektedir. Küresel ekonomik sistem ülkelerin iç bölünmüşlüğünden ve ülkeler arası bölünmüşlükten besleniyor. Farklı gruplar ve toplumsal hareketler arasındaki amaç birliği ve dünya ölçeğindeki koordinasyon hayati Önem taşıyor. Dünyanın tüm önemli bölgelerindeki toplumsal hare­ketleri, yoksulluğun ortadan kaldırılması ve kalıcı bir dünya ba­rışının sağlanması ortak hedef ve kararlılığı ekseninde bir araya getiren büyük bir hamleye ihtiyaç var

BİRİNCİ KISIM

KÜRESEL YOKSULLUK VE MAKRO-EKONOMİK REFORM

BOLUM

YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ

1980’lerin başından bu yana IMF ve Dünya Bankası tarafından* gelişmekte olan ülkelere (dış borçlarının yeniden görüşülmesi­nin bu koşulu olarak) dayatılan “makro-ekonomik istikrar” ve “yapısal uyum” programları yüzmilyonlarca insanın yoksul­laşmasına yol açtı. “Ekonomik yeniden yapılanma”ya ve önem­li döviz kurlarının sabit tutulmasına dayanan Bretton Woods anlaşmasının ruhuna aykırı olarak, yapısal uyum programları büyük oranda ulusal paraların istikrarsızlaşmasına ve gelişmekte olan ülke ekonomilerinin batışına katkıda bulundu.

Yurtiçindeki alım gücü çöktü, kıtlıklar patlak verdi, sağlık klinikleri ve okullar kapandı, ilköğretim hakkı yüzmilyonlarca çocuktan esirgendi. Reformlar, gelişmekte olan dünyanın çeşitli bölgelerinde verem, sıtma ve kolera gibi bulaşıcı hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına yardım etti. Dünya Bankası kuruluş tüzüğünün “yoksullukla mücadele” ve çevre korumacılığım içermesine karşın, bu kurumun büyük ölçekli hidro-elektrik ve tarmsal sanayi projelerine verdiği destek de, milyonlarca insa­nın yerlerinin zorla değiştirilmesine ve tahliye edilmelerine yol açan ormansızlaşma ve doğal çevrenin tahrip olması sürecini hızlandırdı.

Küresel Jeopolitik

Soğuk Savaş’ı izleyen dönemde makro-ekonomik yeniden ya­pılanma küresel jeopolitik çıkarları da destekliyor. Yapısal uyum eski Sovyet Bloku ekonomisini çökertmek ve devlet iş­letmeleri sistemini parçalamak için kullanılıyor. 1980’lerin so­nundan bu yana. Doğu Avrupa, Yugoslavya ve eski Sovyetler Birliği’ne, yıkıcı ekonomik ve toplumsal sonuçlar doğuran IMF-Dünya Bankası “ilacı” dayatıldı.

Zorlama mekanizması farklı olmasına karşın, yapısal uyum programı 1990’lardan bu yana gelişmiş ülkelerde de uygulanı­yor. Güney’e ve Doğu’ya dayatılanlardan daha az barbarca ol­ma eğilimi göstermesine karşın, (Ulusal hükümetlerin kontrolü altında uygulanan) makro-ekonomik tedavilerin teorik ve ide­olojik dayanakları büyük oranda benzerlik gösteriyor. Aynı kü­resel mali çıkarlara hizmet ediliyor. Monetarizm dünya ölçe­ğinde uygulanıyor ve küresel ekonomik yeniden yapılanma sü­reci zengin ülkeleri de yüreklerinden vuruyor. Monetarizmin sonuçları işsizlik, düşük ücretler ve nüfusun büyük kesimleri­nin marjinalleşmesi. Sosyal harcamalar kısılıyor ve refah devle­tinin pek çok kazanımı ortadan kaldırılıyor. Devlet politikaları küçük ve orta Ölçekli işletmelerin tahrip edilmesini teşvik edi­yor. Gıda tüketimi düzeyinin düşüklüğü ve kötü beslenme zen­gin ülkelerdeki kent yoksullarını da vuruyor. Yakın zamanda yapılan bir çalışmaya göre ABD’de 30 milyon insan “açılar sı­nıfına dahil.1

1980’lerin ortalarından hu yana, kadınların sosyal hakları­nın sınırlanması ve ekonomik reformların zararlı çevresel sonuçları da dahil olmak üzere, yapısal uyumun etkileri, yeterli miktarda belgelendi. Bretton Woods kuruluşlarının “uyumun toplumsal etkileri”ni kabul etmiş olmalarına karşın, ufukta bir siyasal çizgi değişimi gözükmüyor. Gerçekten de. Doğu Blokunun çöküşüyle çakışan 1980’lerin sonlarından bu yana, (bugün “yoksulluğu hafifletme” adına dayatılan) IMF-Dünya Bankası reçeteleri giderek daha fazla acılaştı ve sertleşti.

Toplumsal Kutuplaşma ve Servetin Yoğunlaşması

Güney’de, Doğu’da ve Kuzey’de, ayrıcalıklı toplumsal azınlık, nüfusun büyük çoğunluğunun zararına olmak üzere büyük mik­tarlarda servet biriktirdi. Söz konusu yeni uluslararası mali dü­zen insanların yoksulluğunu ve doğal çevre tahribatını besliyor. Toplumsal ayrımcılık üretiyor, ırkçılığı ve etnik çatışmaları teşvik ediyor, kadın haklarını ortadan kaldırıyor ve genellikle Ülkeleri milliyetler arasındaki yıkıcı kutuplaşmalara sürüklüyor. Dahası, söz konusu reformlar aynı anda 100’den fazla ülkede uygulandığında güneyde, doğuda ve kuzeyde insanların geçin­mesini olanaksızlaştıran ve sivil toplumu yok eden bir süreç olan “yoksulluğun küreselleşmesi1’ne yol açıyor.

Küresel Kuruluşların Rolü

Küresel kuruluşlar ulusal ekonomilerin yeniden yapılanma süre­cinde önemli bir rol oynuyor. GATT anlaşmasının imzalanması ve 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) kurulması küresel ekonomik sistemin gelişiminde önemli bir dönüm nok­tasıdır. WTO kuruluş tüzüğü, ulusal ticaret politikalarının “de­netlenmesi” gibi dünya ticaretinin uluslararası bankalar ve ulus-ötesi şirketler yararına düzenlenmesini de içeriyor.

GATT an­laşması, özellikle yabancı yatıranlar, biyolojik çeşitlilik ve fikri mülkiyet hakları alanlarında, temel insan haklarını ihlal ediyor. bit başka biçimde ifade edilirse, IMF, Dünya Bankası ve WTO’nun gelişmekte olan ülkelerin ekonomik politikalarının “gözetim”ine dönük yakın işbirliğine dayanan yeni bir “üçlü yetki paylaşımı” çıktı ortaya. Uruguay Turu’nun Marakeş’te ta­mamlanması ve 1995 yılında WTO’nun kurulmasının ürünü olan yeni ticaret düzeninde, merkezleri Washington’da bulunan kurumlarla ulusal hükümetler arasındaki ilişkiler yeniden ta­nımlandı. Artık IMF-Dünya Bankası reçeteleri yalnızca ülkeler düzeyindeki “hukuken bağlayıcı” belgeler olmayan geçici kredi anlaşmaları aracılığıyla dayatılmıyor. Yapısal uyum programı­nın pek çok maddesi (örneğin ticaret liberalizasyonu ve yabancı yatırım düzenine ilişkin olanlar) WTO anlaşmasının maddeleri sayesinde yerleşiklik kazandı. Söz konusu maddeler ülkelerin uluslararası hukuk çerçevesinde “denetlenmesinin” ve ülkelere “kredi alma koşulları” dayatılmasın m temellerini oluşturdu.

IMF Menusu

Aynı bütçe disiplini, devalüasyon, ticaret liberalizasyonu ve özelleştirme “menü”sü, eşzamanlı olarak 100’den fazla borçlu ülkede uygulanıyor. Borçlu ülkeler ekonomik bağımsızlıktan, maliye ve para politikaları üzerindeki denetim haklarından vaz­geçiyor, Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı (genellikle yerel bürokrasilerin suç ortaklığıyla) yeniden örgütleniyor, devlet ku­rumları yok ediliyor ve bir “ekonomik vesayet idaresi” kurulu­yor. Uluslararası Finans Kurumları tarafından sivil toplumu at­layan bir “paralel hükümet” kuruluyor. IMF’nın “performans hedefleri”ne ulaşamayan ülkeler kara listeye alınıyor.

“Demokrasi” ve “iyi idare” denen şey adına benimsenmesi­ne karşın, yapısal uyum programı, iç güvenlik aygıtının güçlen­dirilmesini gerektiriyor: Siyasal baskı, Üçüncü Dünya seçkin­lerinin çevirdiği dolaplarla birlikle paralel bir “ekonomik bas­kı” sürecini destekliyor.

“İyi idare” ve çok partili seçimlerin gerçekleştirilmesi, bağışverenler ve kreditörler tarafından dayatılan ek koşullar olmakla birlikte, ekonomik reformların doğası gerçek bir demokratik­leşmenin önüne geçiyor. (“Anglo-Sakson liberalizminin ruhu”na aykırı olarak) uygulanmaları her zaman ordunun ve oto­riter devletin desteklenmesini gerektiriyor. Yapısal uyum, eko­nomik yeniden yapılanma sürecini destekleyen sahte kurumları ve sahte bir parlamenter demokrasiyi teşvik ediyor.

Üçüncü Dünya’nın tümünde piyasa güçleri arasındaki karşı­lıklı etkileşimin ürünü olarak yoksullaşan kitlelerin toplumsal umarsızlık ve umutsuzluğu var. Yapısal uyum programı karşıtı isyanlar ve halk ayaklanmaları acımasızca bastırılıyor: Caracas 1989. Başkan Carlos Andres Perez, demagojik biçimde, IMF’yi “kurşunlarla değil kıtlıkla öldüren bir diktatörlük” uygulamakla suçladıktan sonra, olağanüstü durum ilan etti ve düzenli piyade ve bahriye birliklerini başkente bakan tepelerdeki gecekondu bölgelerine (barrios de ranchos) gönderdi. Caracas’taki IMF karşıtı isyanlar ekmek fiyatındaki % 200’lük artış sonucunda patlak vermişti. Erkek, kadın ve çocuklara ayrım gözetilmeksi­zin ateş edildi: “Caracas morgunda ilk üç günde Öldürülen yaklaşık 200 kişinin bulunduğu bildirildi… ve tabutların bitmek üzere olduğu uyarısı yapıldı”. Gayri resmi rakamlara göre bin­den fazla insan öldürüldü. Tunus, Ocak 1984: Ekmek isyanının başını çekenler yiyecek fiyatlarının artışını protesto eden genç işsizlerdi; Nijerya, 1989: Öğrencilerin, Yapısal Uyum Programı karşıtı isyanı ülkedeki üniversitelerden altısının Silahlı Kuvvet­ler Komuta Konseyi tarafından kapatılmasına yol açtı; Tunus, 1990: Hükümetin IMF destekli reformlarına karşı genel grev ve halk ayaklanması; Meksika, 1993: Zapatista Kurtuluş Ordusu’nun Güney Meksika’daki Chiapas bölgesindeki ayaklanma­sı; Rusya Federasyonu’ndaki protesto hareketleri ve 1993’te Rusya Parlamentosu’na saldın vb… Liste uzun.

Ekonomik Soykırım

Yapısal uyum, piyasa güçlerinin bilinçli ve kasıtlı manipülasyonları aracılığıyla gerçekleştirilen bir tür “ekonomik soykırım”a yol açıyor. Sömürgecilik tarihinin çeşitli dönemlerindeki soykırımlarla karşılaştırıldığında (örneğin zorla çalıştırma ve kölecilik), toplumsal etkileri çok daha yıkıcı. Yapısal uyum programları dört milyardan fazla insanın geçimini doğrudan et­kiliyor. (Yapısal uyum programının hayata geçirilmesi, tekil borçlu ülkelerin büyük bir bölümünde, makro-ekonomik politi­kanın, güçlü mali ve siyasal çıkar grupları (örneğin Paris ve Londra Kulüpleri, G7) adına hareket eden IMF ve Dünya Bankası’nın doğrudan denetimi altında “uluslararasılaştırılmasını” sağlıyor! Söz konusu yeni ekonomik ve siyasal egemenlik biçi­mi (bir tür “piyasa sömürgeciliği”) piyasa güçlerinin görünüşte “tarafsız” etkileşimi aracılığıyla insanları ve hükümetleri ikinci plana itiyor. Uluslararası kredi kuruluştan ve çokuluslu şirket­ler dünya nüfusunun % 80’den fazlasının geçimini etkileyen bir küresel ekonomik tasarımın hayata geçirilmesi işini Washing­ton merkezli uluslararası bürokrasiye emanet etmiş durumda. Makro-ekonominin araçları sayesinde dünya ölçeğinde işleyen “serbest” pazar, tarihin hiçbir döneminde, “bağımsız” ulusların yazgısını biçimlendirmek konusunda bu denli önemli bir rol oynamadı.

Ulusal Ekonominin İmhası

Dünya ekonomisinin Washington merkezli finans kurumları aracılığıyla yeniden yapılandırılması, tek tek gelişmekte olan ülkelerin ulusal bir ekonomi kurma olasılığını giderek daha faz­la yadsıyor: Makro-ekonomık politikaların uluslararasılasması ülkeleri açık ekonomik bölgelere ve ulusal ekonomileri uruz emek ve doğal kaynak “rezervlerine dönüştürüyor. IMF “recete”sinin uygulanması, tek tek ülkelerı ulusal ekonomilerini küçülen bir dünya pazarına aynı anda yönlendirmeye zorladığın­dan, dünya mal fiyatlarını daha da aşağı çekiyor.

Küresel ekonomik sistemin merkezinde, gelişmekte olan ül­kelerin küresel ekonomi içindeki rollerini ve konumlarını ta­nımlayan eşitsiz bir ticaret, üretim ve kredi yapısı bulunuyor. Ortaya çıkan bu dünya ekonomik sisteminin doğası nedir? Han­gi küresel yoksulluk ve gelir eşitsizliği yapısına dayanıyor? Yüzyılın bitiminde dünya nüfusu, beş milyarı yoksul ülkelerde ‘yaşayan, 6 milyar insana ulaşacak. Dünya nüfusunun yaklaşık % 15’ine sahip olan zengin ülkeler toplam dünya gelirinin % 80’ine yakınını kontrol ederken, üç milyarı asan nüfuslarıyla dünya nüfusunun “düşük gelirli ülkeler” grubunu (Hindistan ve Çin dahil) temsil eden % 56’sı 1993 yılında toplam dünya geli­rinin yaklaşık % 5’ini, yani Fransa ve denizaşırı bölgelerinin GSYH’sından daha azını aldı. Afrika’nın 600 milyonu aşkın bir nüfusa sahip olan tüm Aşağı-Sahra bölgesinin gayrisafi hasılası, Teksas eyaletininkinin yaklaşık yansı kadar. Dünya nüfusunun yaklaşık % 85’ini temsil eden düşük ve ortagelirli ülkeler (eski “sosyalist1’ ülkeler ve eski Sovyetler Birliği dahil) bir arada top­lam dünya gelirinin yaklaşık % 20’sini alıyor (Bkz. Tablo l. 1).

Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda modern sektörlerdeki gerçek ücret gelirleri 1980’lerin başından bu yana % 6Û’tan da­ha büyük bir oranda geriledi. Kayıt dışı sektördekilerle işsizlerin durumu çok daha ciddi. Örneğin, General İbrahim Babangida’nın askeri yönetimi altındaki Nijerya’da asgari ücret 1980’ler boyunca % 85 oranında geriledi. Vietnam’daki aylık ücretler, Hanoi hükümeti tarafından hayata geçirilen IMF programının bir sonucu olarak, pirincin yurtiçi fiyatı dünya fiyatları düzeyine yükselirken, 10 ABD Dolarının altındaydı: Örneğin, Hanoi’deki üniversite mezunu bir lise öğretmeni, 1991 yılında 15 ABD Do­larından daha düşük bir aylık maaş alıyordu?(Bkz. 12. Bölüm). Peru’da, Başkan Alberto Fujimori tarafından hayata geçirilen IMF-Dünya Bankası destekli Fuji-şok’u izleyen dönemde ek­mek fiyatı bir gecede 12 kat, akaryakıt fiyatları ise 32 kat arttı. Gerçek asgari ücret (1970’lerin ortalarındaki düzeyine göre) % 90’dan daha büyük bir oranda geriledi (Bkz. 10. Bölüm).

Fiyatların Dolarizasyonu

Gelişmekte olan ülkelerdeki geçim masrafları ile gelişmiş ülke­lerdeki geçim masrafları arasında kayda değer farklılıklar bu­lunmasına karşın, (yapısal uyum programı altında) ticaret liberalizasyonu ve yurtiçi mal piyasalarının kuralsızlaştırması ile bütünleşen devalüasyon, yurtiçindeki fiyatların “dolarizasyon”una yol açtı. Temel gıda ürünlerinin yurtiçi fiyatları gide­rek dünya piyasalarındaki düzeylerine çıkarıldı. Bu yeni dünya ekonomik düzeni, mal fiyatlarının uluslararasılaşmasına ve tam olarak bütünleşmiş bir dünya mal piyasasına dayanmasına kar­şın, iki farklı “emek piyasası” arasında giderek tam bir su geçirmezlik durumu yaratıyor. Bir başka deyişle, söz konusu kü­resel ekonomik sistemin ayırt edici özelliği, zengin ve yoksul ülkelerin ücret ve emek maliyeti yapılarındaki ikilik. Fiyatlar teklettirilir ve dünya düzeyine yükseltilirken, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’daki ücretler (ve emek maliyetleri) OECD ül­kelerindekinden 70 kat düşük durumda.

Uluslar arasındaki gelir eşitsizlikleri, ulusların içindeki top­lumsal gelir grupları arasındaki aşırı büyük gelir eşitsizlikleri­nin üzerine biniyor. Çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde ulusal geli­rin en az % 60’ı nüfusun üst % 20’lik diliminde yoğunlaşıyor. Düşük ve orta-gelırli gelişmekte olan ülkelerin çoğunda, kırsal alandaki ailelerin % 70’indeki kişi başına gelir ulusal ortalama­nın % 10’u ile 20’si arasında. Ülkelerin içindeki ve ülkeler ara­sındaki bu büyük gelir eşitsizlikleri. Üçüncü Dünya’yı ve bir süredir eski Sovyet Bloku ülkelerini küresel ekonomik sistem­de ikinci sınıf bir konuma yerleştiren mal ticareti yapısının ve

eşitsiz uluslararası işbölümünün sonucudur. Eşitsizlikler, 1980’ler ve 1990’lar boyunca, ulusal ekonomilerin yapısal uyum programı çerçevesinde “yeniden biçimlendirilmesi”nin ürünü olarak arttı,3

Eski Doğu Stokunun “Üçüncü Dünyalılaştırılması”

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin küresel gelir dağılımı üzerindeki etkisi büyük oldu. Yakın geçmişe kadar, Doğu Avrupa ve Sov­yetler Birliği, gelişmiş “Kuzey”in bir parçası olarak görülüyor­du maddi tüketim, eğitim, sağlık, bilimsel gelişme vb. düzeyle­rini OECD ülkelerinde geçerli olan düzeylerle karşılaştırmak büyük oranda mümkündü. Ortalama gelirlerin genel olarak daha düşük olmasına karşın, Batılı uzmanlar Doğu Bloğu ülkelerinin özellikle sağlık ve eğitim alanındaki başarılarını kabul etmişti.

IMF destekli reformlar sonucunda yoksullaşan eski sosyalist blok ülkeleri Dünya Bankası tarafından artık Üçüncü Dünya’nın “düşük” ve “ortagelirli ülkeler”inin yanındaki “geliş­mekte olan ekonomiler” olarak sınıflandırılıyor. Rusya Fede­rasyonu 3.000 dolar düzeyindeki kişi başına geliriyle Brezilya’nın ardında gözükürken, Orta Asya cumhuriyetleri “düşük ortagelirli” sınıfında Suriye, Ürdün ve Tunus’un ardında gözü­küyor. Kategorilerdeki bu kayma Soğuk Savaş’ın sonuçlarını ve Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nin “Üçüncü Dünyalılaşma” sürecini yansıtıyor.

İktisadi İdeoloji Küresel Yoksulluğun Nedenlerini Çarpıtıyor

Egemen iktisadi söylem, 1980’lerin başından bu yana, dünya­nın her yanındaki akademik kurum ve araştırma kuruluşlarında­ki ağırlığım artırdı: Eleştirel analiz şiddetli şekilde engelleni­yor, toplumsal ve ekonomik gerçekliğe küresel ekonomik siste­min işleyiş mekanizmalarını gizleme amacına hizmet eden tek bir kurmaca ekonomik ilişkiler seti aracılığıyla bakılıyor. Ortalama iktisat bilimi olgusuz teori (“saf teori”) ve teorisiz olgu (“uygulamalı iktisat”) üretiyor. Egemen iktisadi dogma ne temel teorik paradigmasına aykırılığa, ne de bu paradigmanın tartışıl­masına izin veriyor: Üniversitelerin asli işlevi küresel piyasa ekonomisinin toplumsal temellerini açığa çıkarma yeteneği bu­lunmayan sadık ve bağımlı bir iktisatçılar kuşağı üretmek. Ben­zer şekilde Üçüncü Dünya entellektüellerinin de giderek daha büyük bk bölümü neo-iberal paradigmayı destekleme görevini üstleniyor: iktisat “biliminin uluslararasılaşması küresel ekono­mik yeniden yapılanma sürecine sınırsız bir destek sunuyor.

Bu “resmi” neo-liberal dogma, fazlasıyla manevi ve ahlaki bir söylemde somutlanan kendi “karşı-paradigma”sını da yara­tıyor. Bu sonuncusu, yoksulluk, çevre korumacılığı ve kadınla­rın sosyal haklan ile ilgili politik konuları çarpıtır ve “stilize” ederken, “sürdürülebilir kalkınma” ve “yoksulluğun hafifletil­mesi” üzerinde yoğunlaşıyor. Bu “karşı-ideoloji” neo-liberal politika buyruklarıyla ender olarak ters düşüyor. Resmi neo-liberal dogmaya karşı çıkarak değil, onun yanında ve onunla uyum içinde gelişiyor.

Araştırma kurumları tarafından cömertçe finanse edilen bu karşı-ideoloji içinde, kalkınma uzmanları konforlu bir kovuk bu­luyor. Rolleri, küresel piyasa sisteminin toplumsal temellerini iş­aret etmeden, bu karşı-söylem sınırlan içinde eleştirel görünümlü bir tartışma üretmek. Bu çerçevede Dünya Bankası da yoksulluk ve “uyumun toplumsal boyutları” konusundaki araştırmaları te­şvik ederek kritik bir rol üstleniyor. Söz konusu ahlaki yoğunla­şma ve temeldeki kategoriler (örneğin yoksulluğun hafifletilme­si, cinsiyet konulan, eşitlik vb.) Bretton Woods kuruluşlarına “insani bk yüz” ve toplumsal değişme hedefine bağlılık görüntü­sü kazandırıyor. Ancak, bu analiz, temel makro- ekonomik re­formların kavranışından uzaklığı oranında, neo-liberal ekonomi j gündemi açısından pek ender olarak tehdit oluşturuyor.

Küresel Yoksulluk Verilerinin Manipülasyonu

Ulusların içindeki ve uluslar arasındaki gelir eşitsizlikleri artar­ken, dünya yoksulluğuna ilişkin gerçekler gelir istatistiklerinin manipüle edilmesi yoluyla giderek daha fazla gizleniyor.

Dünya Bankası, Üçüncü Dünya’nın % 18’inin “aşın yok­sul” ve % 33’ünün “yoksul” olduğunu “tahmin ediyor”. Dünya Bankası’nın küresel yoksulluk konusunda bk referans haline gelen önemli bir çalışmasında, “üst yoksulluk sınırı”, keyfi bk şekilde, kişi başına yılda 370 ABD Dolarına karşılık gelen kişi başına günde I ABD Doları olarak bekleniyor,4 Tek tek ülke­lerdeki kişi başına günlük gelirleri 1 ABD Dolarını aşan nüfus grupları keyfi bk şekilde “yoksul olmayanlar” olarak tanımla­nıyor. Bir başka deyişle, gelir istatistiklerinin manipüle edilme­sine dayanan Dünya Bankası verileri, gelişmekte olan ülkeler­deki yoksulları bk azınlık grubu olarak göstermek gibi yararlı bk amaca hizmet ediyor.

“Yoksulluğun bilimsel ölçümü”nde çok sayıda çifte stan­dart uygulanıyor. Örneğin, Dünya Bankası, Latin Amerika ve Karayipler’de nüfusun yalnızca % 19’unun “yoksul” olduğunu “tahmin ediyor

2.BÖLÜM

ÜLKELERİN “KREDİ ALMA KOŞULLARI’ ARACILIĞIYLA DENETLENMESİ

Küresel Borç

Bağımsız ülkeler uluslararası finans kuruluşlarının vesayeti al­tına nasıl sokulabilirdi? Ülkelerin borçlu olması sayesinde Bretton Woods kuruluşları onları, kredi anlaşmalarına eklenen “kredi alma koşullan” aracılığıyla, makro-ekonomik politikala­rını resmi ve ticari kredi kuruluşlarının çıkarları doğrultusunda “uygun bir şekilde” yeniden belirlemeye zorlayabildi.

Gelişmekte olan ülkelerin borç yükü 1980’lerin başından bu yana kredi kuruluşları tarafından ortaya atılan çeşitli yeniden takvimlendirme, yeniden yapılandırma ve borç-değiştirme şe­malarına rağmen düzenli şekilde arttı. Gerçekte, bu prosedürler, IMF-Dünya Bankasının uygulanan politikalar çerçevesinde (yapısal uyum programı) verdiği kredilerle birleştiğinde, faizle­rin zamanında ödenmesini güvence altına alırken, gelişmekte olan ülkelerin ödenmemiş borçlarının büyümesine yol açtı.

Gelişmekte olan ülkelerin toplam ödenmemiş uzun vadeli borçları (resmi ve özel kaynaklardan) 1970’de yaklaşık 62 mil­yar ABD Doları düzeyindeydi. Bu miktar 1970’ler boyunca yedi kat artarak 481 milyar dolara ulaştı. Gelişmekte olan ülkelerin (kısa vadeli borçlar dahil) toplam borçları 1970’tekine oranla 32 kat artış göstererek 2 trilyon doları aştı (1996)

Zengin Ülkeler İçin Bir Marshall Planı

Mal fiyatları 1980’lerin başından bu yana ihracat değerinin düşmesine yol açarak düşerken, ihracat gelirlerinin giderek da­ha büyük bir bölümü borç servisine ayrıldı (Bkz. Şekil 2.1-2.4). 1980’lerin ortasında gelişmekte olan ülkeler zengin ülkeler lehinenet sermaye ihracatçıları haline geldi. Bir başka deyişle, gerçek borç servisi akışı, (borçlar, yabancı yatırımlar ve yaban­cı yardımlar biçimindeki) yeni, sermaye girişlerinden fazlaydı.1 1980’lerin ortalarına kadar uluslararası finans kuruluşları borç­lan ticari bankalar ve resmi kreditörler adına büyük oranda ye­niden finanse etmişti. Ancak borç krizinin başında çok taraflı kurumlar tarafından verilen kredilerin çoğunun geri ödenme zamanı geldi ve Washington merkezli uluslararası finans kurum­ları borçların ödenmesini istedi. Bretton Woods kuruluşlarının dayandığı anlaşmanın maddelerine göre söz konusu borçların geri ödeme takviminin değiştirilmesi mümkün değil.

Uygulanacak Politikalara Dayalı Kredi Verme

Borç-yönetimi politikaları ile makro-ekonomik reform arasında yakın, neredeyse “ortakyaşamsal” bir ilişki var. Borç yönetimi­nin tek işlevi tekil borçlu ülkelerin mali yükümlülüklerine formel şekilde katlanmaya devam etmelerini güvence altına almaktır. ”Finans mühendisliği” ve borç geri ödeme takviminin Özenli bir şekilde yeniden belirlenmesi aracılığıyla, faizlerin Ödenmesi zorlanırken anaparanın geri Ödenmesi ertelenir, ada­let adına borçlar takas edilir ve iflasın kıyısındaki ülkelere, borçlarını geri ödeyememe noktasına gelmelerini geçici olarak önlemek üzere, “eski” borçlarının gecikmiş ödemelerini yapa­bilmeleri için “yeni borç hır’1 verilir ve, bu böyle sürüp gider. Kredi kuruluşları borç geri ödeme takviminin yeniden belirlen­mesini, yalnızca borçlu ülkelerin borçlanma anlaşmalarına ek­lenen “uygulanacak poluikalar;ı ilişkin koşullar”a katlanmaları durumunda kabul eder.

Amaçlanan, onları bir deli gömleği içinde tutarak borçlu ül­kelerin bağımsız ulusal ekonomik politikalara başvurmalarını önlerken, borç servisi ilişkisinin meşruiyetini zorla kabul ettir­mektir. Yeni bir “uygulanacak politikalara dayalı krediler” ku­şağı bulundu. “Ülkelerin uyum sağlamalarına yardımcı olmak” için para veriliyordu. Bu Dünya Bankası kredi anlaşmaları, katı “kredi alma koşulları” içeriyordu: Para yalnızca hükümetlerin yapısal uyum reformlarını kabul etmeleri ve aynı zamanda bun­ların hayata geçirilmesi için konan sürelere kesin olarak uyma­ları durumunda veriliyordu.

Diğer taraftan, yapısal uyum programı çerçevesinde IMF reçetelerinin benimsenmesi yalnızca çok taraflı kurumlardan yeni krediler almanın koşulu değildi; bu aynı zamanda Paris ve Londra Kulüpleri, yabancı yatırımcılar, ticari bankacılık ku­rumları ve iki taraflı borç verenler için “yeşil ışık” yakıyordu. Fon’un düzeltici politika önlemlerini reddeden ülkeler borçları­nın geri ödeme takvimini değiştirmek ve/veya yeni kalkınma kredileri ve uluslararası yardım almak konusunda ciddi zorluk­larla karşılaştı. IMF, mal ticareti için gereken kısa vadeli kredi­leri bloke ederek ulusal ekonomileri ciddi şekilde zora sokma

olanağına da sahipti.

“Kredi alma koşullan”, “uygulanacak politikalara dayalı acil kredi” anlaşmalarına ekleniyordu. Bir başka deyişle, bu krediler uluslararası finans kurumlan tarafından kapsamlı bir makro-ekonomik istikrar programı ve yapısal uyum reformunun benimsen­mesi karşılığında veriliyordu borçlanma anlaşmaları, klasik proje kredilerinde olduğu gibi bir yatırım programıyla ilişkili ol­muyordu. Krediler, politika değişikliklerini desteklemeye yöne­likti: Bu politika değişiklikleri Bretton Woods kuruluşları tara­fından “politika performansı”na dayalı olarak değerlendirilerek, sıkı bir şekilde gözetim altında tutuluyordu. Bir başka deyişle,kredi anlaşması bir kez imzalandıktan sonra, hükümetin an­laşmaya uymaması durumunda ödemeler, ülkenin iki taraflı ve çok taraflı kreditörlerin “yardım koordinasyon grubu” tarafından kara listeye alınması tehlikesini doğuracak şekilde, durdurulabiliyordu,3

Alınan paranın hiçbir bölümü yatırımlara yönlendirilmediği jçin söz konusu kredi anlaşmalarının doğası reel ekonominin yararına değildi. Ancak bir başka önemli amaca hizmet edili­yordu: Uyum kredileri, kaynakları ulusal ekonomiden uzak­laştırıyor ve ülkeleri zengin ülkelerden gıda maddeleri de dahil olmak üzere büyük miktarlarda tüketim malları ithal etmeye teşvik ediyordu. Diğer bir deyişle, örneğin tarımın “uyum”unu desteklemek için verilen para, tarımsal projelere yatırılmak üzere verilmiyordu. Söz konusu kredilerin dayanıklı tüketim malları ve lüks mallar da dahil olmak üzere mal ithali için ser­bestçe kullanılması mümkündü.3 Bu sürecin sonucu yerel ekonominin durgunluğa girmesi, ödemeler dengesi krizinin büyümesi ve borç yükünün artmasıydı.

Borcun Artırılması

Yeni ortaya çıkan “acil krediler” (teorik olarak mal ithalatı cin), borçlu ülkelere verilen miktarlar her zaman borç servisi biçiminde geri alınanlardan daha düşük olduğundan, “fiktif para”yı temsil ediyordu. Gözünüzde örneğin toplam borç stoku 10 milyar dolar olan ve Paris ve Londra Kulüpleri’ne yılda 1 Miyar dolar borç servisi yapma yükümlülüğü bulunan bir geIişmekte olan ülke canlandırın. Bu ülke, ihracat gelirlerindeki nedeniyle yükümlülüklerini yerine getiremiyor. Ve “eski borçları geri ödemek için” yeni kredilerin sağlanamaması duru•unda, gecikmiş borçların miktarı artacak ve ülke uluslararası kara listeye alınacaktır.

Örneğimizde, mal ithaline dönük olarak ödemeler dengesi desteği biçiminde 500 milyon ABD Doları tutarında acil kredi sağlanıyor. Bu kredi “bir katalizör” işlevi görür: Ülkenin ihra­cattan elde ettiği döviz gelirlerinin faiz ödemelerine ayrılmasını ve böylece hükümetin ticari ve resmi kredi kuruluşlarına zama­nında ödeme yapmasını mümkün kılar. 500 milyon dolarlık ye­ni borç sayesinde l milyar dolarlık borç servisi gerçekleştirile­bilir.

Net kaynak çıkışı 500 milyon dolardır. Bu kredi “fiktif’tir çünkü IMF ya da Dünya Bankası tarafından verilen para resmi ve/veya ticari kreditörler tarafından hemen ele geçirilmiştir. Dahası, yeni kredinin anapara değil, faiz ödemeleri için kulla­nılmış olması nedeniyle, bu süreç borç stokunda 500 milyon dolarlık bir artışa yol açmıştır.

IMF’nin Gölge Programı

Gerçek kredi görüşmelerinin gerçekleştirilmesinden önce, her zaman ciddi reformlar talep edilir. Hükümet IMF’ye kendisini “ekonomik reforma ciddi şekilde adamış” olduğunun kanıtları­nı göstermek zorundadır. Bu süreç genellikle IMF’ye hüküme­tin makro-ekonomik politika ve borç yönetimi konusundaki te­mel yönelimlerini tanımlayan bir “Niyet Mektubu”nun verilme­si biçimini alır. Bu süreç, IMF’nin kredi desteği vermeden hü­kümetlere politikalar konusunda rehberlik ettiği ve teknik tavsi­yeler verdiği “IMF Gölge Programı” çerçevesinde de işletildi. Gölge Program, ekonomik reformları IMF’ye göre “doğru yol­da” olmayan ülkelere uygulanıyor [Örneğin Alberto Fujimori’nin Peru’su (1990-91) ya da Femando Collor de Mello ve Itamar Franco döneminin Brezilya’sı (1990-94)]. Gölge Prog­ram, Bretton Woods kuruluşlarına resmen üye olmalarından ve/veya kredi anlaşmalarını imzalamalarından önce eski Sovyet Bloku ülkelerinde de IMF-Dünya Bankası teknik yardımı biçiminde uygulandı. Gölge Program çerçevesinde ”yeterli performans” sergilemek, resmi kredi görüşmelerinin başlaması için gereklidir yani bunun ön koşuludur. Kredi bir kez verildiğinde, politikalar konusundaki performans Washington kurumlan ta­rafından çeyrek yıllık bazda ve sıkı bir şekilde izlenir. Çeşitli “dilim”ler halinde gerçekleştirilen ödemeler reformların “doğru yolda” olmaması durumunda kesilebilir ve bu durumda söz ko­nusu ülke ticaret ve sermaye hareketleri alanında misilleme teh­likesiyle karşı karşıya kalacak şekilde yeniden “kara listeye” döner. Ödemeler, söz konusu ülkenin borç servisi yükümlülük­lerinin gerisine düşmesi durumunda da kesilebilir. Ama söz ko­nusu ülkenin JMF-Dünya Bankası teknik yardımını almaya de­vam etmesi mümkündür, bu durumda yeni bir politika tartışma­ları turuna götüren yeni bir Gölge Program hazırlanır (l991’de Kenya’da olduğu gibi).

Politika Çerçevesi Metni

Pek çok borçlu ülkenin hükümeti Washington merkezli kurum­larla anlaşmaları çerçevesinde önceliklerini “Politika Çerçevesi Metni”nde (Policy Framework Paper – PFP) özetlemek zorunda tutulur. Resmi olarak ulusal otoriteler tarafından belirlenen bir devlet belgesi olmasına karşın, PFP, IMF ve Dünya Bankası’nın yakın gözetimi altında ve önceden belirlenmiş bir stan­dart formata göre yazılır. Söz konusu İki kardeş örgüt arasında .bu çerçevede net bir görev bölüşümü vardır. IMF, döviz kum ve bütçe açığı ile ilgili kritik politika tartışmalarına karışırken, Dünya Bankası ülke düzeyindeki temsilciliği ve çok sayıdaki teknik kurulu aracılığıyla gerçek reform sürecine çok daha faz­la karışır.

IMF bir ülkenin ekonomik performansını “IV, Madde Kon­sültasyonları” (bir üye ülkenin ekonomisinin düzenli şekilde in­celenmesi) çerçevesinde yıllık bazda izler. Söz konusu incele­me performans hedeflerinin kredi anlaşmaları çerçevesinde yılda dört kez daha sıkı bir şekilde incelenmesine ek olarak. üyelerinin ekonomik politikaları konusundaki “IMF gözetim faaliyetlerinin zeminini oluşturur.

Dünya Bankası ise pek çok bakanlıkta temsil edilir: Sağlık, eğitim, sanayi, tarım, ulaşım, çevre vb. reformları onun deneti­mi altındadır. Dahası, Dünya Bankası 1980’lerin sonlarından bu yana Kamu Harcamaları Değerlendirmesi (Public Expenditure Review – PER) aracılığıyla devlet işletmelerinin özelleşti­rilmesini, kamu yatırımlarının yapısını ve kamu harcamalarının bileşimini denetliyor.

Uluslararası Finans Kurumlarının Kredi Anlaşmaları

Bretton Woods kuruluşları tarafından uygulanacak politikalara dayalı kredileri desteklemek üzere çeşitli “kredi anlaşmaları” kullanıldı.

Uluslararası Para FonuStand-by düzenlenmeleri. Telafi Edici ve Beklenmedik Durumlara Karşı Finansman Anlaşması (Compensatory and Contingency Financing Facility – CCFF), Genişletil­miş Fon Anlaşması (Extended Fund Facility – EFC), IMF yapısal uyum ve artırılmış yapısal uyum anlaşmaları (SAF ve ESAF), Sistematik Dönüşüm Anlaşması (Systemic Transformation Facility – STF), ÇatışmaSonrası Ül­keler İçin Acil Kredi Anlaşması.

Birinci Evre: “Ekonomik İstikrar”

Yapısal uyum uluslararası finans kurumlan tarafından iki ayrı evre halinde ele alınır: “Kısa dönemli” makro-ekonomik istik­rar önlemlerini (devalüasyon, fiyat serbestisi ve bütçe disipli­ni), bir dizi daha köklü ve “gerekli” yapısal reform izler. An­cak, daha büyük bîr çoğunlukla, söz konusu “yapısal” reformlar “ekonomik istikran sağlama” süreciyle aynı zamanda gerçekle­ştirilir. IMF-Dünya Bankası istikrar önlemleri hem bütçe açığı­nı, hem de ödemeler dengesini hedef alır. Dünya Bankası’na göre, bu, “Makro-ekonomik politikayı doğru yola sokmayı” ge­rektirir: “Bütçe açığını küçük tutmak enflasyonu kontrol etme­ye yarar ve ödemeler dengesi sorunlarının önüne geçer. Ger­çekçi bir döviz kurunu korumak, karşılığını uluslararası rekabet gücünü artırarak ve konvertibl paralan destekleyerek öder”.4

Bir Ulusal Paranın Ortadan Kaldırılması

Döviz kuru makro-ekonomik reformun açık farkla en önemli aracıdır: Paranın devalüe edilmesi (döviz kurunun tekleştirilmesi ve döviz kontrollerinin kaldırılması dahil) ulusal ekonomi içinde köklü arz ve talep ilişkisi değişmelerine yol açar. Deva­lüasyon kararlan konusunda IMF kritik bir siyasal rol oynar. Döviz kuru ücretlerin gerçek değerinin yanında doğrudan üreti­cilere ödenen gerçek fiyatları da düzenler.

IMF her zaman ulusal paranın “aşın değerli” olduğunu iddia eder. Devalüasyon genellikle yapısal uyum kredisi görüşmelerinden önce (bir ön koşul olarak) talep edilir: Ulusal paranın istikrarsızlaştırılması IMF-Dünya Bankası’nın “gizli gün­deminin temel hedeflerinden biridir. Ani ve beklenmedik fiyat «artışlarıyla sonuçlanan bir “büyük devalüasyon”, gerçek gelir­lerde ciddi bir azalmaya ve aynı zamanda paranın nominal de­ğeri cinsinden ifade edilen emek maliyetlerinin değerinin düş­mesine yol açar. Devalüasyon devlet harcamalarının dolar cinsinden değerini de düşürerek devlet gelirlerinin dış borçların geri ödenmesi için serbest kalmasını kolaylaştırır,

IMF döviz kurunun tekleştirilmesini IMF Anlaşma Maddeleri’nin VIII. maddesinin fıkraları çerçevesinde dayatıyor. VIII. maddeyi kabul eden ülkelerin IMF onayı olmadan birden fazla döviz kuru uygulaması ya da döviz kontrolleri yapması engelle­niyor. IMF*ye üye yetmiş sekiz ülke VIII. maddenin fıkralarını kabul etmiş durumda.

Devalüasyonun Toplumsal Sonuçları

IMF destekli devalüasyonun toplumsal etkisi yıkıcı ve ani: Gı­da maddelerinin, hayati Önem taşıyan ilaçların, akaryakıtın ve kamu hizmetlerinin yurtiçi fiyatları bir gecede yükseliyor. De­valüasyon her zaman enflasyonu ve yurtiçi fiyatlarının “Dolarizasyon”unu tetiklerken, IMF, hükümetleri (ekonomik paketin bir parçası olarak) bir “antienflasyonist program” benimseme­ye zorlar. Bu “anti-enflasyonist program”ın enflasyonun gerçek nedenleriyle (yani devalüasyonla) ilgisi sınırlıdır. Kamu çalı­şanlarının işten çıkarılmasını, sosyal programlarda büyük ke­sintileri ve ücretlerle enflasyon arasındaki bağın koparılmasını gerektiren “talep daraltma”ya dayanır. Örneğin, Aşağı-Sahra Afrikası’nda, Orta ve Batı Afrika (CFA) Frankının 1994 yılın­da IMF ve Fransız Hazinesi tarafından dayatılan devalüasyonu, (paranın nominal değeriyle ifade edilen) ücretlerin ve devlet harcamalarının gerçek değerini bir kalem darbesiyle % 50 oranında düşürürken devlet gelirlerinin büyük bir bölümünü borç! servisine yönlendirdi.

Devalüasyon bazı örneklerde dış pazarlara yönelik ticari ta­rımın kısa dönemli bir canlanmasına zemin sağladı. Ancak daha büyük bir sıklıkla, asıl kazançlı çıkanlar büyük ticari plan­tasyonlar ve tarıma dayalı sanayi ihracatçıları oldu (tarım işçi­lerinin daha düşük gerçek ücretler alması sayesinde). Devalüasyondan kaynaklanan “kısa dönem kazançları”, her seferinde, rakip Üçüncü Dünya ülkeleri (IMF’yle yapılan benzer anlaşma­larla) devalüasyona zorlandığında silindi.

Yurtiçi Fiyatlarının liDolarizasyon”u

Devalüasyon yurtiçi fiyatlarının dünya piyasasında geçerli olan düzeye gelecek şekilde “yeniden ayarlanmasına” yol açar. Bu “dolarizasyon” süreci gıda maddeleri, dayanıklı tüketim malla­rı, benzin, yakıt dahil çoğu malın yanı sıra üretimde kullanılan çoğu girdi ve hammaddenin (örneğin tarımsal girdiler, teçhizat vb.) yurtiçi fiyatlarında ani fiyat artışları getirir. Bu bağlamda, para politikasının doğrultusundan bağımsız olarak yurtiçi fiyat­ları dünya piyasasındaki düzeylere göre ayarlanır,

Enflasyonist sarmalın ardındaki temel etken para arzından çok devalüasyondur. IMF devalüasyonun enflasyonist etkisini reddeder: Devalüasyonu izleyen dönemde, fiyatlar bir kez art­tıktan sonra, “enflasyonist baskılarla mücadele” amacıyla para arzına dönük kan sınırlamalar getirilir. Para miktarının dondu­rulması, hükümeti gerçek harcamaları kısmaya, gerçek ücretleri f azaltmaya ve devlet memurlarını işten atmaya zorlar.

Ücretlerin Enflasyondan Bağımsızlaştınlması

Gerçek kazançlardaki ciddi düşüşü telafi etmek için nominal |; ücretlerin yükseltilmesine dönük bir toplumsal baskının oluştuğunu söylemeye gerek yok; ancak IMF ile yapılan anlaşma gerçek kazançların (ve sosyal harcamaların) enflasyona bağlanmasına izin vermez. IMF, “emek piyasasının serbestleştirilme•ini”, toplu sözleşmelerde ki geçim harcamalarına bağlı ücret ayarlaması öngören maddelerin iptalini ve asgari ücret yasalarının aşama aşama ortadan kaldırılmasını ister. Ücretlerin enflasyondan bağımsızlaştırılmasını haklı çıkarmaya yönelik argüman, “ücret artışı taleplerinin enflasyonist etkisi”ne dayanır.

Devalüasyonun Etkilerinin Çözümlenmesi

Devalüasyonun etkilerinin aşağıdaki değişkenlerle bağlantıları içinde çözümlenmesi zorunludur;

– yurtiçi fiyatlarının düzeyi (P)

– nominal ücretler (W), gerçek ücretler (W/P)

– nominal kamu harcamaları (G), gerçek kamu harcamaları(G/P)

-nominal para arzı (M), gerçek para arzı (M/P). Yurtiçi fiyatlarının dolarizasyonu, bir düşüşe yol açar,

– reel ücretlerde (W/P) ve kamu harcamalarının gerçek değe­rinde (G/P)

Nominal para arzı (M) yükselebilir; ancak para arzının ger­çek değeri (M/P) ciddi bir düşüş gösterir. Bir başka deyişle, de­valüasyon, bir parasal daralma (M/P) ve kamu harcamaları ile ücretlerin gerçek değerlerinde (G/P ile W/P) büyük bir düşüş sürecine işaret eder. Devalüasyonun bir sonucu olarak doğru­dan üreticilere ödenen gerçek fiyatlar da düşer.

Merkez Bankasının Kontrolünün Ele Geçirilmesi

IMF, Merkez Bankasının yeniden yapılandırılmasını sıkı bir şekilde izler ve bunun için kaynak sağlar. “Hükümetlerin enflasyonist eğilimlerine karşı bir çare olarak”, “Merkez Bankası’nın siyasal iktidardan bağımsızlığım talep eder.’ Bu, pratik­te, para yaratımını hükümetten çok IMFnin kontrol etmesi an­lamına gelir. Bir başka deyişle, hükümetle IMF arasında imza­lanan anlaşma, Merkez Bankası tarafından para arzı yoluyla ka­mu harcamalarının finanse edilmesini ve kredi sağlanmasını önler IMF, kreditörler adına, gerçek ekonomik kalkınmanın finansmanını fiilen baltalama konumundadır. İç kaynaklarım ulusal bir para politikası uygulayarak harekete geçirme olanağını bulamayan ülkeler uluslararası finansman kaynaklarına gide­rek daha bağımlı hale gelir ve bunun bîr ek sonucu da dış borç düzeyinin yükselmesidir.

IMF tarafından öne sürülen bir diğer önemli koşul, “Merkez Bankası bağımsızlığının meclis karşısında da geçerli olması”dır.6 Yani, Merkez Bankası’nın üst düzey yetkilileri, bir kez atandıktan sonra, ne hükümete ne de meclise karşı sorumlu tu­tulabilirler. Onların bağlılıkları giderek yalnızca uluslararası fi­nans kurumlarıdır. Pek çok gelişmekte olan ülkede Merkez Bankası’nın üst düzey yetkilileri uluslararası finans kurumları­nın ve bölgesel kalkınma bankalarının çalışanlarıdır. Dahası, Merkez Bankası yetkilileri genellikle çok taraflı ve iki taraflı kaynaklar tarafından finanse edilen ve belli başlı dövizlerden birine endeksli “ek maaş” alır.

Bir Ülkenin Kamu Finansmanının İstikrarsızlaştırılması

Kamu çalışanlarının işten atılması ve sosyal programlarda ciddi || kesintilere gidilmesi Bretton Woods kuruluşları tarafından daya­tılır. Bu tasarruf önlemleri her türden kamu harcamasını etkiler. Borç krizinin başlangıcında, uluslararası finans kurumları müdahalelerini devlet gelirlerini borç servisi için serbest bırakmak amacıyla bütçe açığı konusunda genel bur hedef koymakla sınırlı l tutuyordu. 1980’lerin sonlarından bu yana Dünya Bankası kamu harcamalarının yapısını Kamu Harcamaları Değerlendirmesi (Public Expenditure Review – PER) aracılığıyla yakından izliyor. Bu çerçevede, her bir bakanlığın harcamalarının bileşimi ir Bretton Woods kuruluşlarının denetimi altına girdi. Dünya Bankası, düzenli harcama kategorilerinden “hedeflenen harcamalar”a “maliyet açısından etkili” bir geçiş tavsiye ediyor. Dünya Bankası’na göre, PER’in amacı, “yoksulluğun maliyet açısından etkili ve verimli bir biçimde hafifletilmesini teşvik etmek”.

Toplumsal sektörler söz konusu olduğunda uluslar arası finans kurumları maliyetlerin karşılanmasında ve devletin te­mel sağlık ve eğitim hizmetleri alanlarından kademeli olarak çekilmesinde ısrar ediyor. Toplumsal sektörlerdeki hedef se­çme kavramı “korunmasız gruplar”ın tanımlanmasıyla ilgili. Toplumsal sektörlerdeki düzenli programlardan, seçilen prog­ramlara kaymayı gerektiren tasarruf önlemleri, Washington merkezli kurumlara bir meşruiyet görüntüsü kazandırırken, okulların, sağlık kliniklerinin ve hastanelerin çöküşünün en önemli nedenleri arasında yer aldı.

Bütçe Açığı: Hareketli Bir Hedef

Bütçe açığına ilişkin ilk hedefler kredi anlaşmalarıyla belirlenir. Ancak, 1990’ların başından bu yana IMF bütçe açığı için “hare­ketli hedef kavramını kullanmaya başladı: Önce GSYH’nin % 5’i hedeflenir, hükümet IMF hedefine ulaşır; izleyen kredi görü­şmelerinde ya da aynı kredi anlaşması kapsamında IMF hükü­metin harcama alışkanlıklarının “enflasyonist” olmasını gerekçe göstererek hedefi % 3.5’a düşürür; % 3.5 hedefine bir kez ula­şıldığında, IMF bütçe açığının GYSH’nin % l .3’ine düşürülme­sinde ısrar eder ve bu böyle sürüp gider. Bu uygulama sonuçta devletin mali krizini ağırlaştırarak, devlet gelirlerinin (kısa va­dede) dış borç faiz ödemeleri için serbest bırakılmasını sağlar­ken devlet programlarının çöküşüne yol açar.

Devlet Yatırımlarının Çöküşünün Planlanması

Devalüasyonun etkileriyle birlikte Bretton Woods kuruluşları tarafından dayatılan bütçe hedefleri kamu yatırımlarının çöküşü­nü başlatır. Gerek yinelenen harcamalarla, gerekse yatırım har­camalarıyla ilgili yeni kurallar getirilir: Her tür harcama katego­risi için kesin “tavan”lar yerleştirilir, devletin kendi kaynaklarını kamusal altyapı, yol ya da hastane vb. yatırımlarına yöneltmesi­ne artık izin verilmez kreditörler tüm büyük kamu yatırım projelerinin “broker”ları haline gelmekle kalmaz, (Dünya Bankası’nın teknik yardımlarıyla hazırlanan) “Kamu Yatırım Progra­mı” çerçevesinde, “kredi verenler topluluğu” tarafından hangi türden kamu altyapı yatırımlarının finanse edilip hangilerinin edilmeyeceğini de kararlaştırır. Hedeflenen yatırımlar kavramı öne sürülerek gerekli ekonomik ve toplumsal altyapı sektörle­rinde sermaye oluşumu ciddi şekilde sınırlandırılır.

Kamu Yatırım Programı çerçevesinde tüm proje kredileri, kamu projelerinin yürütülmesi işini tümüyle uluslararası inşaat ve mühendislik firmalarına veren bir tedarik ve uluslararası tek­lif (“eksiltme”) sistemini gerektirir. Diğer yandan söz konusu firmalar muhtelif danışmanlık ve yönetim ücretleri biçiminde büyük miktarlarda para alır. Yerel inşaat şirketleri (gerek kamu şirketleri gerekse özel şirketler), gerçek inşaat işlerinin büyük bölümünün ulus-ötesi şirketlerle gerçekleştirilen ayrı alt-sözleşme görüşmeleri sonucunda (yerel emeği çok düşük ücretlerle kullanan) yerel şirketler tarafından üstlenilecek olmasına karşın, l teklif verme sürecinin dışında tutulmaya çalışılır. Bir başka de­yişle, altyapı projeleri için verilen kredilerin büyük bir bölümü çokuluslu müteahhitler lehine “yeniden çevrime sokulur.

Proje finansmanının ayrıcalıklı faiz oranları ve genişletilmiş geri ödeme süreleri bulunan “yumuşak krediler”le (soft loans) sağlanmasına karşın, ülke açısından gerçek maliyetler (ve bu sjnaliyetlerin temelinde yer alan farzedilen faiz oranı) fazlasıyla “J” sektir. Bir başka deyişle. Dünya Bankası’nın denetimindeki Kamu Yatırım Programlan, iç kaynaklar hareketsiz kılınırken İş borçların artırılmasına dayanır.

Fiyat Liberalizasyonu

IMF-Dünya Bankası, “fiyat çarpıklıklarının” giderilmesinin gerekli olduğunu iddia eder. “Fiyatları düzeltmek”, tüm sübvansiyonların ve fiyat kontrollerinin kaldırılması anlamına gelir. Buda gerçek kazanç düzeyleri üzerindeki etkisini (gerek kayıtlı» gerekse kayıt dışı sektörlerde) hemen gösterir.

Temel tüketim maddeleri ithalatının serbest bırakılması gibi, yurtiçi tahıl fiyatlarının kuralsızlaştırılması da söz konusu prog­ramın temel unsurları arasında yer alır. Liberalizasyon progra­mı girdi ve hammadde fiyatlarını da ilgilendirir. Temel önlem­ler, devalüasyonla birlikte, gübre, tarımsal girdi, teçhizat vb.’nin yurtiçi fiyatlarında ekonomik faaliyet alanlarının çoğu­nun maliyet yapısını hemen etkileyen büyük fiyat artışlarına yol açar,

Petrol Ürünlerinin ve Kamu Hizmetlerinin Fiyatlandırılması

Petrol ürünlerinin fiyatları Dünya Bankası denetiminde devlet tarafından düzenlenir. Gerek akaryakıt, gerekse kamu hizmeti fiyatlarındaki çoğu zaman % birkaç yüzlük artışlar her zaman yurtiçi üretimin istikrarsızlaşmasına katkıda bulunur yurtiçin­deki yüksek (dünya piyasalarındaki düzeyin hayli üzerindeki) benzin fiyatları yerli sanayi ve tarımın maliyet yapısını vurur. Üretim maliyetleri çoğu kez yapay bir şekilde malın yurtiçinde­ki satış fiyatının üzerine itilerek çok sayıda küçük ve orta öl­çekli şirket iflasa sürüklenir,

Dahası, petrol ürünleri fiyatlarındaki Dünya Bankası tarafın­dan dayatılan periyodik artışlar mal ithalatının serbestleştirilmesiyle aynı anda gerçekleştirilir, yerli üreticileri kendi pazarların­dan koparma amacına hizmet eden bir “iç gümrük” işlevi görür. Yüksek benzin fiyatları yurtiçi taşımacılığın tahrip olmasına katkıda bulunur. (Çok düşük ücretlerle karşılaştırıldığında) aşın’ yüksek petrol ve dizel fiyatları, köprüler, yollar, iç suyolları vb. için alınan çok sayıdaki geçiş ücreti ile birleşerek, yurt içinde üretilen malların tüm maliyet yapısını ithal mallar lehine ve bu’ yük oranda etkiler. Aşağı-Sahra Afrikasında uluslararası finansal kurumları tarafından dayatılan yüksek ulaştırma maliyeti]çiftçilerin kendi ürünlerini Avrupa ve Kuzey Amerika’dan ithal edilen bol sübvansiyonlu tarım ürünleri ile doğrudan rekabet ederek kent pazarında satmalarım engelleyen en önemli etken­lerden biridir.

“Biçimleri farklı olsa da, akaryakıt ve kamu hizmetleri fiyat tarifesi, 18. yüzyılın sonlarında British East India Company ta:.rafından Hindistan’a dayatılan iç gümrüklerle benzer sonuçlar doğuruyor.

İkinci Evre: “Yapısal Reform”

Makro-ekonomik “istikrar” programının uygulanmasını (IMF tarafından geçiş finansmanı sağlanmasının ve dış borçların geri ödeme takviminin Paris ve Londra Kulüpleri ile birlikte yeni­den belirlenmesinin ön koşulu), “gerekli” oldukları söylenen yapısal reformların gerçekleştirilmesi izler. IMF ile Dünya l Bankası arasında bir görev bölüşümü vardır. “Gerekli” ekonomik reformlar Dünya Bankası tarafından Yapısal Uyum kredileri ve sektörel uyum kredileriyle “desteklenir”. Bu başlık titanda tartışılan yapısal reformlar paketi, ticaret liberalizasyonu, bankacılık sektörünün kuralsızlaştırılması, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, vergi reformu, tarım alanlarının özelleştirilmesi, “yoksulluğun hafifletilmesi” ve “iyi idare” ile ilgili ön­lerden oluşur.

Ticaret Liberalizasyonu

Bretton Woods kuruluşları gümrük tarifeleri yapısının ihracat ekonomisine köstek olan bir “ihracat karşıtı eğilim” yarattığını iddia eder iç pazarın ihracat sektörünün geri kalması pahasına Üşmesini sağlayarak kaynakların yanlış kullanımına yol aç­ıktadır. Ancak, tarifelerin kaldırılmasının ihracat lehine bir “kaynak kayması”nı sağladığını varsaymak için yeterli kanıt bulunmuyor.

Ticaret liberalizasyonu programı her zaman ithalat kotaları­nın kaldırılması ile tarifelerin indirilmesi ve tekleştirilmesini içerir. Gümrük gelirlerinde bunun ürünü olarak görülen gerile­menin de devlet maliyesi üzerinde önemli bir etkisi olur. Bu önlemler bütçe açığına yol açarak geri tepmekle ve böylece mali dengesizlikleri artırmakla kalmaz; yetkililerin kıt olan dö­vizi (gümrük tarifeleri ve kotalar aracılığıyla) seçmeci bir şekil­de “tahsis” etmelerini de engeller.

Kotaların kaldırılması ve koruyucu gümrük engellerinin azaltılması, “yerli sanayinin rekabet gücünün artırılması”na yö­nelik olmakla birlikte, ticaret liberalizasyonu her zaman (iç pa­zara dönük) yerli üretimin çöküşüne yol açar. Alınan önlemler aynı zamanda lüks malların ülkeyi istila etmesi sonucunu doğu­rur; çünkü üst gelir gruplarının vergi yükü otomobiller ve daya­nıklı tüketim mallarına dönük ithalat vergilerinin düşürülmesi sayesinde azalmıştır, îthal tüketim mallan yerli üretimin yerine geçmekle kalmaz, (çeşitli acil krediler aracılığıyla) borç alman parayla güçlendirilen bu tüketim çılgınlığı sonuçta dış borcun kabarmasına katkıda bulunur.

Devlet Girişimlerinin Yağmalanması ve Özelleştirilmesi

Yapısal uyum, borç servisi yükümlülüklerini yerine getirtmesi aracılığıyla olduğu gibi Özelleştirme programı aracılığıyla da, borçlu ülkelerin gerçek varlıklarına el koymayı mümkün kılar. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi dış borç görüşmeleriyle her zaman ilişkilendirilir. Devletin ortak olduğu işletmelerin en kârlıları yabancı sermaye ya da ortak girişimler tarafından genellikle borç yükümlülükleri karşılığında alınır. Bu satışların Hazine’ye yatırılan gelirleri Londra ve Paris Kulüplerine doğ­ru yönlendirilir. Uluslararası sermaye, çok düşük bir masrafla, en kârlı devlet işletmelerini kontrol etmeye ve/veya onlara sa­hip olmaya başlar. Dahası, çok sayıda borçlu ülkenin kamu işletmelerini aynı zamanda satması (ya da takas etmesi) nedeniy­le devlet varlıklarının fiyatları dibe vurur.

Bazı ülkelerde “stratejik sektörlerin” (örneğin petrol, doğalgaz, telekomünikasyon) ve kamu tesislerinin devlet mülkiyetin­de olması anayasa gereğidir. Bu sektörlerin özelleştirilmesi, Brezilya örneğinde olduğu gibi, Öncelikle anayasanın değiştiril­mesini gerektirebilir (Bkz. 9. Bölüm).

Vergi Reformu

Dünya Bankası rehberliğinde mali yapıda bir dizi köklü değişiklik yapıldı. Bu değişiklikler yurtiçi üretimi gerek talep, gerekse arz yönlerinden baltalamaya yöneliktir. Katma değer ya da satış vergisinin konması ve doğrudan vergilendirme yapısındaki değişiklikler her zaman düşük ve orta gelirli kesimlerin daha büyük bir vergi yüküyle karşılaşması anlamına gelir. Dünya Bankası’nın çerçevesi içinde küçük tarım üreticilerinin ve illerdeki kayıt dışı sektör birimlerinin vergilendirilmek üzere pıyıt altına alınması da yer alır. Yerli üreticilerin vergi ödemesi arken, ortak girişimler ve yabancı sermaye her zaman “yabancı sermayeyi çekmenin” bir aracı olan cömert vergi muafîyetlerinden yararlanır,

Toprak Kullanımı ve Tarımsal Alanların Özelleştirilmesi

Reformlar Dünya Bankası’nın yapısal uyum kredileri çerçevesinde hayata geçiriliyor. Toprak mülkiyetine ilişkin yasal düzenlemeler genellikle Dünya Bankası’nın Hukuk Departmanı tarafından sağlanan teknik destekle birlikte hazırlanıyor. Reformlar, çiftçilere tapu dağıtılırken, aynı zamanda tarımsal alanların az sayıda elde toplanmasının teşvik edilmesini içerir. Geleneksel toprak hakları da reformlardan etkileniyor. Eğilim, küçük çiftçilerin topraklarını yitirmesi ve/veya ipotek sokması, tarım ürünleri sektörünün büyümesi ve topraksız bir mevsimlik tarım işçisi sınıfının oluşumu yönünde.

Dahası, alınan önlemler genellikle modernite kılığında “eski” feodal toprak sahipleri sınıfının haklarının geri verilme­sine yardım ediyor. Bu feodal toprak sahipleri çoğu kez, ironik bir şekilde, ekonomik “liberalizasyon”un savunuculuğunu ya­par.

Dünya Bankası’nın tavsiyeleriyle satılan kamu arazilerinin gelirleri ulusal hazine tarafından uluslararası kredi kuruluşları­na yönlendirilecek olan devlet gelirleri yaratmak için kullanıl­dığından, toprağın Özelleştirilmesi borç servisi hedefine de hiz­met eder.

Bankacılık Sisteminin Kuralsızlaştınlması

Merkez Bankası para politikası üzerindeki kontrolünü yitirir: Faiz oranlan “serbest piyasa”da ticari bankalar tarafından belir­lenir. Tarım ve sanayiye ayrıcalıklı kredi verilmesi uygulaması aşama aşama sonlandırılır. Alınan temel önlemler genellikle gerek gerçek, gerekse nominal faiz oranlarında önemli artışlara yol açar. Faiz oranlarının hareketi ile yurtiçi fiyatlarının hare­keti birbirini etkiler. Periyodik devalüasyonlar ve yurtiçi fiyat­larının bunun ürünü olan “dolarizasyonu” nedeniyle nominal faiz oranları anormal derecede yüksek düzeylere çıkar. Banka­cılık sisteminin kuralsızlaştırılması yapay bir şekilde aşırı dere­cede yükseltilen faiz oranlan tarafından çekilen “sıcak para” gi­rişine de yol açar. Ticari bankalar artık reel ekonomiye mantıklı faiz oranlarıyla kredi sağlama konumunda değildir.

Bu politika devlet kalkınma bankalarının aşama aşama or­tadan kaldırılmasıyla birlikte gerek tarıma gerekse yerli sana­yiye dönük kredilerin ortadan kalkmasına yol açar. Yerli ban­kacılık sektörü ihracatla uğraşan tüccarlara kısa vadeli kredi sağlanmaya devam ederken, artık yerel üreticilere kredi sağla­ma amacından uzaklaşmıştır.

Uluslararası finans kuruluşları devlet kalkınma bankalarının özelleştirilmesini ve ticari bankacılık sisteminin kuralsızlaştırılmasını da talep edecektir. GATT şemsiyesi altında hazırlanan ve 1994 yılında imzalanan Uruguay Turu anlaşmasıyla yabancı ticari bankaların yerli bankacılık sektörüne serbestçe girmeleri­ne izin verildiğini hatırlatmakta yarar var.

Gelişmeler, özel yerli bankaların yerine yabancı bankalar geçerken devletin bankacılık kurumlarının (özelleştirme prog­ramı çerçevesinde) yağmalanması yönünde. Bankacılık sektö­rünün yeniden yapılandırılması bir Finans Sektörü Uyum Prog­ramı (FSAP-Financial Sector Adjustment Programme) çerçeve­sinde gerçekleştiriliyor. Bu program, kritik önem taşıyan ban­kacılık kurumlarının yabancı finans devlerinin eline geçmesiyle birlikte, tüm devlet bankalarının uluslararası finans kurumlan denetiminde yağmalanmasını ve satılmasını içermektedir.

Yağma süreci borç servisi yükümlülüklerinin tahsilatı ile doğrudan ilişkili. Örneğin, ticari borçların Brady Planı çerçeve­sinde yeniden yapılandırılması çoğu kez devletin bankacılık kurumlarının FSAP maddelerine göre önceden özelleştirilmesi ve bu satışların gelirinin ticari borç servisine aktarılması koşu­luna bağlandı

Sermaye Hareketlerinin Serbestleştirilmesi

IMF, yabancı paraların ülkeye (elektronik transferler aracılığıy­la) giriş ve çıkışının “saydam” ve “serbest” olması konusunda ısrar etmektedir. Bu süreç yabancı şirketlerin kârlarını serbestçe yabancı paraya çevirmelerini mümkün kılmaktadır,

Kirli Paranın Borç Servisi İçin Yeniden Çevrime Sokulması

Ancak, bu arada bir başka önemli amaca da hizmet edilir: Ser­maye hareketlerinin serbestleştirilmesi, “kaçan sermayenin geri dönüşü”nü, yani 1960’lardan bu yana Üçüncü Dünya seçkinleri tarafından kıyı bankalarındaki hesaplara yatırılmış olan “kara” ve “kirli para”nım dönüşünü teşvik eder. “Kara para” vergiden kaçan parayken, “kirli para” yasadışı ticaretten ve/veya kriminal etkinliklerden elde edilen gelirlerden oluşur.

Makro-ekonomik reformların ağırlığı akındaki yasal ekono­minin krizi yasadışı ticaretin hızlı büyümesiyle doğrudan ilişki­lidir. Dahası, kirli para işlemlerinin (elektronik transferler ara­cılığıyla) gerçekleştirilmesindeki kolaylık ve hız, yasadışı tica­retin yasal ekonomi zararına gelişmesine yardım eder.

Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi kredi veren kuru­luşların çıkarlarına hizmet eder. Ayrıcalıklı toplumsal sınıflara yasadışı yollarla elde edilen büyük miktarlardaki paraları ko­laylıkla temizlemenin mekanizmasını sağlarken, kıyı bankaları­na yatırılmış olan “kirli” ve “kara para”nın dış borç servisine yönlendirilmesinin bir aracı olur.

Bu süreç şu şekilde işler: Bir kıyı bankası hesabındaki dö­vizler gelişmekte olan bir ülkenin interbank (bankalar arası) pi­yasasına transfer edilir (“soru sorulmaz”) Daha sonra dövizler yerel para birimine çevrilir ve Dünya Bankası destekli özelleş­tirme programı çerçevesinde hükümet tarafından satış listesine konmuş olan devlet varlıkları ve/veya kamu arazilerinin satın alınması için kullanılır. Diğer taraftan, bu satışlardan elde edi­len döviz gelirleri, borç servisi için kullanılmak üzere ulusal Hazine’ye aktarılır.

“Yoksulluğun Hafifletilmesi” ve “Sosyal Güvenlik Ağı”

1980’lerin sonlarından bu yana, “yoksulluğun hafifletilmesi”, Dünya Bankası’nın kredi anlaşmalarının bir “kredi alma koşu­lu” haline geldi. “Yoksulluğun hafifletilmesi”, borç servisi amacına hizmet eder: Bretton Woods kuruluşlarının belirleyici­liği altındaki “sürdürülebilir yoksulluk azaltımı” sosyal sektör bütçelerinin kısılmasına ve harcamaların seçmeci bir şekilde ve kart esasına göre “yoksullar için” yeniden yönlendirilmesine dayanır. Oluşturulan “Acil Sosyal Yardım Fonu” (“Social Emergency Fund”) (Bolivya-Gana modeli), aynı zamanda dev­letin kamu maliyesini parçalarken, “yoksulluk yönetimi” için “esnek bir mekanizma” kurmayı amaçlar.

Acil Sosyal Yardım Fonu bir “toplumsal mühendislik” yak­laşımım, yani “yoksulluk yönetimi” ve toplumsal huzursuzlu­ğun kreditörler açısından minimum maliyetle azaltılması için bir politika çerçevesini gerektirir. “Yoksullara yardım “a dönük “hedefli programlar “in, “masrafların geri alınması” ve sağlık ve eğitim hizmetlerinin “özelleştirilmesi” ile birlikte, sosyal prog­ram sağlamanın “daha verimli” bir yolu olduğu söylenir. Devlet geri çekilir ve hizmet bakanlıkların m sorumluluğunda yürütülen pek çok program artık Acil Sosyal Yardım Fonu şemsiyesi altın­da sivil toplum örgütleri tarafından yönetilmeye başlar. Acil Sosyal Yardım Fonu, “sosyal güvenlik ağı” çerçevesinde, uyum programının bir sonucu olarak işten atılan kamu sektörü işçileri­ne dönük tazminatları ve/veya minimum istihdam projelerini de finanse eder.

Acil Sosyal Yardım Fonu devletin toplumsal sektörlerden çekilmesini, ayrı ve paralel örgütsel yapılar tarafından (mikro-toplumsal düzeyde) “yoksulluk yönetimi”ni resmen onaylar. Uluslararası “yardım programları” tarafından finanse edilen çe­şitli sivil toplum örgütleri (nongovernmental organisation) ye­rel hükümetlerin pek çok işlevini aşama aşama üstlendi. “Sos­yal güvenlik ağını şemsiyesi altında küçük ölçekli üretim ve el sanatları projeleri, ihracatçı şirketlerle yapılan alt-sözleşmeler, yerel topluluklara dönük eğitim ve istihdam programlan vb. düzenlenir. Böylece, büyük bir toplumsal değişim riski bastırı­lırken yerel toplulukların zorlukla da olsa hayatta kalması sağ­lanır.

“İyi İdare”: Sahte Parlamenter Kurumların Desteklenmesi

“Demokratikleşme”, serbest piyasanın düsturu haline geldi. “İyi idare” ve çok-partili seçimlerin gerçekleştirilmesi kredi an­laşmalarının koşulları arasına eklendi. Ancak, ekonomik re­formların doğası, gerçek bir demokratikleşmenin önüne geçiyor.

Yapısal Uyumun Sonuçlan

Borç krizine bulunan çözümler daha fazla borçlanmanın neden­leri haline geliyor. IMF’nin ekonomik istikrar paketi, teoride, borçlarını geri ödeyebilmeleri ve bir ekonomik iyileşme süreci­ni başlatabilmeleri için ticaret dengelerinde bir fazla üretmek amacıyla, ülkelerin ekonomilerini yeniden yapılandırmalarına yardım etmeyi hedefler. Tam tersi olur. Kreditörler tarafından dayatılan “kemer sıkma” sürecinin kendisi ekonomik iyileşme­yi ve ülkelerin borçlarını geri ödemelerini olanaksızlaştırır.

Diğer bir deyişle, alınan temel önlemler dış borçların artma­sına yardım eder:

1) Eski borçların geri ödenmesine dönük olarak verilen, uy­gulanan politikalara dayalı yeni krediler, borç stokunun art­masına katkıda bulunur.

2) Ticaret liberalizasyonu ödemeler dengesi krizini ağırlaştı­rır. Yerli üretimin yerini (geniş bir mal yelpazesiyle) ithalat alır ve ülkelerin dünya pazarından mal ithal etmeyi sürdüre­bilmeleri için yeni acil krediler sağlanır.

3) Uruguay Turu’nun tamamlanması ve Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasıyla birlikte, ithalat harcamalarının çok daha büyük bir bölümü fikri mülkiyet hakları da dahil ol­mak üzere “hizmet” alımlarına ayrılıyor. Bir başka deyişle, ithalat faturası, karşılığında bir (“üretilmiş”) mal girişi ol­madan yükselir.

4) Yapısal uyum programı proje bazlı kredilendirmeden cid­di bir uzaklaşma ve bunun bir sonucu olarak ihracat ekono­misinin çıkarlarına doğrudan hizmet etmeyen tüm alanlarda sermaye oluşumunun durması anlamına geldi.

Ekonomik istikrar paketi ulusal politika üreticileri tarafın­dan kontrol edilen bir “iç dinamiklere dayalı ulusal ekonomik kalkınma süreci”nin yaşanma olasılığını ortadan kaldırıyor. IMF-Dünya Bankası reformları, sömürgecilik sonrası dönemin çaba ve mücadelelerinin sonuçlarını ortadan kaldırarak ve geç­mişteki ilerleme sürecini “bir kalem darbesiyle” tersine çevirerek, gelişmekte olan ülkelerin sosyal sektörlerini acımasızca parçalıyor, Gelişmekte olan dünyanın tümünde istikrarlı ve tu­tarlı bir yol izleniyor: IMF-Dünya Bankası reform paketi tutarlı bir ekonomik ve toplumsal çöküş programı oluşturuyor. Tasar­ruf önlemleri devletin parçalanmasına yol açıyor, ulusal ekono­mi yeniden biçimlendiriliyor, iç pazara dönük üretim gerçek kazançların sınırlandırılması yoluyla tahrip ediliyor ve yerli üretim dünya pazarına yönlendiriliyor. Bu önlemler ithalatı ika­me eden sanayileri aşama aşama yok etmenin çok ötesine geçi­yor. Ulusal ekonominin dokusunu bütünüyle tahrip ediyorlar.

IMF Politikalarının Yanlışlığını Örtülü Biçimde Kabul Ediyor

Politikalarının yanlışlığı, IMF ve Dünya Bankası tarafından, ironik bir şekilde, örtülü biçimde kabul ediliyor:

Son on yılda bu konuda pek çok çalışma yapılmış olmasına karşın programların “işe yarayıp yaramadığını” kesin olarak söylemek mümkün değil… Mevcut çalışmalar ışığında. Fon tarafından desteklenen programların enflasyon ve büyüme performansında bir ilerleme sağlayıp sağlamadığı kesin ola­rak söylenemez. Gerçekten de sık sık programların enflasyonda bir yükselme ve büyüme oranında bir gerilemeyle bir arada yürütüldüğü görüldü,7

Fon-destekli programlar için “daha gelişkin değerlendirme tekniklerinin geliştirilmesini isteyen IMF Araştırma Bölümü tarafından Önerilen ampirik testler bu kanıtı çürütemiyor.

Karşıt Olgulara Dayalı İddia

Önlemler Bretton-Woods kurumları tarafından mikro-ekonomik verimlilik temelinde savunulur. Uluslararası fınans kurum­larına göre, makro-ekonomik istikrarın “ekonomik yararları” karşılığında “toplumsal maliyetler” dengelenmek zorundadır. IMF-Dünya Bankası’nın düsturu, “uzun dönem kazancı için kı­sa dönem acısı”dır,

Bretton Woods kuruluştan, “uyumun toplumsal boyutlarını kabul ederken, “karşıt olgulara dayalı iddia”nın da altını çiz­miştir: “Durum kötü, ama yapısal uyum önlemleri benimsenmeseydi çok daha kötü olurdu”. Yakın geçmişte hazırlanan bir Dünya Bankası raporuna göre:

Afrika’nın hayal kırıklığı yaratan toplam performansı uyu­mun başarısızlığından çok uyum konusundaki başarısızlığı • yansıtmaktadır…: Daha Fazla Uyum Daha Az Değil Yok­sullara ve Çevreye Yardım Ederdi… Uyum, sürdürülebilir yoksulluk azaltırm yolunda gerekli olan ilk adımdır…”

Ekonomik politikalar paketi ilke düzeyinde pazar mekaniz­malarına dayalı olarak verimliliği ve üretim kaynaklarının daha rasyonel kullanımını hedeflemekle birlikte, bu hedefe insan kaynakları ve maddi kaynakların yoğun bir şekilde üretim dışı­na itilmesi aracılığıyla ulaşılıyor. “Mikro-ekonomik verimlilik”in tamamlayıcı parçası makro-ekonomik düzeydeki programlı tasarruftur. Dolayısıyla bu önlemleri verimlilik ve kaynak tahsisi temelinde haklı çıkarmak zordur.

Makroekonomik Reformun Toplumsal Etkisi

Söz konusu reformların (sağlık, eğitim, kadınların sosyal haklan ve çevre üzerindeki etkileri de dahil olmak üzere) toplumsal sonuçları yeterince belgelenmiştir.* Kaynak yetersizliği nede­niyle eğitim kurumları kapatıldı ve öğretmenler işten atıldı; sağlık sektöründe, tıbbi teçhizat ve malzeme eksikliği, kötü çalışma koşullan ve sağlık çalışanlarına düşük ücret ödenmesi nedeniyle iyileştirici ve koruyucu sağlık hizmetlerinde genel bir çöküş söz konusu. İşletme fonlarının yetersizliği kısmen zorla alınan kayıt ve kullanım ücretleri ile “karşılanıyor” örnek olarak Bamako Teklifi’ndeki “ilaç masraflarını karşılama pla­nı” ve geçmişte Eğitim Bakanlığınca karşılanan harcamalar iç­ki Veli-Öğretmen Birlikleri adına yerel topluluklar tarafından zorla toplanan paralar verilebilir.

Ancak bu süreç, devlet tarafından sağlanması zorunlu olan toplumsal hizmetlerin kısmen özelleştirilmesi ve nüfusun (özel­likle kırsal bölgelerdeki) sağlık ve eğitim hizmetleri için alınan çeşitli ücretleri ödeme gücü olmayan büyük kesimlerinin fiilen dışlanması anlamına geliyor,10

Yapısal uyum programının kentlerdeki ve kırlardaki yoksul­luğu artırmakla kalmadığını vurgulamak gerekiyor. Bu prog­ram aynı zamanda (orta-sınıf haneleri de dahil olmak üzere) halkın, masrafları karşılama planıyla ilişkili sağlık ve eğitim hizmetleri için gerekli Ödemeleri yapma gücünü de azaltıyor.

Öğretmen okullarının mezun sayısının dondurulması ve öğ­retmen başına düşen öğrenci sayısının artırılması Dünya Ban­kası’nın sosyal-sektör uyum kredilerinin açık koşullarından kaynaklanıyor. Eğitim bütçesi kısılıyor, çocukların okulda ge­çirdiği süre kısaltılıyor ve “sabahçılık-öğlencilik” sistemi getiriliyor: Artık bir öğretmen iki öğretmenin işini yapıyor, artan öğretmenler atılıyor ve bu sayede Hazine’nin tasarruf ettiği pa­ra dış kreditörlere pompalanıyor.

Ancak, bu “maliyet açısından etkin” adımlar da yetersiz bu­lunuyor: Aşağı-Sahra Afrikası’nda kreditörler topluluğu, yakın geçmişte, işsiz öğretmenlere köylerin bahçelerinde ve kentlerin varoşlarında kendi gayri resmi “özel okurlarını kurmaları için küçük krediler verilirken öğretmenlerin yetersiz aylıklarının da (bazı ülkelerde ayda 15-20 ABD Doları düzeyinde) tümüyle ip­tal edilmesini içeren yeni bir yaratıcı (“maliyet açısından et­kin”) formül geliştirdi. Bu plana göre, Eğitim Bakanlığı her şe­ye rağmen öğretimin “kalite”sini izlemekten sorumlu olacak.

Sağlık Sektörünün Yeniden Yapılandırılması

Benzer bir yaklaşım sağlık alanında da geçerli: Sağlığa dönük devlet teşviklerinin “zenginler yararına” olan ve istenmeyen “pazar çarpıklıkları” yarattığı söyleniyor. Dahası, Dünya Bankası’na göre, kişi başına yıllık 8 dolarlık bir harcama, kabul edile­bilir klinik hizmetleri standartlarına ulaşmak için fazlasıyla ye­terlidir.” Dahası, yoksullaşmış kırsal topluluklara dönük temel sağlık hizmetleri için zorla ücret alınması, gerek “daha fazla eşitlik”, gerekse “verimlilik” açısından gereklidir. Bu topluluk­ların, (aylıkları o zamana dek Sağlık Bakanlığı tarafından Öde­nen) deneyimli hemşire ya da hastabakıcının yerine deneyimsiz ve yarı-cahil bir sağlık gönüllüsünü yerleştirerek temel sağlık hizmetleri birimlerinin işletilmesine de katılmaları gerekir.

Sonuçlar: Dışarıdan finanse edilen birkaç göstermelik örnek dışında Aşağı-Sahra Afrikası’ndaki sağlık kuruluşları fiilen hastalık kaynakları haline geldi. Gerek kullanıldıktan sonra atı­lan şırıngalar da dahil olmak üzere tıbbi malzeme alımına ayrı­lan kaynakların yetersizliği, gerekse elektrik, su ve (örneğin iğ­neleri sterilize etmek için gereken) akaryakıt fiyatlarındaki(Dünya Bankası’nın tavsiye ettiği) artışlar enfeksiyona yaka­lanma oranını (HIV bulaşması dahil) artırıyor. Örneğin, Aşağı-Sahra Afrikası’nda, reçetede yazılı ilaçların parasal nedenlerle alınamaması, devletin sağlık merkezlerine başvuru ve bu mer­kezleri kullanma düzeyini, sağlık altyapısının ve personelinin artık maliyet açısından etkin bir biçimde kullanılamamasına yol açacak ölçüde düşürüyor.12

Masrafları karşılama planı az sayıdaki sağlık merkezinin sı­nırlı işlevlere daraltılmış varlıklarını korumalarını sağlarken, eğilim; a) Sağlık hizmetleri sisteminde artan bir toplumsal ku­tuplaşma, b) Sağlık hizmetlerinde bir daralma ve nüfusun sağ­lık hizmetlerine ulaşamayan kesiminin zaten yüksek olan oranı­nın daha da yükselmesi doğrultusundadır. Diğer bir deyişle, makro-ekonomik politikalar, sosyal sektörlerdeki insan kaynak­lan ve maddi kaynakların devre dışı kalmasına yol açmaktadır.

Bulaşıcı Hastalıkların Yeniden Canlanması

Aşağı-Sahra Afrikası’nda kontrol altına alınmış olduğuna ina­nılan bir dizi bulaşıcı hastalık yeniden canlandı. Bunlar arasın­da kolera, sarı humma ve sıtma da bulunuyor. Benzer şekilde, Latin Amerika’da, parazitlerin bulunma oranıyla hesaplanan sıtma ve dang (şiddetli mafsal ağrısı veren bulaşıcı bir humma ç.n.) yaygınlığı, 1980’lerin ortalarından bu yana ciddi şekilde arttı. Kamu harcamalarının yapısal uyum programlan altında kısılmasıyla doğrudan bağlantılı olarak kontrol ve koruyucu sağlık hizmetleri ciddi şekilde azaldı. Hindistan’da 1994 yılın­da patlak veren hıyarcıklı veba ve akciğer vebası salgını, “1991 tarihli IMF-Dünya Bankası destekli yapısal uyum programı al­tında kentlerdeki sağlık koşullarının ve kamusal sağlık altyapı­sının kötüleşmesinin doğrudan sonucu” olarak kabul edildi.

Yapısal uyumun toplumsal sonuçlan uluslararası fînans kurumlan tarafından tümüyle kabul edilmiş durumda. Ancak,IMF-Dünya Bankası metodolojisine göre, “sosyal sektörler” ile “uyumun toplumsal boyutları” “farklı” şeyler, egemen iktisadi dogmaya göre, söz konusu “istenmeyen yan etkiler” bir ekono­mik modelin bileşenleri arasında yer almıyor. Bunlar ayrı bir “sektör”e, yani sosyal sektöre ait.

3.BOLÜM

KÜRESEL UCUZ EMEK EKONOMİSİ

Giriş

Yoksulluğun küreselleşmesine gelişmekte olan ülkelerin ulusal ekonomilerinin yeniden biçimlendirilmesi ve dünyanın yeni ekonomik düzeni içindeki rollerinin yeniden tanımlanması eşlik ediyor. Çok sayıda ülkede aynı anda uygulanan ulusal makro-ekonomîk reformlar (önceki bölümde tartışıldı) ücretlerin ve emek maliyetlerinin dünya ölçeğinde düzenlenmesi açısından kritik bir rol oynuyor. Küresel yoksulluk arz tarafının bir girdi­si; küresel ekonomik sistem ucuz-emekle besleniyor.

İleri ülkelerin sınai altyapısının önemli bir bölümünün geliş­mekte olan ülkelerdeki ucuz emek merkezlerine kaydırılma sü­reci dünya ekonomisine damgasını vuruyor. Ucuz emeğe dayalı ihracat ekonomisinin gelişimi 1960’lı ve 1970’li yıllarda Gü­neydoğu Asya’da ve ağırlıklı olarak “emek yoğun imalat sektöründe” başlamıştı. Başlangıçta birkaç ihracat bölgesi (Örneğin Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Güney Kore) ile sınırlı olan yabancı ülkelerdeki ucuz emeğe dayalı üretimin gelişimi I970’ler ve 1980’lerde hız kazandı.

1970’lerin sonlarından bu yana Güneydoğu Asya ile Uzak­doğu, Çin, Brezilya, Meksika ve Doğu Avrupa’daki önemli bü­yüme merkezleri ile birlikte serbest bölgelerin “yeni bir kuşağı” gelişti. Sınai üretimin söz konusu küreselleşmesi imalat sanayi ürünlerinin önemli bir bölümünü etkiliyor. Üçüncü Dünya sa­nayi çoğu imalat alanını kucaklıyor (otomotiv, gemi inşaatı, uçak montajı, silah üretimi vb,)1

Üçüncü Dünya’nın temel bir tarım üreticisi olarak bir rol oynamaya devam etmesine karşın, çağdaş dünya ekonomisinin yapısı artık “sınai üretim” ile “tarımsal üretim” arasındaki gele­neksel ayrımlara (örneğin tarım üreticileri ile sınai üreticiler arasındaki ticaret koşullan) dayanmıyor. Dünyadaki imalat fa­aliyetlerinin giderek daha büyük bir bölümü Güneydoğu Asya, Çin, Latin Amerika ve Doğu Avrupa tarafından üstleniliyor.

Ucuz emek sanayilerinin (imalat sanayinin giderek daha karmaşık ve ağır alanlarında) dünya ölçeğindeki gelişmesi tekil Üçüncü Dünya ekonomilerinde iç talebin daraltılmasına ve ucuz, istikrarlı ve disiplinli bir sınai emek gücünün “güvenli” bir siyasal ortamda yerleşiklik kazanmasına dayanıyor. Bu sü­recin temelinde tekil Üçüncü Dünya ülkelerinde iç pazara dö­nük ulusal imalatın (ithalatı ikame eden sanayilerin) tahrip edil­mesi ve ucuz emeğe dayalı ihracat ekonomisine yerleşiklik ka­zandırılması var. Uruguay Turu’nun Marakeş’te tamamlanması ve 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) kurulmasıy­la birlikte söz konusu ucuz emek “serbest ticaret bölgelerinin sınırları, gelişmekte olan ülkelerin tüm topraklarını içine alacak şekilde genişledi.

Makro-ekonomik Reform Sanayinin Taşınmasını Destekliyor

Tekil ulusal ekonomilerin Bretton Woods kuruluşlarının yardı­mıyla yeniden yapılandırılması devletlerin zayıflamasına katkı­da bulunur. İç pazara yönelik sanayinin altı oyulur ve ulusal iş­letmeler iflasa itilir. İç tüketimin “Yapısal Uyum Programımın sonucu olarak daralması, emek maliyetlerindeki buna tekabül eden bir azalma anlamına gelir; Yapısal Uyum Programının “gizli gündemi” burada yatar: Üçüncü Dünya ve Doğu Avru­pa’daki ücretlerin düşürülmesi ekonomik etkinliklerin zengin ülkelerden yoksul ülkelere taşınmasına yardım eder.

Yoksulluğun küreselleşmesi dünya ölçeğinde ucuz emeğe dayalı bir ihracat ekonomisinin gelişimine destek olur; dünya çapındaki düşük ücretli işçi kitlesi veri alındığında, üretim ola­nakları muazzam boyutlara ulaşmıştır. Buna karşın, yoksul ül­keler kendi aralarında ticaret yapmaz; yoksul insanlar kendi ürettikleri mallar için pazar oluşturmaz.

Tüketim talebi dünya nüfusunun yaklaşık % 15’iyle sınır­lanmış, büyük oranda zengin OECD ülkelerinden ibaret kalmış­tır (Bkz. Tablo 1.1). Bu sistem içinde ve Fransız iktisatçı Jean Baptiste Say’in ünlü önermesine (Say Yasası) aykırı olarak, arz kendi talebini yaratmıyor. Aksine, yoksulluk “düşük üretim maliyetleri” anlamına geliyor: Yoksulluk ucuz emek ekonomi­sinin bir “girdisidir (“arz tarafında”).

Sınai İhracatın Teşvik Edilmesi

Düstur, “öl ya da ihraç et”tir; ithal ikamesi ve iç pazar için üre­tim, modası geçmiş kavramlardır. Ülkeler, emek güçlerinin bol­luk ve ucuzluğuna dayanan “karşılaştırmalı üstünlüklerine göre uzmanlaşmalıdır”; “ekonomik başarı”nın sırrı ihracatın teşvik edil meşindedir. Dünya Bankası ve IMF’nin yakın denetimi al­tında çok sayıda gelişmekte olan ülkede aynı “geleneksel olmayan” ürünlerin ihracatı aynı anda teşvik ediliyor. Bugün Doğu Avrupa’nın ucuz emek kullanan üreticileriyle birleşen geliş­mekte olan ülkeler amansız bir rekabete zorlanıyor. Herkes ay­nı Avrupa ve Kuzey Amerika pazarlarına ihracat yapmak isti­yor: Aşın arz Üçüncü Dünya üreticilerini fiyatlarını düşürmeye zorluyor; sınai malların fabrika fiyatları dünya pazarlarında ta­rımsal ürünlerin fiyatlarıyla aynı şekilde dibe vuruyor. Geliş­mekte olan ülkeler arasındaki rekabet ve iç rekabet ücretlerin ve fiyatların düşmesine yardım ediyor. İhracat teşvikleri (aynı anda çok sayıda ülkede uygulandığında) aşın üretime ve ihracat gelirlerinin azalmasına yol açıyor. İhracat teşvikleri, ironik bir şekilde, daha düşük mal fiyatlarını ve dış borçların geri Öden­mesinde kullanılacak ihracat gelirlerinin azalmasını getiriyor.

Dahası, güney ve doğuya dayatılan ekonomik istikrar ön­lemleri zengin ülkelerin ekonomilerini de vuruyor: Üçüncü Dünya’daki yoksulluk, sonuçta OECD ülkelerindeki ekonomik büyüme ve istihdamı etkileyen ithalat talebindeki küresel daral­maya yardım ediyor.

Yapısal uyum ulusal ekonomileri açık ekonomik alanlara ve ülkeleri arazilere dönüştürüyor. İkinciler ucuz-emek ve doğal kaynak “rezervleridir. Ancak bu süreç yoksulluğun küresel­leşmesine ve tüketim talebinin dünya çapında daralmasına da­yandığından, gelişmekte olan ülkelerdeki ihracat teşvikleri yal­nızca sınırlı sayıda ucuz-emek merkezinde başarılı olabiliyor. Diğer bir deyişle, yeni ihracat etkinliklerinin çok sayıda mer­kezde aynı anda gelişmesi, gelişmekte olan ülkeler arasındaki rekabetin gerek tarım gerekse imalat sanayi ürünlerinde artma­sına yol açıyor. Dünya talebi artmadığı sürece yeni bazı ülke­lerde üretim kapasitelerinin yaratılması, rekabet halindeki Üçüncü Dünya merkezlerindeki ekonomik daralmayla (ve dev­re dışı kalma durumlarıyla) çakışacaktır.

Küresel Uyum

Makro-ekonomik reformlar aynı anda çok sayıda ülkede uygu­landığında ne olur? Karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin geçerli ol­duğu bir dünya ekonomisinde, ulusal düzeydeki Yapısal Uyum Programlarının “toplam”ı dünya ticaret ve ekonomik büyüme yapılarında bir “küresel uyum”a yol açar.

“Küresel uyum”un ticaret koşullan üzerindeki etkisi olduk­ça iyi anlaşılmış durumda: Üçüncü Dünya ülkelerinde ihracat teşvik politikalarının aynı anda uygulanması dünya mal fiyatlarındaki ek bir düşüşle birlikte belirli mal piyasalarında aşın ar­za yol açar. Yapısal uyuma tabi tutulan pek çok ülkede ihracat hacmi büyük oranda arttı, ama ihracat gelirlerinin değeri düştü. Bir başka deyişle, (makro-ekonomik politikaların uluslararasılaşmasına dayanan) “küresel yapısal uyum”, mal fiyatlarını da­ha da düşürür ve ekonomik kaynakların borçlu uluslarla kreditör uluslar arasındaki ters yönlü akışını teşvik eder.

Ulusal Ekonomilerin “Ayrışması”

Yapısal Uyum Programlan borçlu ülkelerin ulusal ekonomileri­nin “ayrışmasında” ve küresel ekonomiyle “yeni bir ilişki”nin biçimlenmesinde kritik rol oynar. Bir başka deyişle, ekonomik reformlar, ulusal üretim ve tüketim yapılarının “ayrışması/yeni­den biçimlenmesi” anlamına gelir. Gerçek kazançların azalması emek maliyetlerinde bir azalmaya ve nüfusun büyük çoğunlu­ğunun tüketim düzeyinde (temel ihtiyaç maddeleri tüketiminde) gerilemeye yol açar. Diğer yandan, tüketimin “yeniden biçimlenmesi”nin ayırt edici özelliği, “yüksek gelir tüketimi”nin, ti­caret liberalizasyonu ve toplumun küçük bir kesimi için ithal edilen dayanıklı tüketim mallan ve lüks malların dinamik akışı aracılığıyla artmasıdır. Ulusal ekonominin bu “ayrışma/yeniden biç imlenme” s i ve küresel ucuz emek ekonomisine dahil olması iç talebin (ve toplumsal geçim düzeyinin) gerilemesine dayanır: Yoksulluk, düşük ücretler ve bol ucuz emek arzı, arz tarafının “girdi”leridir. Yoksulluk ve üretim maliyetlerinin azalması dış piyasaya yönelik üretimi yeniden canlandırmanın (arz tarafın­daki) araçsal zeminini oluşturur.

Yapısal Uyum Programlarının borçlu ülkelerde eş zamanlı olarak uygulanması imalat sanayilerinin gelişmiş ülkelerdeki üretim merkezlerinden Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’daki ucuz-emek merkezlerine taşınmasını hızlandırır. Ancak sonuçta ortaya çıkan yeni (ihracata yönelik) üretim kapasitesi, dünya ölçeğindeki talep artışının yavaş ve/veya bastırılmış olmasına rağmen gelişir. Bir ya da daha çok Üçüncü Dünya ülkesinin ih­racat için yeni üretim kapasitesi yaratma hedefine dönük pozitif “bağlanma”sı, dünya ekonomik sisteminin geri kalan kısımla­rındaki “üretim kaynaklarının serbest kalması” ve küçülme sü­reciyle çakışır.

Ayrışma, “başarılı” bir yeniden biçimlenmenin güvencesi değildir. Diğer bir deyişle, iç pazara dönük yerli sanayinin aşa­ma aşama ortadan kaldırılması dünya pazarıyla yeni bir “yaşa­yabilir” ve istikrarlı ilişkinin kurulmasını güvence altına almaz emek maliyetlerinin (arz yararına) düşürülmesi, kendi başına, ihracat sektörünün büyümesinin ve ulusal Üçüncü Dünya eko­nomisinin uluslararası pazara dahil olmasının güvencesi değil­dir (aynı nedenle sınai ihracatın gelişmesini de güvence altına almaz). Dünya pazarına yönelik ve ucuz emeğe dayanan yeni üretim merkezlerinin coğrafi konumunu karmaşık ekonomik, jeopolitik ve tarihsel etkenler belirleyecektir.

“Yeniden biçimlenme” küresel ekonominin belirli işlevsel bölgelerinde gerçekleşme eğilimindedir, Meksika, Doğu Avru­pa ve Güneydoğu Asya’da ucuz emek ekonomisinin yeni dina­mik merkezlerinin oluşumu, Aşağı-Sâhra Afrikası’nın büyük bölümü ile Latin Amerika ve Ortadoğu’nun çeşitli kesimlerinde geçerli olan durumla belirgin bir karşıtlık içindedir.

Dünya İşsizliği

Dünyanın pek çok bölgesi küresel ucuz emek ekonomisine “ak­tif şekilde” dahil edilmemiş olmalarına karşın dünya ölçeğinde­ki emek maliyetlerinin düzenlenmesi açısından önemli bir rol oynayan önemli “ucuz emek rezervleri” içeriyor. Üçüncü Dünya’daki herhangi bir merkezde ücretlerin artırılması doğrultu­sundaki toplumsal baskılar da dahil olmak üzere işçi huzursuz­lukları başgösterirse, ulus-ötesi sermaye üretimi alternatif ucuz emek merkezlerine kaydırabilir ya da (dışarıda ürettirmek üze­re) bu merkezlerdeki taşeronlara başvurabilir. Diğer bir deyişle, bol miktarda ucuz emek arzı gerçekleştiren “yedek ülkeler “in varlığı daha aktif (ucuz emeğe dayalı) ihracat ekonomilerindeki (örneğin Güneydoğu Asya, Meksika, Çin, Doğu Avrupa) ücret­lerin ve emek maliyetlerinin hareketini bastırır.

Bir başka deyişle, tek tek gelişmekte olan ülkelerdeki ulusal ücret düzeyleri tek başına ulusal emek piyasasının yapısına de­ğil, aynı zamanda rakip ucuz-emek merkezlerinde geçerli olan ücret düzeyine de bağlıdır. Dolayısıyla emek maliyetlerinin dü­zeyi, farklı ülkelerdeki “yedek işçi ordularının oluşturduğu bir “küresel ucuz-emek rezervi’nin varlığı tarafından koşullandırı­lır. Söz konusu “dünya nüfusu fazlası” aynı sanayi kolundaki üretken sermayenin bir ülkeden diğerine uluslararası göçünü koşullandırır: Uluslararası sermaye (emek gücünün doğrudan ya da dolaylı alıcısı) bir ulusal emek pazarından bir diğerine hareket eder. Sermayenin bakış açısından, “ulusal emek gücü rezervleri”, farklı ülkelerdeki işçilerin birbirleriyle açık bir re­kabete sokulduğu tek bir uluslararası rezerv havuzunda birleşir.

Dünya işsizliği, küresel sermaye birikiminin her bir ulusal ekonomideki emek maliyetini “düzenleyen” “kaldıraç”ı haline gelir. Kitlesel yoksulluk uluslararası emek maliyetini düzenler. Ücretler, her bir ulusal ekonomi düzeyinde, kent-kır ilişkisi ta­rafından da koşullandırılır. Kırsal kesimdeki yoksulluk ve geniş bir issiz ve topraksız tarım işçileri kitlesinin varlığı, kentlerde, imalat sektöründeki düşük ücretleri destekler.

Düşen Ücretler

Ucuz emek ihraç eden ekonomilerin pek çoğunda ücretlerin GSYH içindeki payı 1980’ler boyunca ciddi şekilde düştü. Ör­neğin Latin Amerika’da uyum programları ücretlerin gerek GSYH içindeki paylarının, gerekse üretimdeki katma değer içindeki paylarının belirgin şekilde gerilemesine yol açtı. Geliş­miş ülkelerde çalışanların kazançları üretimdeki katma değerin yaklaşık % 40’ını oluştururken bu oran Latin Amerika ve Gü­neydoğu Asya’da % 15 düzeyinde.

Fabrika Kapanmaları ve Sanayinin Gelişmekte Olan Ülkelere Taşınması

Üçüncü Dünya’daki ucuz emeğe dayalı ve ihracata dönük üre­tim yapan fabrikaların sayısının artması ileri ülkelerin sanayi kentlerindeki fabrika kapanmalarıyla bir arada yaşanıyor. Daha önce yaşanan fabrika kapanmaları dalgası büyük oranda (emek yoğun) hafif imalat sektörlerini etkilemişti. Buna karşın, 1980’lerden bu yana, Batı ekonomisinin tüm sektörleri (ve emek gücünün tüm kategorileri) etkilendi; Uzay ve mühendis­lik sanayilerindeki şirket yeniden yapılanmaları, otomobil üre­timinin Doğu Avrupa’ya ve Üçüncü Dünya’ya taşınması, çelik sanayinin tasfiye edilmesi vb..

ABD-Meksika sınırının hemen güneyindeki Rio Grande’da yer alan maquila’larda [ABD şirketleri tarafından Meksika’da işletilen fabrikalar] ve ihracata dönük üretim bölgelerindeki üretimin gelişmesi, 1980’ler boyunca, ABD ve Kanada’nın sa­nayi merkezlerindeki işten atmalarla ve issizliğin artmasıyla bir arada yaşandı. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAF-TA) ile birlikte bu taşınma süreci tüm Meksika ekonomisine yayıldı. Benzer şekilde, Japon ulus ötesi şirketleri imalat sana­yilerinin önemli bir bölümünü sanayi işçilerinin günde 3 ya da 4 ABD Dolan karşılığında çalıştırılabildiği Tayland ve Filipinler’deki üretim merkezlerine taşıdı.2 Alman kapitalizmi Oder-Neisse’nin ötesine yayılarak savaş öncesi Lebensraum’una (ya­şam alanı) dönüyor. Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’daki montaj fabrikalarında emek maliyeti (ayda 120 ABD Doları düzeyinde) AvrupaBirliği’ndekinden fazlasıyla düşük. Buna karşılık. Alman otomobil fabrikalarındaki işçiler saatte 28 ABD Dolan düzeyinde ücret alıyor.

Bu çerçevede, eski “sosyalist” ülkeler küresel ucuz emek ekonomisiyle bütünleştirildi. Eski Demokratik Alman Cumhuriyeti’ndeki çalışmayan fabrikalara ve yüksek işsizlik oranına rağmen, Alman kapitalizmi açısından üretim zeminini Doğu Avrupa’ya doğru genişletmek daha kârlıydı.

Gelişmiş ülkelerde kaybedilen ve Üçüncü Dünya’ya transfer edilen her bir işe karşılık olarak gelişmiş ülkelerdeki tüketimde bir daralma gerçekleşiyor. Basında genellikle yalıtık ve ilgisiz “şirket yeniden yapılanması” örnekleri olarak sunulmalarına karşın, fabrika kapanmaları ve işten atmaların gerçek gelirler ve işsizlik üzerindeki toplu etkileri yıkıcı oluyor. Çeşitli ülke­lerde bulunan çok sayıdaki işletmenin işçi sayısını aynı anda azaltması nedeniyle tüketici pazarları çöküyor. Diğer taraftan, çöken satışlar bir diğer fabrika kapanmaları ve iflaslar dizisine yol açarak üretimi vuruyor ve bu böyle sürüp gidiyor.

Tüketim Harcamalarının Dünya Ölçeğinde Kısılması

Kuzey’de, harcama düzeylerindeki gerileme emek piyasasının kuralsızlaştırılması (gelirlerin enflasyondan bağımsızlaştırılması, kısmi süreli istihdam, erken emeklilik ve sözde “isteğe bağ­lı” ücret kesintilerinin dayatılması) nedeniyle daha ciddi boyut­lara ulaşıyor. Diğer taraftan, (işsizliğin toplumsal yükünü daha

genç yaş gruplarına kaydıran) işe yeni insan almama uygulama­sı tüm bir kuşağı iş piyasasının dışında bırakıyor.

Diğer bir deyişle, gelişmiş ülkelerdeki sanayinin aşama aşa­ma tasfiye edilme süreci, pazar talebini daraltarak, gelişmekte olan ülkelerin imalat sanayi ürünlerini (küçülen) Batı pazarına satma girişimlerini de baltalıyor.

Bu bir kısır döngü: Sanayinin “Güney”e ve “Doğu”ya taşın­ması gelişmiş ülkelerde ekonominin tahrip olmasına ve işsizli­ğe yol açıyor ve bu da dünya ekonomisini küresel bir durgunlu­ğa itiyor. Bu sistemin ayırt edici özelliği sınırsız üretim kapasi­tesidir; ama tam da üretimi genişletme çabası, maddi üretimin “yüksek ücretli” ekonomilerden “düşük ücretli” ekonomilere taşınması aracılığıyla, sonuçta dünya ekonomisini küresel dur­gunluğa götüren harcama daralmasına (Örneğin işten atılmalar­dan kaynaklanan daralma) yol açıyor.

Ticaret Stoklan İçinde Taşıma

Ekonomik etkinliklerin taşınması giderek asıl olarak her bir ti­caret bloğunun kıta sahanlığında gerçekleşiyor. Gerek Batı Av­rupa gerekse Kuzey Amerika hemen yakınlarındaki coğrafi sı­nırlarda “ucuz-emek hinterland”lan yaratıyor. Avrupa söz ko­nusu olduğunda, Meksika için Rio Grande neyse Polonya için “Oder-Neisse hattı” da o. Eski “demir perde” Rio Grande ile aynı rolü oynuyor. Yüksek ücretli Batı Avrupa ekonomisini dü­şük ücretli eski Sovyet Bloku ekonomisinden ayırıyor. Ancak NAFTA, emek gücünün Avrupa Birliği ülkeleri “içinde” “serbest dolaşımına izin veren Maastricht Anlaşması’ndan farklıdır. NAFTA içinde, Rİo Grande iki farklı emek piyasasını ayrıştırıyor: ABD ve Kanada’daki üretim birimleri kapatılıyor ve ücretlerin en az on kez daha düşük olduğu Mek­sika’ya taşmıyor. NAFTA’nın merkezi özelliği, “serbest tica­ret” ve gümrük tarifesi engellerinin kaldırılmasından çok,”emek gücünün hareketsizliği”.

ABD şirketleri NAFTA çerçevesinde üretim birimlerini Meksika’ya taşıyarak ya da bu ülkedeki şirketlere iş yaptırarak emek maliyetlerini % 80’den daha büyük oranda düşürme ola­nağına sahip. Bu mekanizma yalnızca imalat sektörlerini ya da vasıfsız emek kullanan etkinlikleri ilgilendirmiyor: Ameri­ka’nın yüksek teknoloji sanayilerinin mühendis ve bilim insan­larının ayda birkaç yüz dolar karşılığında işe alınabildiği Mek­sika’ya taşınmasına engel olacak hiçbir şey yok. Taşınma süre­ci, potansiyel olarak, hizmet sektörü de dahil olmak üzere ABD ve Kanada ekonomilerinin büyük bir bölümünü etkiliyor.

NAFTA, başlangıcından itibaren istihdam ve gerçek ücret­lerdeki gerilemeye dayandı. Sanayinin Meksika’ya taşınması ABD ve Kanada’daki iş alanlarını ortadan kaldırırken gerçek kazançları azaltıyor: ABD ve Kanada’da işten atılan işçiler ekonominin bir başka alanında çalışmaya başlamıyor ve sana­yinin taşınması nedeniyle yeni ekonomik gelişme yollan yara­tılmıyor. Tüketici harcamalarının işten atmalardan ve fabrika kapanmalarından dolayı azalması, satışlarda ve istihdamda ge­nel bir gerilemeye ve sanayide yeni işten atmalara yol açıyor.

Dahası, NAFTA’nın ABD ve Kanada şirketlerininin Meksi­ka’ya girmelerini mümkün kılmasına karşın, bu süreç büyük oranda mevcut Meksika işletmelerinin yerlerinden edilmesi yo­luyla gerçekleşti. Eğilim, sınai yoğunlaşmanın artması, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ortadan kaldırılması ve Meksika’nın hizmet sektörünün bir bölümünün franchising sistemi aracılı­ğıyla ele geçirilmesi yönünde. ABD Meksika’ya “durgunluğu ihraç ediyor”. Ayrıcalıklı tüketicilerin küçük pazarı dışında, Meksika’daki yoksulluk ve düşük ücretler tüketici talebinin art­masına yardım etmiyor. Kanada’da, 1989 yılında ABD ile im­zalanan serbest ticaret anlaşması, şube-fabrika ekonomisinin çökmesine yol açtı. Kanadalı bayiler kapandı ve yerlerine bölgesel bir satış bürosu geçti, NAFTA’nın oluşumu ekonomik durgunluğun ağırlaşmasına katkıda bulundu: Eğilim, her üç ül­kede de, ücretlerin düşmesi ve istihdamın daralması yönünde. Üretim potansiyeli genişledi, ama bizzat üretimin (ABD ve Kanada’dan Meksika’ya taşınması sayesinde) artırılması tüketici harcamalarının azalmasına katkıda bulunuyor.

Lüks Tüketimin Dinamik Gelişimi

Gelir ve servetin giderek bir toplumsal azınlığın ellerinde top­lanması (Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’daki zengin azınlıkta ve ileri ülkelerde) lüks tüketim malları sektörünün dinamik bir şekilde büyümesine yol açtı: Yolculuk ve eğlence, otomobil, elektronik ve telekomünikasyon devrimi vb.. Otomobil ve hava taşımacılığı eksenlerinde inşa edilen “drive-in” ve “duty free” kültürleri, modern “yüksek gelir” tüketiminin ve büyük mali kaynakların aktarıldığı eğlence sektörünün odak noktalandır.

Yüksek gelir gruplarına dönük tüketim mallan yelpazesi ne­redeyse sınırsız bir şekilde genişlerken, (1980’lerin başındaki borç krizinden bu yana) dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun tüketim düzeylerinde buna tekabül eden bir gerileme yaşandı. Bir toplumsal azınlığa dönük malların büyük çeşitliliğine kar­şın, temel tüketim (dünya nüfusunun yaklaşık olarak % 85’i için) sınırlı sayıda temel gıda ve zorunlu ihtiyaç malına daraldı.

Lüks tüketimin dinamik büyümesi, her şeye karşın, durgun­luğun kuşatması altındaki küresel ekonomiye geçici bir “soluk­lanma zamanı” sağlıyor.3 Ancak, lüks tüketimin hızla artması, zorunlu ihtiyaç mal ve hizmetlerini üreten sektörlerdeki dur­gunlukla giderek daha büyük bir karşıtlık oluşturuyor. Üçüncü Dünya’da ve Doğu Avrupa’da, gıda üretimi, konut inşası ve zo­runlu toplumsal hizmetlerdeki durgunluk, ayrıcalıklı toplumsal grupların ve lüks tüketimin gelişmesi ile karşıtlık içinde. Doğu Avrupa’nın ve eski Sovyetler Birliği’nin eski aparatçik ve yeni kodaman patronları da dahil olmak üzere borçlu ülkelerin seç­kinleri bu sürecin hem elebaşları hem de yararlamcılan. Maca­ristan ve Polonya’daki toplumsal eşitsizlikler ve gelir eşitsizlik­leri bugün Latin Amerika’daki eşitsizliklerle karşılaştır ı labilir hale geldi. (Örneğin, bugün Porsche’nin Budapeşte’nin merke­zindeki bayisinden satın alınan bir Porsche-Carrera için öden­mesi gereken yalnızca 9.720.000 forintlik meblağ, ortalama bir Macar işçisinin tüm yaşamı boyunca kazandığından daha fazla; sanayideki ortalama (yıllık) ücretlerle 70 yıl.4

Üçüncü Dünya’daki düşük ücret yapısı, ileri ülkelerdeki eko­nomik yeniden yapılanma ve durgunluğun etkileriyle de birleşti­ğinde, kitle tüketimini ve alım gücündeki genel bir artışı teşvik etmiyor. Bu nedenle de küresel üretim sistemi giderek daha sı­nırlı pazarlara yöneliyor Kuzey’deki yüksek gelirli tüketici pa­zarları artı Güney ve Doğu’daki lüks tüketimci azınlıklar.

Bu çerçevede, düşük ücretler ve düşük üretim maliyetleri düşük alım gücüne ve yetersiz talebe yol açıyor. Bu çelişkili ilişki küresel ucuz-emek ekonomisinin temel özelliklerinden bi­ri: Üretenler tüketmiyor.

Rantiye Ekonomisi

İmalat sanayinin aşama aşama ortadan kalkmasıyla birlikte zengin ülkelerde bir “rantiye ekonomisi” gelişti. Hizmet sektö­ründe yoğunlaşan rantiye ekonomisi, Üçüncü Dünya’daki üre­timden elde edilen kârlara el koyuyor. Sınai know-how mülki­yeti, ürün tasarımları, Araştırma ve Geliştirme vb.’ye dayanan yüksek-teknoloji ekonomisi “maddi üretim”i ikinci plana itiyor. “Maddi olmayan üretim”, “maddi üretim*1! ikinci plana itiyor; hizmet sektörü imalat sektöründe yaratılan katma değeri ele ge­çiriyor. Dahası, Batı ve Japon teknolojisinin kullanımı için ya­pılan telif ve lisans ödemelerine ek olarak, Üçüncü Dünya üre­ticilerinin kazançları mutlaka gelişmiş ülkelerdeki dağıtımcılar,toptancılar ve perakendecilerin eline geçiyor. Sınai üretim te­kelci sermaye açısından ikinci planda kalıyor. Üçüncü Dünya’daki “sanayi”nin gelişmesi, üretimin küresel düzeyde yeni­den yapılandırılması sürecinin ürünü. İleri ülkelerdeki büyüme merkezleri, maddi imalat sektörlerinden çok “maddi olmayan sektörler”de (yüksek teknoloji kullanılan ürün tasarımı ve ürün geliştirme, hizmet sektörü, emlakçilik, ticari ve mali altyapı, iletişim, ulaştırma).

Sanayileşmiş ülkelerin bu görünen “sanayisizleşme”sinin anlaşılması gerekiyor: “Sanayi” teriminin anlamı tümüyle de­ğişti. Yüksek teknolojili büyüme merkezleri, tarihsel olarak sa­nayi devriminin başlangıcından itibaren ileri ülkelerde gelişen eski geleneksel sanayiler aleyhine hızlı bir büyüme yaşıyor.

İmalat Sanayinin Küreselleşmesi

Çok sayıdaki ulusal ekonominin OECD ülkelerinin oluşturduğu pazara ihraç etmek üzere imalat sanayi ürünleri ürettiği bir dün­ya ekonomisi ile karşı karşıyayız. Ancak, bu ülkeler, bazı Önem­li istisnalar dışında (örneğin Kore, Brezilya, Meksika), “yeni sa­nayileşmiş” ülkeler olarak değerlendirilemez: “sanayileşme” sü­reci büyük oranda üretimin Üçüncü Dünya’daki ucuz emek merkezlerine taşınmasının ürünü. Bu da, küresel ekonominin yeniden biçimlendirilmesi tarafından koşullandırılıyor.

Diğer bir deyişle, maddi üretimin desantralizasyonu ve Üçüncü Dünya’ya taşınmasının ardında, büyük oranda, zengin ülkelerle yoksul ülkelerdeki ücretler arasındaki önemli farklılık­lar vardı. Yoksul ülkeler “temel sanayi malları”nın üreticileri haline geldi. Bu çerçevede, sınai malların aşın üretimi de dünya ölçeğinde gerçekleşiyor ve tarım ürünleri pazarının ayırt edici özelliği olan aşırı arz sürecinde olduğu gibi, imalat sanayi ürün­lerinin fiyatlarını düşürüyor. Çin’in 1970’lerin sonlarında ulusla­rarası işbölümüne dahil olması da aşırı ar? sorununu ağırlaştırdı.

Zengin Ülkelerde ithalata Dayalı Büyüme

Rantiye ekonomisi doğrudan üreticilerin kazançlarına el koyu­yor. Maddi üretimin Üçüncü Dünya’daki bir ucuz-emek ekono­misinde gerçekleşmesine karşın, GSYH’deki en büyük yükse­lişler ithalatçı ülkede kaydedilir. Bu bağlamda, zengin ülkeler­deki büyüme “ithalata dayalı”dır: Ucuz emek kullanımına da­yanan malların (tarım ve imalat sanayisi mallan) ithal edilmesi, zengin ülkelerin hizmet sektörlerinde buna tekabül eden bir bü­yüme yaratır. IMF destekli Yapısal Uyum Programlarının çok sayıda ülkede uygulanması da söz konusu rantiye ekonomisinin yerleşiklik kazanmasına katkıda bulunur: Her bir ülke aynı te­mel tarım ve sanayi malları yelpazesini (diğer gelişmekte olan ülkelerle rekabet halinde) üretmeye zorlanır. Gelişmekte olan ülkelerdeki maddi mal üretiminin ayırt edici özelliği rekabet iken, ileri ülkelerdeki toptan ve perakende ticaret piyasaları gi­bi uluslararası ticaret kanalları da birlik halindeki tekeller tara­fından kontrol edilir. Rekabet ile tekel arasındaki ikilik küresel değişim sisteminin temel bir özelliğidir. Bir küresel aşırı arz yapısı içinde, genellikle farklı ülkelerde bulunan “doğrudan üreticiler” arasında yaşanan amansız rekabet, uluslararası tica­ret, sınai patentler, toptan ve perakende ticaret vb. üzerinde az sayıdaki küresel şirket tarafından kurulan tekelci denetim yapı­sıyla karşıtlık içindedir.

Artı Değerin Üretici Olmayanlar Taraftndan Ele Geçirilmesi

Gelişmekte olan ülkelerde üretilen mallar aşın düşük uluslara­rası fiyatlarla ithal edildiğinden, OECD ülkelerinin gelişmekte olan ülkelerden yaptığı ithalatın kaydedilen “değer”i (yurtiçi üretim değerine oranla olduğu gibi toplam ticarete oranla da) görece küçüktür. Ancak bu mallar zengin ülkelerin toptan ve perakende ticaret kanallarına girer girmez, fiyatları birkaç kat artar. Üçüncü Dünya’da üretilen malların perakende fiyatları çoğu Kez bu malların ithalat fiyatlarının 10 katına kadar daha yüksek olur. Dolayısıyla, zengin ülkelerin hizmet sektörleri iç. inde, yapay olarak, herhangi bir maddi üretim gerçekleşmeden bu farka tekabül eden bir “katma değer” yaratılır. Bu “değer” zengin ülkenin Gayri Safî Yurtiçi Hasıla’sına eklenir. Örneğin, kahvenin perakende fiyatı uluslararası piyasa fiyatından 7-10 kez, Üçüncü Dünya’daki çiftçiye ödenen fiyattan ise yaklaşık 20 kez daha fazladır (Bkz. Tablo 3.1).

Diğer bir deyişle, tarım ürünleri üreticilerinin kazançlarının önemli bolümü tüccarlar, aracılar, toptancılar ve perakendeciler tarafından ele geçirilir. Benzer bir ele geçirme süreci yurtdışın­daki ucuz emek merkezlerinde üretilen sanayi ürünlerinin çoğu için söz konusudur.

Bir Örnek: Tekstil Sanayi

Örneğin uluslararası tekstil ticaretinde, uluslarararası bir moda tasarımcısı, tasarımı Paris’te yapılan bir gömleği 3-4 dolara Bangladeş, Vietnam ya da Tayvan’dan satın alacaktır.5 Bu ürün daha sonra Avrupa pazarında 5-10 katına satılacak, ithalatçı Batı ülkesinin GSYH’sı herhangi bir maddi Üretim gerçekleşmeksizin yükselecektir.

Bangladeş’te fabrika düzeyinde toplanan veriler tekstil sana­yindeki maliyetlerin yapısını ve kazançların dağılımını kabaca saptamamızı mümkün kılıyor: Bir düzine gömleğin fabrika fiyatı 36 ile 40 ABD Doları arasında (fob).h Tüm teçhizat ve hammad­deler ithal ediliyor. Bir gömleğin ABD’deki perakende satış fi­yatı yaklaşık 22 dolar, bir düzine gömleğinki ise 266 dolar (Bkz, Tablo 3,2). Bangladeş’teki tekstil fabrikalarında çalışan kadın ve çocuk işçilere ödenen aylık yaklaşık 20 dolar, Kuzey Ameri­ka’daki tekstil işçilerine ödenen ücretlerden en az 50 kez daha düşük. Malın toplam değerinin % 2’den daha küçük bir bölümü ücretler biçiminde doğrudan üreticilerin (tekstil işçileri) eline ge­çiyor. Bir diğer % l, sınai kât olarak, “rekabet gücü olan” ba­ğımsız Üçüncü Dünya üreticisinin eline geçiyor.

Fabrika fiyatı ile perakende satış fiyatı arasındaki brüt fark (266 – 38 = 228 dolar) temel olarak üç parçaya bölünüyor:

1) Satış merkezlerinin sahipleri de dahil olmak üzere ulusla­rarası dağıtımcılar, toptancılar ve perakendeciler vb.’nin ti­cari kân (brüt fiyat farkının en büyük bölümü),

2) Gerçek dolaşım maliyetleri (ulaştırma, depolama vb.),

3) Malın gelişmiş ülkenin pazarlarına girişi şurasında alınan gümrük vergileri ve perakende satış noktasında alınan do­laylı vergiler (katma değer vergileri). Perakende satış fiyatının fabrika fiyatının yedi katı olması, kârın gelişmiş ülkedeki küçük perakendecinin eline geçeceği anlamına gelmez. Toptan ve perakende ticaretin farklı aşamala­rında üretilen artı değerin büyük bölümü kira ve faiz ödemeleri aracılığıyla güçlü ticaret, gayrimenkul ve bankacılık grupları­nın eline geçer.

Üçüncü Dünya’dan yapılan ithalatın, zengin ülke devletleri açısından, satış ve/veya katma değer vergileri üzerinden mali gelir yaratmanın bir aracı olduğunu kaydetmekte yarar var. Batı Avrupa’da KDV, perakende satış fiyatlarının % 10’unu hayli aşıyor. Bu nedenle de vergi toplama süreci eşitsiz değişim yapı­sına bağımlı: Sözgelimi giysi ticareti örneğinde, zengin ülkele­rin hazineleri neredeyse üretici ülke kadar ve üretici ülkedeki tekstil sanayisi işçilerinden dört kat daha fazla gelir elde eder (Bkz. Tablo 3.3).

Gelişmiş Ülkelerde Ücretler ve Emek Maliyetleri

Küresel ekonomide, emek hizmetleri sermaye tarafından farklı ve bağımsız ulusal emek piyasalarından satın alınıyor ulaştır­ma, depolama, toptan ve perakende ticaretle bağlantılı emek maliyetlerinin bir bölümü zengin ülkelerin “yüksek ücretli” emek piyasasından kaynaklanıyor. Örneğin, gelişmiş ülkelerde­ki bir satış elemanı Bangladeşli bir fabrika işçisinden en az 40 kez daha yüksek bir günlük ücret alıyor. Dolayısıyla, mal üre­tim ve dağıtımıyla ilgili emek maliyetleri toplamının (dolar cin­sinden) görece çok daha büyük bir bölümü ücretlerin yüksek olduğu ülkelerin hizmet sektörü işçilerinin eline geçecektir.

Ancak Bangladeş’teki fabrika isçileri ile ABD’deki satış elemanları arasında bir “eşitsiz değişim” ilişkisi bulunmuyor; Eldeki kanıtlar zengin ülkelerdeki hizmet işçilerinin fazlasıyla düşük ücret aldığını gösteriyor. Dahası, ücretleri (gerçek katma değer “gerçek maliyet”), toplam satış gelirlerinin görece dü­şük bir yüzdesini oluşturuyor

Bizim örneğimizde, Bangladeş’te üretilen bir düzine göm­leğin emek maliyeti 5 dolardı ve bu da 25-30 çalışma saatine tekabül eder (saatte 15-20 cent). ABD’deki bir satış elemanına saatte 5 dolar ödendiğini ve bu elemanın saatte yarım düzine gömlek sattığını varsaydığımızda, bir düzine gömlek üretimine tekabül eden emek maliyeti (5 dolar) perakende satış maliyeti­nin (10 dolar) yarısıdır. Ancak bu ikincisi de toplam fiyatın (satış vergisi dahil 292.60 dolar) görece küçük bir yüzdesini temsil eder; yani artı değerin asıl önemli bölümü ticaret kârı ve

27 dolar

3 dolar

5 dolar

3 dolar

38 dolar

228 dolar

266 dolar

292.60 dolar

Tablo 3.2: Maliyet Yapısı

Üçüncü Dünya’daki bir Tekstil İhracatçısı

(ABD dolan)

Malzeme ve aksesuar (ithal)

Ekipmanın aşınma payı

Ücretler

Net sınai kâr

Fabrika fiyatı (bir düzine gömlek)

Satış fiyatı – fabrika fiyatı

Perakende satış fiyatı (bir düzine)

Satış vergisi (yüzde 10) dahil 292.60 dolar

perakende satış fiyatı

Kaynak: Bangladeş’teki bir giyim fabrikasının maliyet yapısı ve satış fiyatları, 1992.

kira biçiminde zengin ülkelerin üretmeyenlerinin eline geçer.

Üçüncü Dünya’daki işletmelerin “tam rekabet”e yakın ko­şullarda faaliyet göstermesine karşın, ürünlerinin alıcıları, tica­ret şirketleri ve çokuluslu firmalardır. “Rekabet gücü bulunan” Üçüncü Dünya girişimcisinin eline geçen net sınai kâr (3 do­lar), söz konusu malın toplam değerinin % biri düzeyindedir. Üçüncü Dünya’daki fabrikalar aşın arzın damga vurduğu bir küresel ekonomide faaliyet gösterdiği için, fabrika fiyatı, sınai kâr marjlarını da mutlak .bir minimuma doğru iterek düşme eği­limindedir. Bu süreç güçlü uluslararası tüccar ve dağıtımcıların artı değeri toplamasını ve onu kendilerine mal etmesini kolay­laştırır .

Hareketli ve Hareketsiz Sektörler.

Maddi üretimin ucuz emek merkezlerine taşınması yalnızca birkaç hafif sanayi dalını ilgilendirmiyor. Uluslararası düzeyde “hareketli” olan tüm maddi üretim alanlarım kuşatıyor. “Hare­ketli sektörler”, bir coğrafi mekandan diğerine ya ucuz emek sahibi bir ülkeye yatırım yapma yoluyla ya da bağımsız bir Üçüncü Dünya üreticisini taşeron olarak kullanma yoluyla taşı­nabilen faaliyet alanları olarak tanımlanıyor. Buna karşılık, ileri (İlkelerin “hareketsiz sektörler”!, doğaları gereği uluslararası düzeyde taşınmaları mümkün olmayan faaliyetleri içeriyor: in­şaat, kamu işleri, tarım ve çoğu hizmet sektörü.

Emeğin Hareketsizliği

“Hareketli sermaye”, “hareketsiz emek rezervlerine” doğru ha­reket ediyor. Sermaye bir emek piyasasından diğerine “ser­bestçe” hareket ederken, emeğin uluslararası sınırlardan geçme­si engelleniyor. Ulusal emek piyasaları, sıkı bir şekilde korunan sınırlarıyla, kapalı bölmeler durumunda. Sistem ulusal emek re­zervlerinin kendi sınırlan içinde tutulması üzerine kurulu.

Örneğin, NAFTA çerçevesinde, Meksikalıların ABD-Meksika sının üzerindeki hareketliliği, Meksika’nın emek gücünü “ucuz emeğe dayalı ekonominin sınırları içinde” tutmak için ciddi bir şekilde sınırlandırılacaktır. Ancak, doğaları gereği uluslararası düzeyde “hareketli” olmayan inşaat, kamu işleri ve tarım gibi ekonomik faaliyetler söz konusu olduğunda, NAF­TA, seçilmiş bir sözleşmeli mevsimlik emek gücünün hareketi­ne izin vermektedir. Gerek Meksika’nın gerekse Karayipler’in (söz konusu “hareketsiz” faaliyetlere dönük) insan gücü ihraca­tı, Amerikalı ve Kanadalı işçilere ödenen ücretleri azaltma ve sendikaların rolünü sınırlandırma amaçlarına hizmet ediyor.

Maddi Olmayan Üretim Sektörleri

Sektörlerin taşınmaya başlaması ile birlikte ileri ülkelerdeki sa­nayinin yapısı köklü bir şekilde değişti. Maddi üretimin aşama aşama ortadan kaldırılmasıyla birlikte bilgi sistemleri, telekomünikasyon vb. yeni sanayiler yeni büyüme merkezleri haline geldi. Kırmızı tuğlalı eski sanayi merkezleri aşama aşama orta­dan kalktı; “fabrika sistemi” kapatıldı. İmalat sanayindeki (“ha­reketli bir sektör olan) maddi üretim, ücretlerin düşük olduğu ekonomilere taşındı. Bugün gelişmiş ülkelerdeki emek gücünün oldukça büyük bir bölümü hizmet sektöründe ve ekonominin “maddi olmayan sektörlerinde” istihdam ediliyor. Buna karşı­lık, maddi malların üretiminde kullanılan emek gücünün oranı ciddi şekilde geriledi.

“Maddi üretim” ile “maddi olmayan üretim” ve “hareketli” ve “hareketsiz” sektörler arasındaki ikilik küresel ekonominin değişen yapısının anlaşılması açısından merkezi bir önem taşı­yor. Küresel durgunluk ile yüksek teknolojiye dayanan yeni sektörlerin dinamik büyümesi arasında bir çelişki bulunmuyor Tasarımlar, teknoloji ve know-how uluslararası sermayenin mülkiyet ve denetimi altında. “Maddi olmayan üretim” ve fikri mülkiyet haklan üzerindeki denerim “maddi üretim”i ikinci plana itiyor. Maddi sınai üretimin artı-değeri, maddi olmayan sektörlerin eline geçiyor.

Bilimsel Devrimin Etkisi

  1. yüzyılın sonları telekomünikasyon, bilgisayar teknolojisi ve üretim mühendisliğinde büyük bir ilerlemeye tanık oldu. Bu da sınai taşınma süreci açısından yaşamsal önem taşıyan bir kaldı­raç oldu: Şirketlerin karar alma merkezleri dünyanın her yanın­daki üretim birimleri ve montaj fabrikalarıyla her an temas ha­linde. 1980’Ierdeki ve 1990’lardaki yüksek teknoloji yenilikle­ri, küresel kapitalizm koşullarında, şirketlerin tüm dünyayı de­netim altına almalarını sağlayan güçlü bir aracı temsil ediyor. Küresel girişim, dünyanın her yanındaki ucu?, emeğe dayalı üretim merkezleriyle birleşme (ya da taşeron ilişkisi kurma) ye­teneği sayesinde emek maliyetlerini dünya ölçeğinde minimize ediyor: işçiler (ücretlerin yüksek olduğu) bir ülkede işten atılı­yor, üretim (ücretlerin düşük olduğu) bir diğer ülkeye taşınıyor, daha az sayıda işçi daha uzun bir süre boyunca çalışıyor ve çok daha düşük ücretler alıyor.

Dahası, teknolojik devrim, ileri ülkelerde yeni uzmanlık alanları açarken, sanayinin toplam emek gücü ihtiyacını ciddi ölçülerde düşürüyor. Mevcut üretim tesislerindeki işçiler işten atılırken robotların çalıştığı yeni montaj hatları açılıyor. Tekno­lojik değişme, sektörlerin taşınması ve işletmelerin yeniden ya­pılandırılması ile birleştiğinde, kritik sektörlerdeki yeni bir bir­leşme ve şirket satın almaları dalgasına yol veriyor.

Hizmet Sektörünün Taşınması

Küresel telekomünikasyon ve bilgi teknolojilerindeki devrimle birlikte ileri kapitalist ülkelerdeki belirli hizmet faaliyetleri Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’daki ucuz emek merkezlerine taşınmaya başladı. Bir başka deyişle, hizmet sektörünün bir bö­lümü artık “hareketsiz” değil. Ticari ve mali kuruluşlar bir dizi büro faaliyeti için çalıştırdıkları elemanların sayısını azaltma şansına sahip: Örneğin, bugün büyük şirketlerin muhasebe sis­temleri, bilgisayar bağlantıları ve elektronik posta aracılığıyla, kalifiye muhasebecilerin ve bilgisayar uzmanlarının 100 dolar­dan daha düşük bir aylıkla çalıştırılabildiği gelişmekte olan ül­kelere taşınabilir ve buralardan idare edilebilir. Benzer şekilde, veri ve kelime işlemciliği hızlı bir şekilde Filipinler’deki günde 2-3 dolara çalışan büro çalışanlarına (örneğin elektronik posta aracılığıyla) yaptırılabilir. İleri kapitalist ülkelerdeki işgücünün % 70’ten fazlasının hizmet sektöründe istihdam edildiği düşü­nüldüğünde, hizmet sektörünün taşınmasının ücretler ve istih­dam üzerindeki etkisi (toplumsal yansımaları anmaya bile ge­rek yok) çok büyük olacaktır.

İKİNCİ KISIM

AŞAĞI SAHRA AFRİKASI

4.BÖLÜM

SOMALi: KITLIĞIN GERÇEK NEDENLERi

Altta yatan gerçekler nelerdi? Küresel TV reklamları iç savaşın kurbanlarını, kuraklığı ve tufanı gün ışığına çıkarıyordu. Soma­li’deki kıtlık mekanik bir tarzda “dış” siyasî ve iklimsel faktör­lere bağlanıyordu: “yağmur taşıyan bulutların olmaması ve ba­sınç anormallikleri”… Tarih çarpıtıldı, dünya olaylarının yalnız­ca yüzeyi ve rengi öne çıkartıldı. Somali gıda üretimi açısından 1970’lere değin kendine yeterliydi; sivil toplumun çöküşünü hızlandıran neydi? Tanm ve göçebe çobanlık niçin tahrip edil­di? Kuraklık, çölleşme ve iç savaş Somali’deki kıtlığın “resmi” nedenleriydi, “pozum” olarak “Umudu înşa Operasyonu” ve 1993 ‘deki ABD askeri müdahalesi bulunmuştu. Somali krizinin temelleri nelerdir?

1980’terin Başındaki IMF Müdahalesi

Somali ekonomisi göçebe çobanlar ile küçük çiftçiler arasındaki “değişimce dayalı bir kır ekonomisiydi.1 Göçebe çobanlar nüfu­sun % 50’sini oluşturuyordu. 1970’lerdeki yeniden yerleşim

programlan geniş bir kırsal ticaret sektörünün gelişmesine yol açtı. 1983 yılına kadar hayvancılık ihracat gelirlerinin % 80’ini oluşturuyorduk Üst üste gelen kuraklıklara rağmen Somali 1970’Iere kadar gıda açısından kendine yeterliliğini korudu.3

1980’lerin başındaki IMF müdahalesi Somali’nin tanın kri­zinin şiddetlenmesini sağladı. Ekonomik reformlar “göçebe ekonomi”yle “yerleşik ekonomi” çobanlarla küçük çiftçiler arasında parasal işlemlerin yanısıra geleneksel takasla karakterize olan değişim arasındaki kırılgan değişim ilişkisini zayıf­lattı. Büyük ölçüde Somali’nin Paris Klübü’ne olan borçlarını ödemesini sağlamak için hükümete çok sıkı bir tasarruf progra­mı dayatıldı. Aslında dış borçların büyük bir kısmı Washington kökenli fînans kuruluşlarından alınmıştı.4 Bir ILO heyeti rapo­runa göre:

…Somali’nin en fazla borç aldığı Fon (IMF-ç.ri.) borçların yeniden takvime bağlanmasını istemiyor… Fiilen, asıl amacı IMF’ye borç geri ödemesi olan bir uyum programını finanse et­meye yardımcı oluyor…5

Gıda Tarımının İmhasına Doğru

Yapısal uyum programı Somali’nin tahıl ithalatına bağımlılığı­nı artırdı. 1970’lerin ortasından, 1980’lerin ortasına kadar gıda yardımı onbeş kat yükselerek, yılda % 31 oranına çıktı.6 Artan ticari ithalatla birlikte iç piyasada satılan ucuz ihtiyaç fazlası buğday ve pirinç akışı, yerel üreticileri yerlerinden etti, bununla beraber gıda tüketim tarzında geleneksel ürünler (mısır, süpürgedarısı) aleyhine temel bir değişim yaşandı. Haziran 1981’de IMF’nin dayattığı Somali Şilininin devalüasyonunu, yakıt, güb­re ve tarım girdilerinin fiyatlarında artışlara neden olan peri­yodik devalüasyonlar izledi. Özellikle yağmurdan yararlanan çiftçiler bundan hemen etkilendiler, fakat aynı zamanda sulama yapılan tarım alanlarında da etki hissedildi. Kentlerdeki alım gücü olağanüstü düşüş kaydetti, hükümetin verdiği kredilerin vadeleri kısaltıldı, altyapı çöktü, tahıl piyasasındaki kuralsız­laştırma ve “gıda yardımı” akışı çiftçi topluluklarının yoksul­laşmasına yol açtı.7

Aynı zamanda bu dönemde, en verimli tarım arazileri bü­rokratlar, subaylar ve hükümetle bağlantısı olan tüccarlar tara­fından ele geçirildi.” Kredi kuruluşları iç piyasa için gıda üreti­mini teşvik etmektense, en iyi sulanan arazilerde, ihracat İçin sözde “yüksek değerli” meyve, sebze, yağ tohumu ve pamuk üretimini teşvik ettiler.

Hayvancılığa Dayalı Ekonominin Çöküşü

îthal edilen hayvan ilaçlarının fiyatlan 1980’lerin başından iti­baren, paranın değer kaybetmesinin sonucu olarak artmaya başladı. Dünya Bankası göçebe çobanlara verilen veterinerlik hizmetlerinden, aşılama da dahil olmak üzere zorla ücret alın­masını destekledi. Veteriner ilaçları için özel bir pazarın oluşması teşvik edildi. Hayvancılık bakanlığının işlevleri aş­ama aşama kaldırıldı, bakanlığın Veterinerlik Laboratuvar Hiz­metleri, maliyeti karşılama gerekçesiyle tamamen ücretli hale getirildi. Dünya Bankası’n a göre:

…Veterinerlik hizmetleri tüm bölgelerde hayvancılığın geli­şimi için zorunludur ve bu hizmetler esas olarak özel sektör ta­rafından sağlanabilir (…) Uzak kırsal alanları az sayıda özel ve­teriner tercih edeceğinden, gelişkin hayvan bakımı da “ikinci dereceden veterinerlere dayanacak, bunlara ilaç satışlarının gelirlerinden ödeme yapılacaktır.11

Hayvan sağlığının özelleştirilmesi, kuraklık dönemlerinde hayvanları besleyecek acil yardımın yokluğu, suyun ticari­leşmesi, suyun ve otlak korunmasının ihmal edilmesiyle bir­leşti. Sonuçlar tahmin edilebilirdi: Ülke nüfusunun % 50’sini oluşturan çobanlar ve çiftçiler imha edildi. Bu programın “gizli amacı” geleneksel değişim ekonomisiyle geçinen göçebe ço­banları ortadan kaldırmaktı. Dünya Bankası’na göre çobanlar düzeyinde “uyum” her koşulda yararlıydı, çünkü Aşağı Sahra Afrikası’nda göçebe çobanlara çevrenin bozulmasının nedeni olarak bakılıyordu.10

Veterinerlik hizmetlerinin çöküşü dolaylı olarak zengin ül­kelerin çıkarlarına da hizmet eni: 1984’te Somali’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine yaptığı sığır ihracatı sıkıntıya girmişti çünkü Suudilerin et ithalatı Avusturalya ve Avrupa Birliği’ndeki ithalatçılara geri dönüyordu. Suudi Arabistan’ın Somali’ye dayattığı hayvancılık yasağı, sığır vebası salgını bit­tikten sonra da kaldırılmamıştı.

Devletin İmhası

Devlet harcamalarının Bretton Woods kuruluşlarının deneti­minde yeniden yapılandırılması da gıda tarımının imhasında önemli bir rol oynamıştır. Tarımsal altyapı çökmüş ve tarıma yapılan cari harcamalar 1970’lerin ortalarına göre % 85 düşü­rülmüştür” Somali hükümetinin yerel kaynaklan harekete ge­çirmesi IMF tarafından önlenmiştir. Bütçe açıklan için sıkı he­defler oluşturulmuştur. Dahası bağışçılar, sermaye ve teçhizat ithali olarak değil de “gıda yardımı*’ biçiminde “yardım” sağla­mayı artırmışlardır. Daha sonra bu “gıda yardımı” hükümet ta­rafından iç piyasada satışa çıkarılacak ve satış gelirleri (buna “telafi fonu” adı verilmiştir) kalkınma projelerinin yurtiçi mali­yetini karşılamak için kullanılacaktı. 1980’lerin başında “gıda yardımlarının satışı” devletin temel gelir kaynağını oluşturdu ve bağışçıların tüm bütçeleme süreçlerinin denetimini ellerine geçirmelerine olanak tanıdı.11

Ekonomik reformlar sağlık ve eğitim programlarının parça­lanarak yok edilmesine yol açtı.13 1989’a gelindiğinde, sağlık harcamaları 1975’deki düzeyine göre % 78 azalmıştı. Dünya Bankası rakamlarına göre, bir ilkokul çocuğu başına düşen yıllık eğitim harcamalarının düzeyi 1982’de 82 ABD Doları iken, 1989’da 4 ABD Dolarına düşmüştü. 1981’den 1989’a kadar okul kayıt oranlan (okul çağındaki nüfus önemli ölçüde artmış olmasına rağmen) % 41 düşmüş, sınıflarda ders kitapları ve okul malzemeleri görülmemeye başlanmış, okul binaları harap olmuş ve ilkokulların yaklaşık dörtte biri kapanmıştır. Öğretmen maaşları muaazzam bir düşüşle en alt düzeye inmiştir.

IMF-Dünya Bankası programı Somali ekonomisini bir kısır döngüye sokmuştur: Çobanların imhası göçebe köylüleri açlık­tan ölmeye mahkum ederek, tahıllarını sığır karşılığında satan veya takas eden tahıl üreticilerini boşlukta bırakmıştır. Kırsal ekonominin tüm sosyal dokusu çözülmüştür. Azalan sığır ihra­catı ve (Körfez ülkelerinde çalışan Somalili işçilerin gönderdik­leri) işçi gelirleri, döviz girdilerinin azalmasına neden olmuş, bu da ödemeler dengesinin ve devletin kamu finansmanının bo­zulmasına yol açarak, hükümetin ekonomik ve sosyal program­larını çökertmiştir.

Hükümetin teşvik ettiği ABD tahılının fîyatlan düşürmesi­nin yanısıra tarımsal girdi fiyatlarının yükselmesi, küçük çiftçilerin yok olmasına yol açmıştır. Kentte yaşayanların yok­sullaşması da gıda tüketiminin azalmasına neden olmuştur. Bu­na karşılık sulanan arazilere yapılan devlet yardımı dondurul­muş ve devlet çiftliklerindeki üretim azalmıştır. Devlet çiftlik­leri daha sonra Dünya Bankası denetiminde kapatılacak ya da özelleştirilecektir.

Dünya Bankası tahminlerine göre, kamu sektöründeki ger­çek ücretler 1989’da, 1970’lerin ortalarına göre % 90 azalmış­tır. Kamu yönetiminin kaçınılmaz çözülüşünden sonra kamu sektöründeki ortalama ücretler ayda 3 dolara düşmüştür.14 Dün­ya Bankası kamu hizmetlerinde çalışanların ücretlerini iyileştir­mek için (kamu hizmetleri reformu kapsamında) bir program önermiş ama bu reformun aynı bütçe paketi içinde kalınarak, kamu çalışanlarının % 40’mı içten çıkartıp, ek ücretleri ortadan kaldırarak yapılmasını istemiştir.11 Bu plana göre kamu hizmet­leri, (altmış milyon nüfuslu bir ülkede) sayılan 1995’e kadar 25000’e indirilecek kamu çalışanıyla yapılacaktı. Kimi bağışçılar kamu çalışanlarının azaltılmasından doğacak maliyeti karşılamak konusunda yoğun ilgi gösterdiler.16

Uluslararası bağışçılar topluluğu, felaket tehdidi karşısında ülkenin ekonomik ve sosyal altyapısını iyileştirmek, satın alma gücünü yükseltmek ve kamu hizmetlerini yeniden inşa etmek için hiçbir girişimde bulunmadı: Ocak 1991’de General Siyad Barre hükümetinin çöküşünden (iç savaşın çıkmasından) bir yıl önce kreditörlerce önerilen makro ekonomik uyum tedbirleri, kamu harcamalarının daha da kısılmasını, Merkez Bankası’nın yeniden yapılandırılmasını, (gerçekte özel sektörü sekteye uğ­ratan) kredi liberalizasyonunu ve çoğu devlet işletmesinin liki­dasyonunu veya kendi haline bırakılmasını gerektirdi.

1989’da borç servisi yükümlülükleri ihracat gelirlerinin % 194.6’sına ulaştı. Somali’nin büyük miktarda vadesi geçmiş borcu olması nedeniyle IMF kredileri kesildi. Dünya Bankası’nın Haziran 1989’da onayladığı 70 milyon dolarlık yapısal uyum kredisi, Somali’nin kötü makro-ekonomik performansı nedeniyle birkaç ay sonra donduruldu.17 Yeni kredilerin veril­mesinden ve yeni borç takvimi hazırlanmasından Önce eski borçların ödenmesi gerekiyordu. Somali borç servisi ve yapısal uyum kıskacında sıkıştırılmıştı.

Aşağı Sahra Afrikası’nda Kıtlığın Oluşumu: Somali Dersleri

Somali deneyimi bir ülkenin gıda “yardımı” ve makro ekono­mik politikaların eşzamanlı uygulanmasıyla nasıl mahvedilebileceğini göstermiştir. Gelişmekte olan dünyada pek çok “Somali vardır ve Somali’de uygulanan ekonomik reform paketi100’den fazla gelişmekte olan ülkede uygulananlarla aynıdır. Fakat bir başka Önemli boyut daha vardır: Somali kırsal bir ekonomidir ve Afrika çapında göçebe ve ticari hayvancılık IMF-Dünya Bankası programları aracılığıyla Somali’dekine çok benzer bir tarzda imha edilmektedir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nden ithal edilen (gümrüksüz) teşvikli et ve süt ürünleri, Afrika’nın kırsal ekonomisinin ölmesine yok açmıştır. Avru­pa’nın Batı Afrika’ya yaptığı et ihracatı 1984’ten beri yedi kat artmıştır: “düşük kaliteli AB eti yerel olarak üretilen etin yarı fiyatına satılmaktadır. Sahralı çiftçiler kimsenin onların sürüle­rini satın almaya hazır olmadığını görüyor.”111

Somali deneyimi 20. yüzyılın sonlarındaki kıtlığın “gıda yokluğu”ndan kaynaklanmadığını göstermektedir. Tersine, kıt­lıklar tahıl ürünlerinin küresel olarak fazla arzedilmesinin sonu­cunda ortaya çıkmıştır. 1980’lerin başından beri tahıl piyasaları Dünya Bankası’nın denetiminde kuralsızlaştırılmış ve ABD ta­hıl fazlası (Somali Örneğinde olduğu gibi) sistematik olarak köy­lülüğü tahrip etmek ve ulusal gıda tarımım istikrarsızlaşırmak için kullanılmıştır. Bu koşullarda ulusal gıda tarımı kuraklık ve çevre bozulması gibi olaylarla daha da çok yara almaktadır.

Bretton Woods kuruluşları nezaretinde yürütülen tarıma yö­nelik “sektörel uyum” modeli kıtanın bütününde kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gıda güvenliğini tehdit etmiştir. Dünya piyasalarına harfiyen uyum dayatılmış, Aşağı Sahra Afrikası’na yapılan “gıda yardımı” 1974’den bu yana yedi kattan fazla artı­rılmış ve ticari tahıl ithalatı iki katın üstünde artmıştır. Aşağı Sahra Afrikası’na yapılan tahıl ithalatı 1974’de 3.72 milyon ton iken, 1993’de 8.47 tona yükselmiştir. 1974’de 910.000 ton olan gıda yardımı 1993’de 6.64 milyon tona çıkmıştır,1″

Ancak artık “gıda yardımı” yalnızca kuraklıkla kavrulan Sahra kuşağı ülkelerine tahsis edilmemekte; kısa süre öncesine kadar kendine yeterli gıda üretebilen ülkelere de yönlendirilmektedir, Zimbabwe (bir zamanlar Güney Afrika’nın “ekmek sepeti” olarak anılırdı) 1992’de Güney Afrika’yı silip süpüren kıtlık ve kuraklıktan ciddi biçimde etkilenmiştir. Büyük ölçüde daha az verimli topraklarda yapılan mısır üretiminde ülke çapın­da % 90’lık bir düşüş yaşanmıştır.” Fakat, kuraklığın doruk noktasında ihracat amacıyla üretilen (modern sulama, kredi, ara­ştırma vb. ile desteklenen) tütünde, ironik olarak bereketli bir hasat kaydedilmiştir,21 Bir yandan “kıtlık halkı karınca yemeye zorlarken”, diğer yandan Zimbabwe’nin tütün hasadından elde ettiği ihracat gelirleri dış borç ödemelerinde kullanılmıştır.

Yapısal uyum programı altında çiftçiler hızla geleneksel gı­da ürünlerini terketmişlerdir; bir zamanlar gıda ihracatçısı olan Malawi’de 1992’de mısır üretimi % 40 azalırken, tütün üretimi 1986 ile 1993 arasında ikiye katlanmıştır. En verimli toprakla­rın yüz elli bin hektarı tütüne tahsis edilmiştir.22 1980’li yıllar boyunca Afrika hükümetlerine çok katı tasarruf tedbirleri daya­tılmış ve kırsal gelişmeye yapılan harcamalar zorla kesilerek ta­rımsal altyapının çöküşü sağlanmıştır. Dünya Bankası programı uygulamasında su, yoksullaşan çiftçilere maliyeti karşılayacak temelde satılması gereken bir metaya dönüştü. Devlet kaynak yokluğu nedeniyle su kaynaklarının yönetim ve korumasından çekilmek zorunda bırakıldı. Su noktaları ve kuyular bakımsızlık nedeniyle kurudu veya “özelleştirilerek” yerel tüccarlara ya da zengin çiftçilere satıldı. Yan kurak bölgelerde “suyun ticarileştirilmesi”, sulama gıda güvenliğinin çöküşüne ve kıtlığa yol açıyor.”

Son Söz

Bir kıtlığın ortaya çıkması ve kuraklığın toplumsal etkilerinin yükselmesinde “dış” iklimsel değişkenler rol oynarlar ancak, küreselleşme çağında kıtlıklar insan yapımıdır. Bunlar “gıda yokluğu”nun değil, gıda güvenliğini tehdit eden ve ulusal gıda tarımını tahrip eden küresel bir aşırı üretim yapısının sonucudur. Uluslararası tarım işletmeleri tarafından sıkı bir şekilde düzenle­nen ve denetlenen bu üretim fazlası, nihai olarak temel gıda ürünlerinin hem üretim hem de tüketiminde etkili olmakta ve dünya çapında çiftçilerin yoksullaşmasına neden olmaktadır. Dahası küreselleşme çağında IMF-Dünya Bankası yapısal uyum programı kıtlık sürecinin oluşumu ile doğrudan bağlantılıdır, çünkü program ister kentte, ister kırda olsun, küresel piyasa sis­teminin çıkarlarına doğrudan hizmet etmeyen ekonomik aktivitenin tüm kategorilerine sistematik olarak zarar vermektedir

5.BOLUM

RUANDA’DA EKONOMİK KATLİAM

1994’de etnik katliamlara yol açan Ruanda krizi, batılı medya tarafından insanlık acılarının abartılı bir hikayesi gibi sunulur­ken, krizin toplumsal ve ekonomik nedenleri titizlikle göz ardı edildi. Etnik kavgaların ve iç savaşın çıkmasının, “geçiş süre­cindeki” diğer “ülkelerde” olduğu gibi, “tek partili devletten demokrasi ve serbest piyasaya geçerken yaşanan”, “bu tür top­lumlara içkin”, “kaçınılmaz” şeyler olarak tasvir edilmesine hız verildi. Katliamların vahşiliği dünyayı sarstı ama uluslar arası medya iç savaşın derin bir ekonomik krizin alevlenmesinin ardından çıktığım açıklamayı ihmal etti. Halkı sefil bir yoksullu­ğa ve mahrumiyete hızla iten şey tarımsal sistemin yeniden yapılandırılmasıydı.

Uluslararası kahve piyasasının çöküşünün ve Bretton Woods kuruluşlarının tüm alanları kapsayan makro ekonomik re­formları dayatmasının hemen ardından ortaya çıkan bu ekono­mik gerileme, içten içe kaynayan etnik gerginlikleri şiddetlendirdi ve siyasi çöküş süreci hızlandı. 1987’de Uluslararası Kahve Anlaşması (ICA)’nın oluşturduğu kota sistemi dağılma­ya başladı, dünya fiyatları hızla düştü ve Ruandalı çiftçilerden sabit fiyatla kahve alan Fonds d’egalisation’un (devlet kahve stabilizasyon fonu) borçlan hızla büyümeye başladı. Ruanda ekonomisine öldürücü darbe, Haziran 1989’da Washing­ton’dan ABD kahve tüccarları lehine yapılan siyasi baskılar so­nucunda ICA’nın çıkmaza girmesiyle geldi. Florida’da üretici­lerin yaptığı tarihsel toplantı sonucunda kahve fiyatları birkaç ay içinde % 50’den fazla düşüş kaydetti.1 Fiyatlardaki düşüş Ruanda ve diğer bazı Afrika ülkelerinde zarara yol açtı. Afri­kalı çiftçiye Ödenen paranın 20 katından fazlasına ulaşan pera­kende fiyatlarla zengin ülkelerde olağanüstü bir servet birikimi sağlanıyordu.

Sömürgeciliğin Mirası

Bu trajedide batının sorumluluğu nedir? Öncelikle Hutu ve Tutsiler arasındaki çatışmanın büyük ölçüde bugün hâlâ pek çok yönden sürmekte olan sömürgeci sistemin ürünü olduğunu vur­gulamak önemlidir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren ilk sömür­geci Alman işgali, askeri karakollarını kurabilmek için Nyanza’da bir nyigînya (monarşi) mwami (kralı) kullanmıştı. Ancak, 1926’da Belçikalıların başlattığı yönetsel reformlar sosyo-etnik ilişkileri keskinleştirmekte büyük ölçüde belirleyici olmu­ştur. Belçikalılar hanedanlığa dayalı çelişkileri kendi bölgesel denetimlerini güçlendirmek için açık biçimde kullanmışlardır. Tepelerdeki (colline) geleneksel şefler sömürge yönetimince zorla çalıştırmayı resmileştirmek için kullanılmıştır. Sürekli da­yak ve bedeni cezalar sömürgeci efendiler adına geleneksel şef­ler tarafından yönetiliyordu. Şefler bölgenin belirli bir bölü­münden sorumlu olan Belçikalı sömürge yöneticisinin doğru­dan denetimindeydi. Bir korku ve güvensizlik ortamı yaratılmış, toplumsal dayanışma kırılmış ve geleneksel ilişkiler sömür­gecilerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde değişmişti. Amaç etnik düşmanlıkları körükleyerek, bir yandan siyasi denetim el­de etmek, diğer yandan iki etnik grup arasında kaçınılmaz ola­rak sömürge rejimine yönelebilecek bir dayanışmanın gelişme­sini önlemekti. Tutsi hanedanlık aristokrasisi aynı zamanda vergi toplanması ve adaletin yönetiminden sorumlu tutulmuştu. Komünal ekonomi yıkılmış ve köylülük gıda tarımından peşin ödemeli ihraç ürünleri ekimine yönelmeye zorlanmıştı. Komü­nal araziler yalnızca “cultures obligatoires” diye adlandırılan bu ihraç ürünlerinin ekimine ayrılan kişisel arsalar haline dö­nüştürüldü.2

Sömürge tarihçileri Raunda-Burundi’nin sözlü tarihini tahrif ve “uyarIama” ile görevlendirildiler. Tarihsel kayıtlar tahrif edildi: Mwami monarşisi tek başına Tutsi aristokrat hanedanlı­ğı ile özdeşleştirildi. Hutular yönetilen bir kast olarak sunuldu.1 Belçikalı sömürgeciler Tutsi aristokrasisinin yeni üyeleri olarak, “negres evolues” adı verilen yeni bir toplumsal sınıf ha­line geldiler ve okul sistemi yalnızca şeflerin oğullarının eğiti­mi ile Belçikalılar’ın gereksinim duyduğu personeli sağlayacak bk sistem haline getirildi. Buna karşılık çeşitli dini misyonlar ve din adamları Belçika sömürge yönetimi sırasında siyasal manda altına girdiler. Örneğin rahipler sık sık köylüleri ihracat ürünlerine dayalı ekonomiyle bütünleşmeye zorlamak için kul­lanıldı. Bu sosyo-etnik bölünmeler 1920’lerden başlayarak çağdaş Ruanda toplumunda derin bir iz bıraktı,

1962’de kazanılan bağımsızlıktan itibaren eski sömürge güçleri ve bağışçılarla olan ilişkiler giderek daha da karmaşık­laşmaya başladı. Ancak, Belçika sömürgeciliği döneminden ka­lan bir etnik grubu diğerine karşı kışkırtma (“böl ve yönet”) he­defi, 1990’da başlayan iç savaştan bu yana yapılan çeşitli “askeri”, “insan hakçı” ve “makro-ekonomik” müdahaleler sırasında büyük ölçüde varlığını korudu. Ruanda krizi bağışçıların (Paris’te yapılan) yuvarlak masa toplantıları, ateşkes anlaşma­ları ve barış görüşmeleri şeklinde süren gündemlerine sıkıştırıl­dı. Çeşitli girişimler bağışçı topluluğunca yakından izlendi ve “koşullar” ve “karşı koşullar” kısır döngüsünde koordine edildi. iç savaşın çıkmasından bu yana çok taraflı ve iki taraflı kredile­rin verilmesi bağışçı topluluğunun sıkı denetimi altında “de­mokratikleşme” denilen sürecin oluşturulması koşuluna bağlan­dı. Buna karşılık çok partili demokrasiye Batı’nın yapacağı yar­dım için, hükümetin IMF vb. ile anlaşmaya varması şart koşul­du. Bu girişimler çoğunlukla aldatıcıydı çünkü kahve piyasası­nın 1989’da çökmesinden bu yana, Ruanda’daki gerçek siyasi iktidar her koşulda büyük ölçüde bağışçıların elindeydi. 1993 yılında yayınlanan bir ABD Dışişleri Bakanlığı tebliği durumu açıkça gösteriyor: ABD yardımının devamı siyasal reformlar konusunda iyiye gidişin yanı sıra demokrasi konusunda ilerle­me şartına bağlıdır.

“Demokratikleşme” Ağustos 1993’de imzalanan Arusha Barış Antlaşmasının öngördüğü soyut bir etnik gruplar arası dayanışma modeline dayanıyordu ve bağışçılar bunun imkansız olduğunu başlangıçtan beri bitiyorlardı. Halkın hem savaş hem de IMF reformları sonucunda sürüklendiği korkunç yoksulluk, gerçek bir demokratikleşme sürecini olanaksız hale getiriyordu. Amaç, (bağışçıların sözlüğünde yeni bir terim olan) “iyi idare”nin koşullarını oluşturmak ve Ruanda’nın dış kreditörlerinin vesayetinde düzmece birçok partili koalisyon hükümetinin ku­rulmasını yönetmekti. Ancak çok partililik, bağışçıların algıla­dığı dar şekliyle rejimin muhtelif siyasal hiziplerinin harekete geçmesini sağladı. Barış görüşmeleri çıkmaza girer girmez Dünya Bankası kredi anlaşması gereği yapması gereken öde­meleri durdurdu.1

Bağımsızlıktan Bu Yana Ekonomi

Sömürgecilik sonrası dönemde ekonomik sistemin oluşum tar­zı, Ruanda krizinin gelişmesinde tayin edici rol oynadı. Bağım­sızlıktan bu yana ulusal ekonominin çeşitlendirilmesinde ilerle­me kaydedilirken, Belçika yönetimi sırasında kurulan ve Ruan­da’nın döviz girdilerinin % 80’inden fazlasını oluşturan kahve­ye dayalı (leş cultures obligatoires) sömürge tipi ihracat ekono­misi büyük ölçüde korundu. Kahve ticaretinden çıkar sağlayan ve siyasal iktidarla yakın bağları olan bir rantiye sınıf oluştu. Yoksulluk yüksek düzeyini korudu ama buna rağmen 1970’lerde ve 1980’lerin ilk yansında ekonomik ve sosyal ilerleme gö­rüldü: Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) yılda (1965-89) % 4.9 oranında arttı, okul kayıtlan dikkate değer ölçüde yükseldi ve resmi enflasyon yıllık % 4’ün altında seyrederek, Aşağı Sahra Afrikası’ndaki en düşük oranı oluşturdu.3

Şiddetli nüfus baskısı (yıllık % 3.2’lik nüfus artışı), arazi parçalanması ve toprak erozyonu, yerel gıda düzeyi yetersizliği ile Ruanda kırsal ekonomisi kırılganlığını korurken, ihracat ekonomisi bir anlamda bunlarla birlikte gelişti. Köylü aileleri­nin yaklaşık % 70’i kahve ekiyordu ancak bu, toplam parasal gelirin yalnızca küçük bir kısmını oluşturuyordu. Yöresel pa­zarlarda ve kent pazarlarında geleneksel gıda ürünleri ve muz birası satışları da dahil, çeşitli ticari faaliyetler gelişmişti.6 1980’lerin sonuna kadar gıda yardımını da içeren tahıl ithalatı bölgenin diğer ülkelerine kıyasla çok azdı. Gıda yeterliliği 1980’lerin başında kişi başına gereken gıda düzeyinin önemli ölçüde düşmesiyle birlikte bozulmaya başladı. Bu döneme ka­dar yerel üreticiler Dünya Banlcası’nın gözetiminde uygulanan bilinen ticari reformların tersine, gıda maddesi ithalatı kısıtla­narak korunmuştu.7

Bu kısıtlamalar 1990 yapısal uyum programının benimsen­mesiyle kaldırıldı.

Devletin Kırılganlığı

Bağımsızlık sonrası Ruanda devletinin ekonomik kurumları bu yük ölçüde kırılganlıklarım korudular. Devlet gelirlerinin büyük bir kısmı kahveye dayanıyordu, ürün fiyatlarındaki düşme riski devletin kamu finansmanı krizini hızlandırabilirdi Kırsal ekonomi devletin temel fon kaynağıydı. Borç krizi gözler önüne serildikçe, kahve ve çay gelirlerinin daha büyük bir kısmı borç servisine ayrıldı ve küçük çiftçiler daha fazla baskı altına girdi

1987 ile 1991 y,Han arasında ihracat gelirleri % 50 düşüş kaydetti. Devlet kuruluşlarının ölümü bunun ardından açığa çıktı. Kahve fiyatlar, dibe vurduğunda Ruanda’nın tüm kırsal kesimlerinde kıtlık patlak verdi. Dünya Bankası verilerine göre 1981-86 arasında % 0,4 olan GSYH, kahve piyasasının çökL: nün hemen ardından (1987-91) % 5.5’e düştü.

IMF-Dünya Bankası Müdahalesi

Bir Dünya Bankası heyeti Ruanda’nın kamu harcamaları prog­ramını incelemek üzere Kasım 1988’de Ruanda’ya gitti Ruanda’yı tekrar makul bir büyüme yoluna sokmak için bir dizi tav­siyede bulundular. Dünya Bankası heyeti hükümete ülkenin po­litika olasılıklarını iki “senaryo” halinde sundu. “Strateji Deği­şikliği Yok” başlıklı I. Senaryo “eski” devlet planlama semi­ni koruma düşüncesine dayanırken, “Strateji Değişikliği” başlıklı II. Senaryo bir makro- ekonomik reformdu ve “serbest piyasaya geçiş”ı öneriyordu. Olası siyasal sonuçlar üzerinde güya titiz ekonomik “incelemeler” yaptıktan sonra Dünya Ban­kası Ruanda’nın, II. Senaryo’yu benimsediği takdirde konuya az da olsa iyimser bakabileceği sonucuna vardı 1989-93 ar­sında yatırımların iyileşmesi ve ticaret dengesinin” düzelmesinin yanı sıra tüketim düzeyi de büyük ölçüde artacaktı. “İncelemeler” aynı zamanda ihracat performansının yükselmesine ve dış borçluluğun önemli ölçüde düşük düzeylere çekilmesine işaret ediyordu.” Bu sonuçların alınması, bilinen ticaret liberalizasyonu ve devalüasyon reçetesinin hızla uygulanmasının yanısıra, tarımdan tüm teşviklerin kaldırılması, Fonds d’egalisation’un aşama aşama sona erdirilmesi, devlet işletmelerinin özelleştiril­mesi ve kamu emekçilerinin işten atılmalarına dayanıyordu.

“Strateji Değişikliği” (II. Senaryo) benimsendi. Hükümetin başka şansı yoktu.9 Ruanda Yurtsever Cephesi ordusunun Uganda saldırısına uğramasından yaklaşık altı hafta sonra Ka­sım 1990’da Ruanda Frankı % 50 devalüe edildi.

Devalüasyonun amacı kahve ihracatına destek olmaktı. Ko­nu kamuoyuna savaştan çıkmış bir ekonomiyi iyileştirme aracı olarak sunuldu. Kuşkusuz tam tersi sonuçlara ulaşıldı, iç sava­şın kötü sonuçları ağırlaştı. Göreli bir istikrar durumunda olan Ruanda Frankı’nm değer kaybetmesi enflasyonu tetikledi ve gerçek gelirlerin düşmesine neden oldu. Devalüasyondan bir­kaç gün sonra, yakıt ve zorunlu tüketim maddelerinin fiyatları­na büyük zamlar yapıldığı açıklandı. 1989’da % 1.0 olan tüke­tici fiyat endeksi, 1991’de % 19.2’ye yükseldi. Ödemeler den­gesi korkunç biçimde bozuldu ve 1985’ten beri zaten ikiye kat­lanmış olan dış borçlar, 1989 ile 1992 arasında % 34 arttı. Dev­letin yönetim aygıtı bozuldu, devlet işletmeleri iflasa sürüklen­di ve kamu hizmetleri çöktü,10 Sağlık ve eğitim IMF’nin dayat­tığı tasarruf tedbirlerinin yükü altında parçalandı: (Sosyal sek­törlerdeki bağışçıların programlan doğrultusunda) “Bu” sosyal güvenlik ağı” oluşturulmasına rağmen, çocukların kötü beslen­mesi ciddi boyutlara vardı; halk sağlığı merkezlerinde sıtma aşısı bulunmaması nedeniyle, IMF programının benimsenmesi­ni izleyen yıl kayıtlı sıtma vakalarının sayısında % 21 artış gö­rüldü; ve ilkokul düzeyinde kayıt ücreti alınması okul kayıtla­rında muazzam düşüşlerin kay dedi ime sine yol açtı.”

Ekonomik kriz, doruğuna 1992’de Ruandalı çiftçiler umut­suzluk içinde 300.000 kahve ağacını kökünden söktüğünde ulaştı.” Yükselen fiyatlara rağmen hükümet, Bretton Woods kuruluşlarıyla yaptığı anlaşma uyarınca kahve alım fiyatlarını 1989’daki düzeyinde (125 RuF/kg) dondurmuştu. Hükümet (Dünya Bankası kredisi alırken) devlet kaynaklarından Fonds d’egalisation’a fon aktarmaya yetkili değildi. Yerel kahve tüc­carları ve aracıların, köylülüğü daha fazla baskı altına sokan yüksek kârlar elde ettikleri de belirtilmelidir.

Haziran 1992’de IMF ikinci bir devalüasyon yapılmasın] emretti, bu da iç savaş sırasında yakıt ve zorunlu tüketim maddelerinin fiyatlarında yeni artışlara neden oldu. Kahve üre­timi tek bir yılda % 25 daha düştü.13 Haddinden fazla kahve ağacı dikimi nedeniyle gıda üretimi için gerekli toprak hızla azalıyordu, köylülük de gıda mahsûlü üretmeye kolayca dönemiyordu. Kahveden elde edilen yetersiz nakit gelirleri dayana­cak başka hiçbir şey bulunmadığında kolayca eriyordu. Kahve­den elde edilen nakit gelir yiyecek almaya bile yetmediği gibi, tarımsal girdi fiyatları öylesine artmıştı ki, kahveden elde edi­len para tamamen yetersiz kalıyordu. Kahve ekonomisindeki kriz geleneksel gıda mahsûlü üretimini de geriletmiş, manyok, fasulye ve süpürge dansı üretiminde önemli düşüşlere yol aç­mışa. Küçük çiftçilere kredi sağlayan tasarruf ve kredi koope­ratifleri sistemi de çözülmüştü. Dahası, Bretton Woods kuru­luşlarının tavsiye ettiği şekilde ticaretin liberalizasyonu ve tahıl piyasalarının kuralsızlaştırması sonucunda Ruanda’ya (büyük teşvikler alınarak) yapılan ucuz gıda ithalatı ve zengin ülkeler­den gelen gıda yardımı yerel piyasaların dengesini alt üst eden bir etki yarattı.

Ruanda’ya dayatılan “serbest piyasa” sisteminde ne ihraç ürünleri ne de gıda mahsulleri ekonomik yaşam alanı bulabildi. Tarım sistemi bütünüyle krize itildi. Devletin yönetim aygıtı yalnızca iç savaş nedeniyle değil, aynı zamanda tasarruf tedbir­leri ve kamu çalışanlarının düşen maaşları nedeniyle de dağıldı,bu durum kaçınılmaz olarak 1992’de ortaya çıkan genel güven­sizlik ortamım pekiştirdi.

Tarımdaki durumun ciddiyeti güney eyaletlerinde yaygın kıtlık olduğu uyanlarım yapan FAO (BM Gıda ve Tarım örgü­tü) tarafından çok sayıda belgeyle ortaya kondu.14 1994’ün ba­şında yayınlanan bir rapor da, kahve üretiminin tamamen çök­mesinin hem savaşın hem de Dünya Bankası’nın desteği ile devreden çıkarılan devlet pazarlama sisteminin tükenmesinin sonucu olduğuna işaret ediyordu. Kahve işleme ve ihracattan sorumlu Rwandex adlı karma işletme büyük ölçüde işlevsiz ha­le getirildi,

Devalüasyon karan (ve “IMF’nin onay kaşesi”) zaten kavga­ların patlak vermesinin öncesinde, 17 Eylül 1990 tarihinde Was­hington1 da IMF ve Ruanda Maliye Bakanı Mr. Ntigurirwa başkanlığındaki heyet arasında yapılan yüksek düzeydeki top­lantılarda alınmıştı. “Yeşil ışık” Ekim başında, kavgalar başlar başlamaz yakıldı, “ödemeler dengesi yardımı” adı altında (çok taraflı ve ikili kaynaklardan) milyonlarca dolar Merkez Bankası’nın kasalarına aktı. Merkez Bankasınca yönetilen bu fonlar (bağışçılar tarafından) meta ithalatına tahsis edildi, ancak “hızla verilen bu krediler”in önemli bir kısmının rejim (ve onun çeşitli siyasal hizipleri) tarafından (Güney Afrika, Mısır ve Doğu Avrupa’dan) askeri teçhizat alımına yönlendirildiği anlaşılıyor.13 Fransa tarafından sağlanan ve inter alia, Milan ve Apila roketle­rini içeren (Başkan Habyarimana’nın kişisel kullanımı için alı­nan Mystere Falcon jetini saymıyoruz) ikili askeri yardım pake­tine ek olarak Kalashnikov tüfekler, ağır silahlar ve havan toplan alımı taahhüt edilmişti.16 Dahası, Ekim 1990’dan beri silahlı kuvvetler neredeyse bir gecede 5 bin kişiden 40 bin kişiye çıka­rıldı ve (bütçe tasarrufu koşullarında) kaçınılmaz olarak dışarı­dan gelen paranın bir kısmı buraya aktı. Askere yeni alınanlar çoğunlukla 1989’da kahve piyasasının çöküşü sonucunda sayılan korkunç biçimde kabaran kentli işsizlerden oluşuyordu, Olayların akışında sürüklenen bir halkın içinden binlerce sabı­kalı ve işsiz genç de katliamlar düzenlemekten sorumlu sivil mi­lislere kaydedildi. Silah alımlarının bir kısmı silahlı kuvvetlere bu milisleri örgütleme ve silahlandırma gücü kazandırdı.

Kavgaların başlangıcından itibaren (ki bu kronolojik olarak devalüasyon ve Ekim 1990’daki ilk “taze para akışı” ile çakıştı) toplam 260 milyon dolarlık ödeme paketi (Fransa, Almanya, Belçika, Avrupa Topluluğu ve ABD’nin önemli miktardaki iki­li katkılarıyla) onaylandı. Yeni krediler bir yandan borç servisi ödemelerinde kullanılırken, diğer yandan da silahlı kuvvetleri teçhizatlandırmaya katkıda bulunuyordu, kanıtlar bu bağışçı yardımının büyük bir kısmının hem üretken olarak kullanılma­dığım hem de kıtlıktan etkilenen bölgelerde ferahlama sağla­maya yönlendirilmediğini gösteriyor.

Dünya Bankası’nın Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA) ad­lı yumuşak inişli şubesi aracılığıyla 1992 yılında Ruanda’nın bir devlet işletmesi olan Electrogaz şirketinin özelleştirilmesi için talimat verdiğini de belirtmek gerekiyor. Özelleştirme ge­lirleri borç ödemekte kullanılacaktı. Avrupa Yatırım Bankası (EIB) ve Fransa Kalkınma Bankası (CFD) tarafından ortaklaşa finanse edilen bir kredi anlaşmasında Ruanda yöneticileri (“şartları” yerine getirdikten sonra) 39 milyon dolar gibi küçük bir tutarı serbestçe meta ithalatında kullanabileceklerdi.17 İç sa­vaş sürerken gerçekleştirilen özelleştirme sırasında şirket çalış­anları işten atıldı ve elektrik fiyatları hızla yükseldi, bu daha sonra kentlerdeki kamu hizmetlerinin felç olmasına katkıda bu­lundu. Eylül 1993’de Ulaştırma ve Komünikasyon Bakanlığı’na bağlı devlet telekomünikasyon şirketi olan Rwadatel de benzer bir şekilde özelleştirildi.18

Dünya Bankası Ruanda’nın kamu yatırım programını büyük bir dikkatle inceledi. Bu incelemeden sonra ülkenin kamu yatırım projelerinin yarısından fazlasının yırtılıp atılmasını önerdi. Dünya Bankası tarımda devlet yatırımlarının önemli ölçüde küçültülmesini istedi, buna ciddi ekilebilir toprak sıkıntısı nede­niyle hükümet tarafından başlatılan bataklık kurutma programı da dahildi (program Dünya Bankası’nca “kârlı” bulunmamıştı). Dünya Bankası sosyal sektörlerde verimliliği maksimize etme­ye, kamu hizmetlerinden zorla ücret almaya, öğretmenlerin ve sağlık emekçilerinin işten çıkarılmasına ve sağlık ve eğitimin kısmi özelleştirmesine dayanan (“sosyal güvenlik ağı” altında) “öncelik programı” adlı bir program önerdi.

Hiç kuşku yok ki; Dünya Bankası II. Senaryo benimsendi­ğinde her şeyinin daha kötüye gideceğini biliyordu. Bu “karşıt olgulara dayalı iddia” denilen şeydir. Ancak böylesi bir akıl yü­rütme özellikle Ruanda söz konusu olduğunda gülünçtür. İç sa­vaşın eşiğindeki bir ülkeye uygulanan ekonomik şok tedavisinin ekonomik ve sosyal yankılarına karşı hiçbir duyarlılık veya ilgi gösterilmemiştir. Dünya Bankası ekibi “incelemelerinde”, “eko­nomik olmayan değişkenleri” bilinçli bir biçimde dışlamıştır.

Uluslararası bağışçı topluluğu etnik katliamlardan ve Ruanda iç savaşının trajik sonuçlarından belki doğrudan sorumlu tutula­maz ama, IMF’nin desteklediği devalüasyonlarla birleşen tasar­ruf tedbirleri, keskin bir siyasal ve toplumsal kriz döneminde Ruanda halkının yoksullaşmasına katkıda bulunmuştur. Piyasa güçlerinin kasten manipüle edilmesi ekonomik faaliyeti ve in­sanların yaşam hakkını tahrip etmiş, işsizliği artırmış ve sürekli­leşen bir kıtlık ve toplumsal ümitsizlik durumu yaratmıştır.

Ekonomik Katliam

Suçun kökü derinlere dayanan aşiret düşmanlıklarına yüklen­mesi yalnızca G-7 hükümetlerinin ve bağışçıların aklanmasını sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda yedi milyondan fa/la nüfu­sa sahip tüm bir ülkenin olağanüstü karmaşık ekonomik, sosyal ve siyasal süreçlerini etkileyen çözülmeyi de çarpıtıyor. Ancak Ruanda Aşağı Sahra Afrikası’nda benzer sıkıntıları yaşayan pek çok ülkeden (örneğin, Brundi’de kıtlık ve etnik katliamlar çok yaygındır) biridir. Ve Ruanda’daki 1990 devalüasyonu pek çok açıdan bir “laboratuvar test vakası” olarak görülürken, aynı zamanda IMF ve Fransız Hazinesi’nin talimatlarıyla Ocak 1994’de aynı oranda % 50 devalüe edilen Orta ve Batı Afrika (CFA) Frankı’nın devalüasyonu için bir “tehlike sinyali” ol­muştur.

Somali’de “Umudu İnşa Operasyo8nun ertesinde, Moga­dişu’daki US AID (ABD Yardım) heyeti tarafından kısa vadeli acil bağış ve gıda yardımı sağlanması dışında hakiki bir eko­nomik iyileştirme programının uygulanmaması, iç savaşın so­nuçlandırılması ve ülkenin yeniden inşa edilmesinin önündeki en temel engeli oluşturmuştur (Bkz. Bölüm 4). Somali’de yerel üretimle rekabet eden acil yardımın fazlalığı nedeniyle çiftçiler köylerindeki evlerine dönmek yerine acil yardım kamplarında kalmaya devam etmişlerdir. Ruanda’dan alınacak dersler neler­dir? însan haklan örgütleri mültecilerin dönmesi için hazırlık yaparlarken, Ruanda ekonomisinin IMF ve Ruanda’nın ulusla­rarası kreditörlerinin belirlediği çerçeve dışında yeniden yapı­lanması konusundaki beklentiler büyük ölçüde çıkışsız görünü­yordu. Bir ulusal birlik hükümeti kurulsa ve mültecilerin kişisel güvenlikleri sağlansa bile, Zaire ve Tanzania’daki kamplarda toplanmış iki milyon Ruandalı’nın dönecek hiçbir yeri, beklen­tisi yok; zirai piyasalar tahrip edildi, yerel gıda üretim düzeyi ve kahve ekonomisi paramparça oldu, kentlerdeki istihdam programlan ve sosyal programlar yok edildi. Ruanda’nın yeni­den yapılanması (etnik gruplar arası dayanışmaya dayalı ve bağışçıların müdahalelerine kapalı) gerçekten demokratik bir hükümet tarafından uygulanacak bir “alternatif ekonomik prog­ram” gerektirecek. Böylesi bir program koşulsuz bir uluslararası yardım akışıyla birlikte dış borçları silmeyi hedeflemelidir. bu program aynı zamanda IMF’nin dayattığı bütçe tasarrufu adlı deli gömleğinin kaldırılmasını, yurtiçi kaynakların hareke­te geçirilmesini ve köylüler için güvenli ve istikrarlı bir üretim temeli sağlanmasını gerektirmektedir.

ÜÇÜNCÜ KISIM

GÜNEY VE GÜNEYDOĞU ASYA

6.BÖLÜM

HiNDiSTAN: IMF’NlN ‘DOLAYLI EGEMENLİĞİ”

Hindistan ‘da dolaylı egemenliğin uzun bir geçmişi vardır: Rajputlar ve prenslikler İngiliz sömürge hükümetine karşı kısmi bir özerkliğe sahiplerdi. IMF-Dünya Bankası vesayeti altında ise tersine, Birliğin Maliye Bakam parlamento ve demokratik yapıları atlayarak, doğrudan 1818 H Street N W, Washington DC adresine rapor vermektedir. Birliğin görünüşte Hintli bürokratlarca Delhi’de kaleme alınan bütçe metni, gereksiz tek­rarlara yer veren, ağdalı bir belge haline gelmiştir. Bütçenin ana maddeleri Dünya Bankası ve IMF ile imzalanan kredi an­laşmalarına dahil edilmiştir.

Giriş

IMF’nin Başbakan P.V, Narasimha Rao’nun Kongre azınlık hükümetine tepeden inme, ilk bakışta IMF’nin “şok tedavi­sinden geçen Latin Amerika ve Doğu Avrupa gibi borç kıskacındaki pek çok ülkede olduğu gibi önemli bir ekonomik çöküş ve sivil toplum parçalanmasına işaret etmiyordu, Hindis­tan’da ne hiperenflasyon ne de döviz piyasalarının çöküşü gö­rülmediği halde, (IMF’nin) 900 milyon nüfuslu ülkede top­lumsal etkisi yıkıcıydı: Hindistan’da Temmuz 1991’de yürür­lüğe konulan IMF programı yüzlerce milyon insanın yaşamını doğrudan etkiledi. Doğrudan makro-ekonomik tedbirlerden kaynaklanan yaygın kronik açlık ve toplumsal mahrumiyet or­taya çıktı.

Hindistan’da IMF-Dünya Bankası programı 1990’da V.P. Singh’m Janatal Dal hükümetinin düşmesi ve 1991’de Tamil Nadu’daki bir seçim kampanyası sırasında Rajiv Gandhi’nin katledilmesinin ardından yürürlüğe konulmuştu. Hükümet ulus­lararası kreditörlerin isteklerini yerine getirmek için 47 ton altı­nı “güvenli teminat” olarak uçakla Bank of England kasalarına göndermek zorunda bırakılmıştı.1 Bunun hemen ardından yürürlüğe konulan IMF anlaşması en fazla kısa bir soluklanma alanı sağlayacaktı: Borç 80 milyon doların üzerindeydi, IMF ve Dünya Bankası kredileri (zaten uluslararası kreditörlere öden­mek üzere ayrılmışlardı) yalnızca altı aylık borç servisi için ge­rekli fonu sağlamıştı.

IMF’nin 1991’deki Yeni Ekonomik Politikası ile gerçekleş­tirdiği “ekonomik operasyon” Hindistan hükümetini sosyal programlar ve altyapı yatırımlarına harcama yapmayı kesmek, devlet teşviklerini ve destekleme fiyat uygulamasını kaldırmak (gıda teşvikleri de dahil) ve en kârlı kamu işletmelerini “iyi fi­yattan” büyük özel şirketlere ve yabancı sermayeye satmak zo­runda bıraktı. Diğer reform uygulamaları ise “hasta kamu işlet­mesi” denilen çok sayıda kamu işletmesinin kapatılmasını, tica­ret liberalizasyonunu, yabancı sermaye girişinin serbestleştiril­mesini, bankacılıkta, finans kurumlarında ve vergi yapısında köklü reformlar yapılmasını içeriyordu.

IMF kredi anlaşması Dünya Bankası’nın Aralık 1991 ‘de imzalanan yapısal uyum kredisi (bu anlaşmanın içeriği ve koşul­lan bir devlet sim olarak sıkıca saklandı) ile birlikte, ödemeler dengesi sıkıntılarını hafifletmesi, mali açıklarını düşürmesi ve enflasyonist baskıları azaltması için “Hindistan’a yardım” amacı taşıyordu. Fakat IMF-Dünya Bankası paketi bu amaçla tamamen zıt sonuçların alınmasını sağladı: Ekonomiyi bir stagflasyonun içine itti (1991 ekonomik önlemlerini izleyen aylarda pirinç fiyatları % 50’den fazla arttı) ve ödemeler den­gesi krizini artırdı (sonuç olarak ithal hammadde fiyatları ve lüks tüketim malları ithalatı arttı). Dahası, ticaret liberalizasyonu iç satın alma gücünün ve serbest yabancı sermaye girişi­nin baskısıyla birleşerek, çok sayıda yerli üreticinin iflasına yol açtı.

Temmuz 1991’de bir Ulusal Yenilenme Fonu (NRF) yara­tıldı. Dünya Bankası danışmanlarınca planlanan ve “zarar gö­rebilecek gruplar” adı verilenleri hedefleyen bu “sosyal güven­lik ağı”, programın sonucunda (26 milyonluk Örgütlü emek gü­cü içinden) işlerinden atılan tahmini 4 ile 8 milyon kamu ve özel sektör işçisine yeterli olanakları sağlamadı. Ulusal Yeni­lenme Fonu sendikal muhalefeti satın almayı amaçlıyordu. Tekstil sanayisinde işçilerin yaklaşık üçte biri işten atılacaktı. Yabancı sermaye girişi ve ortak girişimler ile otomobil ve mü­hendisliğe dayalı sanayi kollarının büyük bir kısmı yavaş ya­vaş tükendi. G-7 ülkeleri “kendi durgunluklarını ihraç etmek” için sabırsızlanıyordu; Batı ve Japon ulus-ötesi şirketleri hem Hindistan pazarının bir kısmını ele geçirmek hem de fikri mülkiyet hakları konusundaki GATT kurallarının yardımıyla Hindistan’ın 1970’de çıkardığı Patent Yasası’nı iptal etmek konusunda çok istekliydiler. Bu onlara imalat ürünlerinin yanı sıra tarımda da (nebat yetiştirici hakları aracılığıyla) kendi pa­tentlerini kaydedebilme olanağı verecek, böylece Hindistan ekonomisinin büyük bir kısmında gerçek bir kontrol kazanacaklardı.

Böylesi “çıkış politikaları”nın ne bürokrasinin ciddi sorunlarına ve kamu sektörü işletmelerinin kötü yönetilmesine ve ne de Hindistan sanayisinin modernleştirilmesine anlamlı bir katkı­da bulunmadığı belirtilmelidir. IMF programı Hindistan’ı özerk ulusal kapitalist gelişme olasılığından mahrum ederken, reform­lar Hindistan’ın en büyük sanayicilerinden (toprak ağası lobisi­nin en üst kastı ile kırılgan bir ittifak sağlayarak) sağlam bir des­tek aldı. Tata ve Birla aileleri “ulusal çıkarlar” yerine, giderek yabancı sermaye ve küresel piyasa ekonomisi ile daha fazla özdeşleşiyorlar. Eğilim mülkiyet yoğunlaşmasının artışı yönünde Küçük ve orta boy işletmelere verilen tercihli krediler kesildi ve büyük sanayici aileler yabancı sermaye ile ortaklık içinde hızla daha önce küçük ölçekli sanayiye tahsis edilen (yani küçük ölçekli sanayi birimleri) çeşitli alanlara hızla giriyorlar.

Sözde “çıkış politikası” hükümet tarafından önerildi ve bü­yük sanayi şirketleri IMF’ye “iş yasalarını değiştirerek” kendi­lerini “işçilerden kurtaracak bir fırsat” olarak baktılar. “Vasıfsız ve örgütsüz işçi çalıştıran küçük fabrikalarla fason anlaşmalar yapmak bizim için çok daha kârlıdır”.2 Çok uluslu ayakkabı imalatçısı Bata, sendikalı fabrika işçilerine günde 80 rupe (3 dolar) ödüyor. İş yasalarında yapılacak reformlarla işçilerini is­ten atma ve bağımsız ayakkabıcılarla fason anlaşmalar yaparak günde en fazla 25 rupe (1 dolar) ödeme olanağına kavuşacak Hintkeneviri sanayisinde, küçük imalatta, konfeksiyon sanayi­sinde büyük tekelci şirketler modern sektör işgücünü azaltarak fason anlaşmalara yöneliyorlar.

Köy ve Kent Yoksullarının Ezilmesi

IMF programı, iş yasasının vasıfsız ve mevsimlik işçileri koru­yacak şekilde geliştirilmesi yerine, bu yasaların “işçi aristokrasisinin lehine” olduğunu ve emek gücünün örgütsüz kesimleri “aleyhine ayrımcılığa yol açtığı”nı öne sürerek, tüm iş asaları­nın çöpe atılmasını ve “yoksullara yardım” edilmesini önerdi. Ne hükümet ne de IMF Yeni Ekonomik Politika’nın çiftçiler, esnaf ve küçük işletmeler üzerindeki daha geniş sosyal etkileri­ne değinmedi.

Hindistan’da kırda yaşayan ailelerin % 70’inden çoğu küçük çiftçiler veya topraksız tarım işçilerinden oluşmakta, bunlar 400 milyonun üzerinde bir nüfusu temsil etmektedir. Tarım iş­çileri sulama yapılan bölgelerde yılda 200 günlüğüne, yağmurla sulanan çiftliklerde ise yaklaşık 100 günlüğüne işe alınırlar. (IMF anlaşmasının doğrudan koşullarından biri olan) Gübre sübvansiyonunun kaldırılması, tarımsal girdi ve yakıt fiyatları­nın artması çok sayıda küçük ve orta ölçekli çiftçiyi iflasa sü­rükledi. 1991 Yeni Ekonomik Politika uygulamasının hemen ardından kimyasal gübre fiyatları % 40 arttı.

Bunun yanı sıra en geri kastlara mensup zaten resmi yok­sulluk sınırının altında yaşamakta olan milyonlarca topraksız tarım işçisi de Maliye Bakanı Manmohan Singh’in Yeni Ekonomik Politikası altında eziliyordu. Bunlar “ekonomik poli­tikanın paryalarıydı. Yüksek kast seçkinleri açısından Harijanlar önemsiz insanlardı. IMF’nin “ekonomik reçeteleri”nin emek gücünün bu sektörleri üzerindeki etkisi titizlikle gözardı edil­mişti. IMF ve hükümet açısından örgütsüz sektörler için hiçbir “çikış politikası” bulunmamaktaydı. Maliye Bakanı Manmohan Singh şöyle diyordu: “Ücretlerin düşmesi küçük sanayi için so­run yaratmayacaktır”.3

Örneğin Tamil Nadu’da tarım işçilerine hükümetin öngör­düğü asgari ücret 1992’de günlük 15 rupe’ydi (0.57 dolar). An­cak, iş yasaları uygulanmadığından, tarım işçilerine ödenen gerçek ücret (hasat dönemleri dışında) asgari günlük ücretten önemli ölçüde düşüktü: Örneğin çeltik transplantasyonunda çalışan işçilere günlük 3 ila 5 rupe ödeniyordu; ağır inşaat islerinde erkeklere günde 10 ila 15 rupe, kadınlara ise 8 ila 10 rupe ödeniyordu.4 Kerala ve Batı Bengal eyaletleri dışındaki yerler­de asgari ücret yasaları tarım işçilerinin haklarını koruma konu­sunda büyük ölçüde yetersiz kalmaktaydı.

Hayderabad-Bangalore ulusal otoyolu üzerinde, kirecin uzun tuğla fırınlara boşaltıldığı 60 basamaklı merdivenlerin üzerindeki bambu sepetlere ağır yük taşıyan Dhone kireç ocak­larının çocuk işçileri görülebilir. Hem yetişkin hem de çocuk işçilere günde 9.50 rupe ödenmektedir; Temmuz 1991 “deki Birlik Bütçesi’nden beri hiçbir ücret artışı yapılmamıştır: “Ze­hirli dumanlara, ısıya ve toza aldırmadan burada çalışmak zo­rundayız. Ücretler çiftliklere göre daha yüksek,.,”5

Açlıktan Ölümlerle “Yoksulların Yok Edilmesi”

Bağımsızlık sonrası dönemde açlıktan ölümler büyük ölçüde kabilelerin yaşadığı alanların çevresi (Tripura veya Nagaland’da) ile sınırlıydı. Artık durum değişti, 1991’de Yeni Eko­nomik Politika’nın uygulamaya konulmasından bu yana kıtlı­ğın yaygın hale geldiğini gösteren kanıtlar var. Andhra Pradesh’de görece refah içinde yaşayan el tezgahı dokumacıları arasında, 1991 Yeni Ekonomik Politika uygulamasının başladı­ğı dönemin birkaç ay sonrasında görülen açlıktan ölümler üze­rine yapılan bir çalışma, IMF destekli programın altında yatan değişim mekanizmasının çıkış noktasını görmemize olanak sağlamaktadır: Devalüasyondan ve pamuk ipliği ihracatındaki denetimlerin kaldırılmasından sonra yerli pamuk ipliği fiyatla­rının fırlaması, aracıların (putting-out sistemiyle) dokumacılara ödediği pacham (24 metre) fiyatının hızla düşmesine yol açtı.

Radhakrishnamurthy ve karısı ayda üç ila dört pacham ara­sında kumaş dokuyarak altı kişilik ailelerine pek de yeterli ol­mayan 300-400 rupelik bir gelir elde ediyorlardı, sonra 24 Temmuz 199l’de Birlik Bütçesi uygulamaya konuldu ve pamuk ipliğinin fiyatı aniden fırladı, yük Dokumacıya bindirildi. Radhakrishnamurthy’nin ailesine sağladığı gelir ayda 240-320 rupeye düştü.6

Guntur bölgesindeki Gollapalli köyünde yaşayan Radhak­rishnamurthy 4 Eylül 1991’de açlıktan öldü. Andhra Pradesh’in yalnızca iki bölgesinde 30 Ağustos-10 Kasım 1991 arasında en az 73 kişinin açlıktan öldüğü bildirildi. IMF-Dünya Bankası programı Dünya Bankası başkanı Lewis Preston’un iddia ettiği gibi “yoksulluğun yok edîlmesi”ne değil, gerçekte “yoksulların yok edilmesi”ne katkıda bulundu. 1991’de IMF programının uygulanmaya başlanmasından sonraki altı aylık süre içinde, (devalüasyon ve gübre sübvansiyonunun kaldırılması nedeniy­le) pirinç fiyatlarındaki % 50’lik artış ile birlikte, el tezgahı do­kumacılarının gerçek kazançları % 60’dan daha fazla düştü.7 Hindistan’da 17 milyon insanın geçimini sağlayan 3.5 milyon el tezgahı bulunuyor.

Putting-out sistemiyle çalışan pek çok küçük Ölçekli kır ve­ya kent işletmesinde benzeri durum görülüyor. Örneğin Hindis­tan’da yaklaşık beş milyon insanı geçindiren bir milyondan faz­la kuyumcu var. Güney Afrika’dan işlenmemiş elmas ithal eden Bombay’da kurulu büyük elmas ihracat şirketleri, aracılar vasıtasıyla kuyumculuk işini fason olarak Maharashtra’daki kırsal atölyelere vermektedir. Batı Avrupa’da satılan 10 elmas­tan yedisi Hindistan’da işlenmiştir. Zengin ülkelerde elmasın “bir kızın en iyi arkadaşı” olduğu söylenirken, Hindistan’da bu kârlı ihracat faaliyetinin zorunlu girdisi yoksulluk olmaktadır: Büyük bir elmas ihracatçısı şöyle diyor:

“Mücevher yapmak ucuz emek kullanmaktır…Gıda fiyatları yükseldi, ama köylü işçilerimizin rupe ödemelerini yükseltme­dik. Devalüasyon ile işçi maliyetlerimizin dolar karşılığı düştü, artık rekabet gücümüz daha fazla, bazı kazanmalarımızı deniza­şırı ülkelerdeki müşterilerimize aktarıyoruz…”8

IMF Kast Sömürüsünü Destekliyor

IMF-Dünya Bankası programı asgari ücret yasasının kaldırıl­masını ve kazançların yeniden şekillendirilmesini önerdi. Emek piyasasının “liberalizasyonu” despotik sosyal ilişkilerin güçlenmesine katkıda bulunarak, pratikte kast sömürüsüne, ya­rı köleliğe ve çocuk emeği kullanımına daha çok meşruiyet ka­zandırdı.

Dünya Bankası rehberliği altında eğilim, mülksüzleştirmenin (arazi sınırlarının resmen kaldırılması) yanı sıra, komünal köy arazilerinin feodal ağalar ve kulaklarca ele geçirilmesi yö­nündeydi. Bankacılığın liberalizasyonu (örneğin kırsal kredi kooperatiflerinin kaldırılması) köy tefecilerinin güçlenmesini sağladı.9

IMF programı “ekonomik katliam aracı haline dönüştü: (IMF önlemlerinin mantığı ile yurtiçi fiyatları dünya düzeyine yükselirken) birkaç milyon insan (tarım işçileri, esnaflar, küçük tüccarlar vb.) kişi başına günde 50 cent’in çok daha altında ge­lirler ile yaşamaya çalışıyordu,10 Temmuz 1991 Yeni Ekonomik Politika uygulamasını izleyen yılda; pirinç ve buğday fiyatla­rındaki % 50’yi aşan artış, hem yağmur alan hem de sulama ya­pılan arazilerdeki ortalama çalışma gününün düşmesiyle birle­şince, kırsal nüfusun büyük bölmesi “kronik açlık”a doğru itil­di, 1940’larm başında Bengal’de ortaya çıkan büyük kıtlıktan beri böylesi bir sürecin emsali görülmemişti.” Yurtiçi gıda tü­ketiminin düşüşü pirinç ihracatının artışıyla çakışmıştı, Tata Exports şirketine göre:

“…Devalüasyon bizim için çok iyiydi; pirinç ihracatındaki niceliksel sınırlamaların kaldırılmasıyla birlikte dünya piyasa­larına yaptığımız pirinç satışlarının % 60 artacağını talimin edi­yoruz.”11

Yoksulluk Zengin Ülkelere Yapılan İhracatı Teşvik Ediyor

IMF-Dünya Bankası reformları halkın yoksullaşmasını ve iç pazarın daralmasını sağladı. Hindistan’ın nüfusu tüm OECD ül­kelerinin nüfusundan önemli ölçüde fazla olmasına rağmen (yaklaşık 750 milyon), ekonomik reformlar Hindistan ekono­misinin doğrudan ihracata yönelmesini öngörüyor. Yapısal uyum programının mantığına göre yaşaması gerekenler yalnız­ca zengin ülkelerin pazarlarıdır. İME _programı iç tüketimi da­raltmakta ve Hindistan’ın üretim sistemini uluslararası pazara yönlendirmektedir. Yoksulluk arz tarafında bir girdidir: İşçi üc­retlerinin dolar karşılığı düşüktür, iç satınalma gücü düşüktür. Örneğin, IMF destekli 1991 Önlemlerinin ardından Hindis­tan’da satılan kumaş miktarı kişi başına (1965’te 16 metre, 1985’de 10 metre iken) 8 metreye düşmüştür, bu kumaş miktarı bir sari veya bluz için dahi yetersizdir,

Siyasal Çöküşe Doğru

Kashmir, Pıınjab ve Assam’daki aktif ayrılıkçı hareketler, Amritsar’daki karışıklıklar ve Pakistan “Kontrol Hattı” konusunda­ki belirsiz ateşkes ile, IMF’nin ekonomik reçetesi Hindistan toplumunun daha da kutuplaşmasına ve potansiyel olarak Hin­distan birliğinin siyasal sonunun ön koşullarının oluşmasına katkıda bulundu. IMF’nin dayattığı tasarruf önlemleri birlik ile eyalet hükümetleri arasındaki gerilimleri artırdı. Daha genel olarak, ekonomik program dini ve etnik çatışmaların keskin­leşmesine katkıda bulundu.

Kongre Partisi reformların ertesinde bazı bakanların açıkça IMF paketine muhalefet etmesi nedeniyle ekonomik politika konusunda derin bir bölünmeye uğradı. Dahası, bir yandan da Körfez Savaşından bu yana (kısmen ABD baskısıyla) İsrail’le vardığı uzlaşma laik bir parti olarak imajını zedeleyip, Müslü­man İttifak’ı güçlendirirken, diğer yandan gıda fiyatlarındaki artış Kongre Partisi’nin seçmen desteğini zayıflattı.

Hem Hindu hem de İslami köktendincilik kitlelerin yoksulluğundan besleniyordu. Ana muhalefet partisi Hindu Bharatıya Janata (BJP) söylemlerinde hükümetin “açık kapı” politikasını kınıyordu. Rashtriya Swayam Sevak Sangh (RSS) (BJP’nın ana köktenci hareketi) Mahatma Gandhi’nin swadeshı (kendine gü­ven) politikasını hatırlatarak yabancı mallan kitlesel olarak boykot etme çağrısı yaptı. Ulusal Cephe (NF) ve Hindistan Ko­münist Partisi (Marksist) tarafından yönetilen Sol Cephe (LF) ise azınlıktaki Kongre Partisi hükümetinin düşmesinden ve BJP’nin iktidara gelmesinden korkuyordu. 1996’da Kongre Partisi’nin parlamento seçimlerini kaybetmesi üzerine BJP bır hükümet kurdu.

IMF’nin Dolaylı Egemenüği

Merkezi Washington’da bulunan uluslararası bürokrasi Hindis­tan’da bu iç toplumsal, dini ve etnik ayrılıklara dayalı “paralel bir hükümet” oluşturdu (“böl ve yönet”). 1970’lerin ortasındaki Acil Durum Dönemi’nden ve daha da etkili bir biçimde Gand­hi’nin yeniden iktidara geldiği 1980 yılından ben, IMF ve Dün­ya Bankası uzmanları önemli merkezi hükümet bakanlıklarının danışmanlıklarına getirildiler. IMF’nin şu izlenimleri hiç de şaşırtıcı değil:

“…Pazarlık masasında pek çok isteksiz yüz gördüğünüz Üçündü Dünya ülkelerine kıyasla.,,Hintli yetkililerle uzlaşmak esasen kolay olmuştur. Ekonomik düşünme tarzlarımız büyük ölçüde aynı yöndedir, davranışları çok uzlaşmacı olmuştur.”

IMF’nin yakın denetiminde dört aylık bir izleme sistemi oluşturulmuştu. Maliye Bakanlığında bulunan bu bilgisayarlı sistemle IMF ve Dünya Bankası uzmanları dört aylık süre sonunda en geç altı hafta içinde temel makro-ekonomik verilere ulaşabiliyorlardı. Delhi’deki ÎMF irtibat görevlisinin kelimele­riyle: “izlemeyi çok ciddi ele alıyoruz, aldığımız tüm bilgileri iyice inceliyoruz…bizi aldatmamaları (hükümet) için çok dik­katli davranıyoruz.” 40 civarında temel ekonomik değişken dört ayda bir IMF tarafından inceleniyor;

“Aynı zamanda anlaşmaya on “yapısal sabit rakam” ekle­dik, bunlar kredi anlaşmasının görünen koşullarından değildir hükümetin (bundan sonraki kredi anlaşmalarında) uymasını is­teyeceğimiz daha geniş yapısal reform alanlarına ilişkindir.”14

Bütçe açıklan için konulan (kredi anlaşmalarındaki) kesin hedeflere rağmen, IMF’nin temel amacı süreci bir bütçe çökün­tüsüne zorlamak ve hükümetin bir deli gömleği içinde bütçe ve para politikalarının temel araçlarını denetleyemez hale gelmesi­ni sağlayacak bir sistem oluşturmaktı. Bu koşullar gerçekte ekonomik büyüme olasılığının daha baştan önüne geçti. Ancak IMF .rakamlar üzerinde tartışmadı. Aslında, önemli olan sayısal hedefler değil, “yapısal sabit rakamlar”dı. Önemli olan her iki tarafça da anlaşılan şeyler üzerinde uyum değil, kredi anlaşma­sında açıkça belirtilmeyenlerdi: “hükümet bize doğru yönde ilerlediğine dair “sinyaller” vermelidir..”13

Hükümetin Washington merkezli kuruluşlarla “ilişkisi” çerçevesinde temel hükümet politikalarına ilişkin belgeler, IMF ve Dünya Bankası tarafından tasarlanarak doğrudan Birlik Ma­liye Bakanlığı’na gönderiliyordu. Bu bağlamda Hindistan bası­nı, IMF Yönetim Kurulu üyesi Michel Camdessus’a hitap eden alışılmış İngiliz dil yapışana, stiline ve Hindistan bürokratlarınca kullanılan ifadelere karşı, (muhtemelen Washington’daki uz­manlarca) “Amerikan yazı düzeni” ile yazılmış bir mektup Cşij. ğindeki (hükümetin IMF ile yaptığı ilk anlaşmada bulunan temel belge olan) 27 Ağustos 1991 tarihli Ekonomik Politikalar Muhtırasını açıklarken (sağduyu ile) çok dikkatli davrandı. Evet bayım, korkunç gramer, imla ve sintaks hataları var. Fa. kat bunun yazımını ben yapmadım bayım. Bu, Dünya Bankası’ndan imzalamanız için geldi.”17

29 Şubat 1992’den birkaç gün önce, Lök Sabha’daki Birlik Bütçesi konuşması sırasında temel bütçe önerilerinin yalnızca maliye bakanınca Dünya Bankası başkanı Lewis Preston’a sızdırılması” ile yetinilmediği, daha da önemlisi bütçenin ^ ten Aralık 1991’de Dünya Bankası ile imzalanan yapısal uyum kredi anlaşması şartlarının ayrılmaz bileşeni olduğu açığa çıktı.

7.BOLÜM

BANGLADEŞ: “YARDIM” KONSORSİYUMU’NUN VESAYETİ ALTINDA 1975 ASKERİ DARBESİ

Ağustos 1975’deki askeri darbe, Başkan Mujibur Rahman’ın katledilmesine ve askeri cuntanın yerleşmesine yol açtı. Darbe­nin mimarlarına Bangladeş Ulusal Güvenlik İstihbarat Servisi ve Dakka’daki Amerikan Elçiliği’nde bulunan CIA bürosunda­ki önemli kişiler yardımcı olmuştu.1 Katliam haritası çıkarılma­dan önceki aylarda, ABD Dışişleri Bakanlığı askerlerin iktidara el koymasından sonra uygulamaya konulacak olan “istikrarlı si­yasal geçiş”in çerçevesini zaten hazırlamıştı.

Washington’un bu girişimi Bretton Woods kuruluşlarınca tamamen onaylanmıştı: Şeyh Mujib’in katledilmesinden bir yıl­dan daha az bir süre önce uluslararası kreditörler Dünya Bankası’nın nezaretinde bir “yardım konsorsiyumu” oluşturulmasını istediler. “Yapısal uyum” programı henüz yürürlüğe konmamış olmasına rağmen, 1970’lerin ortalarında uygulanmaya başlanan Bangladeş ekonomik paketi programın zorunlu bileşenlerini içermekteydi. Bangladeş pek çok yönden bir “laboratuvar test vakası” idi, bu ülkede IMF’nin “ekonomik reçetesi” deneme temelinde sulanabilirdi (1980’lerin başındaki borç krizinin önce­sinde). Bir ekonomik istikrar programı oluşturuldu: Devalüas­yon ve serbest fiyat uygulaması ülkenin çeşitli bögelerinde örtaya çıkan kıtlığın şiddetlenmesini sağladı.

Şeyh Mujib’in iktidardan düşürülüp katledilmesinden sonra, Bangladeş’e yapılan ABD askeri yardımının devamı, ülkenin IMF politikalarına itaat etmesi koşuluna bağlıydı. ABD Dışişle­ri Bakanlığı, hükümetin dış politikasının “pragmatik ve düzen­siz” oluşunu esas alarak, yardım programını yeni askeri rejime kabul ettirdi. Amerika Birleşik Devletleri bu düzensizliği dü­zeltecek ve Bangladeş’in ekonomik kalkınmasına yardımcı ola­caktı.2

Paralel Hükümetin Kurulması

Bangladeş (1981’de kendisi de öldürülen) General Ziaur Rah­man’ın 1975’de başkanlığı ele geçirmesinden itibaren ve Gene­ral Hussein Mahommed Ershad (1982-90) iktidarı sırasında da uluslararası bağışçı topluluğunun sürekli denetiminde ol­muştur/ Devlet aygıtı egemen askeri klik ile danışıklı dövüş içinde bulunan uluslararası finans kurumlarının ve “yardım acentaları’nın sıkı denetimi altındaydı. “Yardım konsorsiyu­mu” kurulduğundan beri her yıl Paris’te toplanmaktadır. Genel­likle Dakka hükümetine bu toplantılara gözlemci göndermesi için davetiye çıkarılır.

IMF, Merkez Bankası’nın dördüncü Katında bir irtibat büro­su kurmuş. Dünya Bankası danışmanları ise çoğu bakanlıklara yerleşmişlerdir. Japonya’nın denetimindeki Asya Kalkınma Bankası da makro-ekonomik politikanın şekillendirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Her ay Dünya Bankası Dakka büro­sunun nezaretinde çeşitli bağışçı ve acentaların hükümetin ekonomik politikasının temel unsurlarının (bakanlıklar dışında) et­kin “koordinasyonunu sağlamak için toplantılar yapılır.

1990’da askeri diktatörlüğe karşı yükselen muhalefetin yanı sıra, General Hussein Mahommed Ershad ‘m rüşvet ve yolsuz­luk nedeniyle istifa etmesi, geçici bir hükümet oluşturularak parlamento seçimleri yapılmasını zorunlu kıldı. Ancak Başkan General Ziyaur Rahman’ın dul eşi Bayan Khaleda Ziya hükü­meti ile “parlamenter demokrasi”ye geçiş devlet kuruluşlarının yapısında temel bir dönüşüme yol açmadı. Pek çok yönde sü­reklilik korundu: General Ershad’ın eski dostlarının çoğu yeni “sivil” hükümette önemli görevlere atandı.

Sahte Demokrasinin Kurulması

IMF destekli ekonomik reformlar, ulusal seçkinlerce denetle­nen ve büyük ölçüde dış ticarete ve yardım paralarının dolaşı­mına bağımlı bir “rantiye ekonomisi”nin güçlenmesine katkıda bulundu. “Parlamenter demokrasi”nin restorasyonu ile ordu içindeki güçlü kişiler işletme faizlerini artırdılar.4 Hükümet par­tisi olan Bangladeş Ulusal Partisi CBNP), ordunun egemen kli­ğinin koruması altındaydı.

1991’de sözde demokrasinin restorasyonu sonucu Awami League Partisi’nden (Halk Birlik Fanisi) katledilen başkan Mıtjibur Rahman’ın kızı Şeyh Hasına Wajed muhalefet lideri oldu. Parlamentodaki “dul” ile “yetim” arasındaki rekabete gözünü diken kamuoyu, yerel iktidar gruplarının pazarlıklarım ve ordu mensupları da dahil olmak üzere, “yardım acentaları” ve bağış­çıların gerçekte ne yaptıklarını farketmedi. Bağışçı topluluğu “iyi idare” adına silahlı kuvvetlerce denetlenen sahte demokrat görüntüsünün savunucusu oldu v, Köktendinci İslami Cemaat hareketi ile yak;n ittifak kurdu. Begum Ziya bazı yönlerden ik­tidardan uzaklaştırılan askeri diktatör General uyumlu bir “siyasal kukla” haline gelmişti.

Devletin Tahsis Ettiği Fonların Denetlenmesi

“Yardım konsorsiyumu” Bangladeş’in kamu finansmanının de­netimini ele almıştı. Ancak bu süreç yalnızca mali ve parasal denetimi dayatmakla kalmadı: Bağışçılar fon tahsislerini ve kalkınma Önceliklerinin oluşturulmasını doğrudan denetlediler. Bir Dünya Bankası danışmanına göre:

“Her yatırım projesi için ayrı bir anlaşma yapmak istemiyo­ruz, istediğimiz daha fazla disiplin uygulamasıdır. Proje listele­rinden hoşlanıyor muyuz? Hangi proje korunmalıdır, listede ‘köpekler’ de var mı?”1

Dahası, Dünya Bankası, Kamu Kaynakları Yönetim Kredisi (1992) ile bakanlıklar arasında kamu harcamalarının dağılımı ve her bir bakanlığın operasyonel harcama yapıları da dahil ol­mak üzere, tüm bütçeleme süreçlerini denetlemeye başladı:

“Tabii ki onlar için bir bütçe kaleme almıyoruz! Bu bağ­lamdaki görüşmeler karmaşık. Herşeye rağmen doğru yönde ilerlediklerinden emin oluyoruz (….) İnsanlarımız bakanlıklar­daki görevlilerle birlikte çalışıyor ve onlara bütçenin nasıl ha­zırlanacağını gösteriyorlar.”*

Yardım konsorsiyumu aynı zamanda Bayan Khaleda Ziya hükümetince yürürlüğe konulan bankacılık sistemi reformlarını da denetledi. Tensikat talimatları verildi, asalak işletmeler ka­patıldı. Mali denetim hükümetin yurtiçindeki kaynakları hare­kete geçirmesine engel oldu, Dahası, “yardım konsorsiyumu” çoğu kamu yatırım projesi için uluslararası bir ihale sistemi Ön­gördü. Büyük uluslararası inşaat ve imalat şirketleri yerli ser­maye oluşum sürecine, yerel düzeydeki işletmeler aleyhine el koydu.

ABD Tahıl Fazlasında Fiyat İndirimi

Tahıl piyasalarının kuralsızlaştırması aynı zamanda Amerikan tahıl fazlasının fiyatlarının düşürülmesini desteklemek için (“ABD Gıda Yardımı” kisvesi altında) kullanıldı. US AID (Amerikan Yardımı) nezaretinde uygulanan “Çalışma Karşılı­ğında Gıda” programları köy düzeyindeki kamusal projeleri, yoksul köylülere (parasal ücret yerine) tahıl ödemeleri yaparak “finanse etmek” için kullanıldı ve yerel düzeydeki tahıl piyasa­ları destabilize edildi.

Yerel piyasalara ABD tahıl satışlarının birbiriyle ilişkili iki amaca hizmet ettiğini belirtmek gerekir. Birincisi, çok ciddi olarak desteklenen ABD tahılının doğrudan yerel olarak üreti­len gıda mahsulleriyle rekabet etmesine izin verilmiş ve böylece yerel üreticilerin gelişimi zayıflatılmıştı. İkincisi, yerel piya­salardaki ABD tahıl satışları “telafi edici fonlar” oluşturmak İçin kullanıldı. Halbuki bu fonlar US AID doğası gereği Bang­ladeş’in ithal tahıla bağımlılığını artırdı tarafından denetlenen projelerin geliştirilmesine aktarıldı. Örneğin, tahıl satışından (PL 480 ile) elde edilen telafi edici fonlar, 1990’ların başında Bangladeş Tarım Araştırma Enstitüsü’nü finanse etmek için kullanıldı. Bu proje ile US AID öncelikle finanse edilecek araştırma alanlarını belirledi.

Gıda Yeterliliğinin Zayıflatılması

Ekime elverişli arazilerin sulanmasının yanı sıra kapsamlı bir tarım reformu ile Bangladeş’in gıda açısından kendisini yeterli olabileceğine dair kanıtlar vardır.8 Dahası, son dönemlerde yapılan bir çalışma uygun altyapının geliştirilmesi halinde sel riskinin de azaltılabileceğini iddia ediyor.

Fakat, yapısal uyum programı bu amaçlara ulaşmanın önündeki temel engeli oluşturmuştur. Birincisi, bağımsız bir tarım politikasının geliştirilmesini engellemiştir; ikincisi, devletin tarıma yaptığı yatırımların Dünya Bankası denetimindeki Kamu Yatırım Programı (PIP) aracılığıyla önünü kesmiştir. Gı­da tarımı alanındaki bu “programlı” durgunluk ayni zamanda ABD’li tahıl üreticilerinin çıkarlarına da hizmet etmiştir. “Yar­dım konsorsiyumunca dayatılan mali denetim, iç kaynakların kırsal ekonomiyi destekleyecek şekilde hareket etmesini Önle­miştir.

Yerel Sanayinin Akıbeti

Bağımsızlık savaşı 1947’den beri gelişmekte olan sanayi sektö­rünün çöküşü ve girişimciler ile profesyonellerin yığınsal ola­rak ülkeyi terk etmelerine yol açtı.” Dahası, “yardım konsorsiyumu Bangladeş’e savaştan yıkılmış ekonomisini ve insan kaynaklarını geliştirmek için hiçbir “nefes alma alanı” bırakmaması, savaşın ekonomik etkisini daha da yıkıcı hale getirdi.

1974’den beri çeşitli aşamalarda uygulanan yapısal uyum programı, ülkenin sanayi sektörüne son öldürücü darbeyi vur­du. Bretton “VVoods kuruluşlarınca dayatılan makro-ekonomik çerçeve, bir yandan mevcut sanayi yapısını zayıflatırken, bir yandan da iç piyasaya yönelik yeni sanayi faaliyet alanlarının

gelişmesini önlüyordu.

Dahası, tarım sisteminin parçalanması ve kırsal imalatın yok oluşu nedeniyle, Bangladeş kırsalında tarım dışı istihdam ola­nakları neredeyse tamamen oltadan kalkmıştı. Kentlerdeki sa­nayi ise büyük ölçüde ağırlıklı olarak kırsal alandan gelen ucuz iş gücüne dayalı ihracata yönelik tekstil sektörü İle sınırlıydı. Dakka’daki IMF temsilcisine göre, en cani1, sanayiler ihracat sektörü için bol bol arzedilen ucuz is gücünü kullananlarda:

“Bu ülkede neyi korumak isliyorsunuz’? Korunacak hiçbir şey yok ki, Sürekli korunma istiyorlar ama emek yoğun sanayi­lerde göreli avantajlım var,””1IMF’nin bakış açısından, tekstil sanayi kentsel istihdamın ana kaynağını oluşturuyordu. Çoğu genç kızlardan oluşan 300 bin civarında konfeksiyon işçisi var. Bu iş gücünün % 16’sını 10 ile 14 yaş arasındaki çocuklar oluşturuyor. İşçilerin çoğu yoksullaşan kırsal bölgelerden geliyorlar.” Fabrikalardaki üreti­me zorunlu mesai ve despotik yönetim damgasını vuruyor: Üc­retler fazla mesai de dahil (1992) aylık 20 dolar düzeyinde. 1992’de konfeksiyon işçilerinin yaptığı bir miting güvenlik güçlerince zor kullanılarak dağıtıldı. Hükümete göre işçilerin talepleri ödemeler dengesi üzerinde bir tehdit oluşturuyordu.

Yardım Paralarının Dolaşımı

Pek çok yardım kuruluşu ve sivil toplum örgütü halk düzeyinde anlamlı projelere başladığı halde, çok sayıda “yoksulluğu hafif­letme projesi” yoksullara yardım etmekten çok, kentli profes­yoneller ve bürokratlar için önemli bir gelir kaynağı oluştur­maktadır. Yerli seçkinler Dakka’daki muhtelif yürütme acentaları aracılığı ile, uluslararası bağışçı topluluğu adına hareket eden kalkınma simsarları ve komisyoncular haline gelmişlerdir. Kır yoksulları için ayrılan fonlar ordu mensupları ve bürokrat­ların zenginleşmesine katkıda bulunmuştur. Bu “yardım parala­rı” daha sonra şirket binaları, lüks daireler, vb. şeklinde ticari ve gayri menkul yatırımlarına dönüşmüştür.

“Uyumun Toplumsal Boyutlan”

130 milyonun üzerindeki nüfusu ile Bangladeş, dünyanın en yoksul ülkeleri arasındadır. Kişi başına yıllık gelir 170 dolar (1992) civarındadır. 1992’de sağlık alanında yapılan harcama­lar kişi başına yıllık l .50 dolardı (zorunlu ilaçlar için kişi başı­na yapılan yıllık harcama 25 cent’ten azdı).12 Aile planlaması dışında yapılan tüm sosyal harcamaların çok yüksek olduğu dü­şünülüyordu: 1992-93’de Bangladeş “yardım konsorsiyumu”,hükümetin sosyal-sektör bütçelerindeki “maliyeti yüksek” ka­lemlerde yeniden kesinti yapmasını talep etti.

Beslenme bozuklukları A Vitamini eksikliğinin yaygın­laşmasıyla da kendisini gösteriyordu. Bu neredeyse yalnızca ta­hıldan oluşan bir beslenmenin sonucuydu. Kırsal alanlarda pek çok çocuk ve yetişkin A Vitamini eksikliği nedeniyle kör ol­muştu.

Ülkenin çeşitli bölgelerinde kronik açlık yaygınlaştı. 1992’de Paris’te toplanan Bangladeş “yardım konsorsiyumu” Bayan Khaleda Ziya hükümetinden “yoksullukla savaşmak” iç­in reformların uygulanmasını hızlandırmasını istedi. Bangladeş hükümetine (Dünya Bankası başkanı Lewis Preston’un yeni prensipleri doğrultusunda) bağışçı desteğinin yalnızca “yoksul­luğu azaltmak için ciddi çaba harcayan” ülkelere verilebileceği

bildirildi.

1991’de ülkeyi silip süpüren bir sel baskını sonucunda 140.000 kişi öldü (bunların çoğu sürekli sel baskını olan yerlere göçmek zorunda kalan topraksız köylülerdi). Ön milyon insan (nüfusun neredeyse % 10’u) evsiz kaldı.13 Fakat bu felaket son­rasında kıtlıktan ölenler nedense “resmi” istatistiklere geçmedi. Muhtelif yardım kuruluşları ve bağışçılar iklimsel faktörlerin belirleyici rolüne vurgu yaptılarsa da, 1991 kıtlığı IMF destekli makro-ekonomik politikalarca şiddetlendirilmişti. Birincisi, 1970’lerden bu yana tarıma ve sel önlenmesine yönelik kamu yatırımlarına bağışçılarca dayatılan tavan tarımın durgunlaşma­sında etkili olmuştu. İkincisi, 1991 sel baskınından hemen son­ra uygulanmaya başlanan devalüasyon, felaketi izleyen yıl pe­rakende pirinç fiyatlarının % 500 artmasına neden oldu. Ve bu kıtlık, bağışçılarca sağlanan acil yardımın büyük bir kısmı ayrı­calıklı kent seçkinleri tarafından kullanıldığı için, şimdiye de­ğin yaşananların en ciddisiydi.

8.BOLUM

VİETNAM’DA SAVAŞ SONRASI EKONOMİK YIKIM

Vietnam’da 1980’Ierin ortalarından bu yana uygulanan yapısal uyumun toplumsal sonuçları korkunçtur. Sağlık klinikleri ve hastaneler kapanmış, yerel düzeyde ortaya çık^n kıtlık ülke nü­fusunun dörtte birini etkilemiş ve her bîr milyon çocuğun dörtte üçü okul sisteminden dışlanmıştır. Bulaşıcı hastalıklar hort­lamış, reformların ilk dört yılında kayıtlı sıtma vakaları üçe kat­lanmıştır. Beş bin devlet işletmesi (toplam 12.000 işletme için­den) iflasa sürüklenmiş, bir milyondan fazla işçiyle, onbinlerce öğretmen ve sağlık emekçisi de dahil olmak üzere 200.000 ka­mu çalışanı işten atılmıştır.

l993’de Paris’te birçok açıdan Vietnam’ı savaş kayıplarını “Washington’a geri ödeme”ye zorlamakla aynı anlama gelen gizli bir anlaşma imzalandı, anlaşma taze kredi verilmesi ve ABD ambargosunun kaldırılması için Hanoi’nin, General Thieu ‘mm devrik Saygon rejiminin borçlarını tanımasını şart koşu­yordu.”Bir kalem darbesi /7e” tüm bir ulusun geçmişteki leşi ve yönelimleri yok edilip, siliniyordu. Turuncu veya çelik aletli bombalar yoktu, napalm yoktu, zehirli kimyasal silahlar yoktu: (fiziki olmaktan çok) Ekonomik ve sosyal yıkımın bir aşaması gelişiyordu. Görünüşte “tarafsız” ve “bilimsel” (Bretton Woods kuruluşları denetimindeki) makro-ekonomik politika araları, Vietnam savaşının sonrasında savaşla aynı etkinlikte ve sözde “şiddet kullanılmadan” uygulanan “yeni sömürgecilik araçlarıydı” ve milyonlarca insanın yaşamını etki­leyen bir yoksulluk getiriyordu.

Savaş Tarihinin Yeniden Yazımı

1940’da Vichy hükümeti bir yandan Hindiçin’in Japonya’nın “Daha Büyük Doğu Asya Ortak Refah Alanı” ile bütünleşme koşullarım görüşmesi için Amiral Jean Decoux’u genel valiliğe atarken, diğer yandan Vichy yönetiminin mandası altındaki Fransız sömürge topraklarını resmi olarak koruyordu. Vichy re­jimine ve Japon işgal güçlerine karşı direniş hareketine önder­lik eden Vıet Minh Cephesi 1944’den itibaren Washington’un onayını almış, bugünkü CIA’nın selefi Stratejik Hizmetler Bü­rosu (ÖSS) aracılığıyla örgüte silah ve mali destek sağlanmıştı. Eylül I945’te, Hanoi’deki Ba Dinh Meydanı’nda Bağımsızlık ilan edilip, Vietnam Demokratik Cumhuriyeti ‘nin kurulduğu açıklanırken, Amerikalı ÖSS ajanları Ho Chi Minh’in yanında duruyorlardı. Neredeyse 30 yıllık bir tarih, bu olayı, General Duong Vanh MimYin 30 Nisan İ975’de Saygon’daki Independence Hall’da Vietnam savaşının bittiğini ve ulusal yeniden ya­pılanma döneminin başladığım vurgulayan aynı ciddiyetteki teslimiyetinden ayırmaktadır.

Savaşın yol açtığı yıkım, savaş sonrası dönemin başından itibaren bir çaresizlik ve siyasal atalet atmosferi yarattı. Savaşın ardından haşlayan Kamboçya İç Savaşı Washington Pol Potgiiçlerini 1979’dan sonra gizli olarak desteklemiştir ve kuzey sınırındaki Çin işgali, sivil ekonominin yemden inşasının en­gellenmesine katkıda bulunmuştur. Birleşme ile, iki farklı sosyo ekonomik sistem birleşmiştir: Güney’deki reformlar işler­likte olan toplumsal güçlere pek alduış edilmeksizin merkez komitenin kuralları sıkıca izlenerek yürürlüğe konulmuştu: Bu­yandan Ho Chi Minh Şehrinde küçük ölçekli ticaretin önü ke­silirken, diğer yandan Mekong nehri deltasında orta köylülük­ten gelen güçlü muhalefete rağmen acele bir kollektivizasyon süreci yürütülmekteydi. Siyasal kriz toplumun yalnızca Saygon rejimi ile bağları olan sektörlerini değil, aynı zamanda General Thieu’ya karşı olan kesimlerini de etkilemişti.

Buna karşılık, uluslararası ortam değişmişti: Küresel piyasa sisteminin yol açtığı dönüşümler ve (Vietnam’ın en büyük tica­ri ortağı olan) Sovyet Bloku’nun çöküşü umutları kırmış, ulusal ekonomide bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Komünist Parti ekono­minin yeniden inşası için uygun bir program formüle edemiyor­du. 1980’lerin başlarından itibaren Komünist Partisi Önderliği içinde derin ayrılıklar ve sapmalar ortaya çıktı.

Bugün, yabancı işgale karşı mücadelenin başlamasının üze­rinden 50 yıldan fazla zaman geçtikten sonra, Vietnam Savaşı’nın tarihi dikkatle yeniden yazılıyor: Komünist Parti’nin res­mi doktrinini (Bretton Woods kuruluşlarının teknik desteği ile) neo-liberalizm oluşturuyor. Bürokratlar ve aydınlar sosyalizm adına koşulsuz olarak yeni dogmayı desteklemeye davet edili­yor. 1986’da “Yenilenme” (“Doi moi”)’nin benimsenmesiyle Amerika’nın savaştaki insanlıktan uzak rolüne yapılan vurguların yanlış olduğu düşüncesi giderek yaygınlık kazanıyor. Ko­münist Parti önderliği kısa süre önce Amerika Birleşik Devlet

(*) Güney Vietnam’daki ABD işgali son bulup Saygon rejimi çökünce, Saygon kentine hû Chi Minh adı verilmişti, (ç.n.) leri’nin 1945’de Vietnam’ın Japon işgalinden “kurtuluşu”nda oynadığı “tarihi rol”ün önemini belirtti. ABD döneminin sem­bolleri Saygon caddelerine yavaş yavaş geri dönüyor. “Ameri­kan Savaş Suçları Müzesi’ ne şimdi “Saldırgan Savaş Suçlan Teşhir Evi” adı verildi, hatıra eşyası satılan yerlerden Coca-cola logosu ile süslenmiş, bombalamada kullanılan ABD Hava Kuvvetleri’ne ait hafif savaş jeti örneğinin yanı sıra, yabancı sermaye ve makro-ekonomik reformları anlatan çok sayıda el kitabı satın alınabilir. Ortada savaşın tarihine ilişkin tek bir me­tin bile yok. Müzenin dışında çılgın bir tüketim ekonomisinin başlangıcıyla, çoğu 1975’de Saygon’un bağımsızlığı için sava­şan gazilerden oluşan el arabası sürücüleri, dilencilerin sefaleti ve sokak çocukları büyük bir tezat oluşturuyor.

Yeni Vietnam Savaşı

Batılı medyanın büyük bir kısmı serbest piyasa mekanizması­nın Vietnam’ı geleceğin “Asya kaplanı” olmaya doğru ilerletti­ği yönünde stilize edilmiş bir imaj çiziyor. Hiçbir şey gerçeğin üstünü örtemez: 1986’da savaşın vahşi sonuçları içinde Bretton VVoods kuruluşlarının önderliğinde uygulanmaya başlanan eko­nomik reformlar, ekonomik ve sosyal çöküşün yeni bir tarihsel evresini başlattı. Makro-ekonomik reform ekonomik etkinliğin tüm alanlarına aynı anda darbe vurarak, Vietnam halkının yok­sullaşmasına yol açtı.

1984-85’de (Altıncı Parti Kongresi’nce “Doi moi”nin res­men başlatılmasının öncesinde) atılan birinci adım Vietnam pa­rasının ezilmesini içeriyordu: Enflasyon ve yurtiçi fiyatların “dolarizasyonu” Paris anlaşmasını ve Amerikan savaş birlikle­rinin ülkeyi resmen terketmelerini izleyen yıl, 1973’de Say­gon rejimi döneminde paranın değerinin olağanüstü düşürülme­sini anımsatacak biçimde ardı ardına yapılan devalüsyonlarla sağlandı. Bugün Vietnam yeniden bir “değer stoku” olarak Vietnam Dong’unun yerine geçen ABD Dolarları içinde yüzmek­tedir. Bir yandan IMF Vietnam Merkez Bankası’nın emisyon hacmim yakından izlerken, diğer yandan ABD Merkez Bankası (Federal Reserve) Amerika’nın eski düşmanı adına para basma işinin (kendi yetkisinde çok büyük bir kredi operasyonunun) sorumluluğunu gerçek anlamda üstlenmiştir Batı basınında kü­çük bir yer verilen “ekonomik gelişme” ve refah yanılsaması, büyük Ölçüde Saygon ve Hanoi’de yoğunlaşan, küçük ama gö­ze batan Batı tipi tüketim “paket”lerinin hızlı büyümesine da­yanmaktadır. Diğer acı ekonomik ve sosyal gerçekler şunlardır: El yakan gıda fiyatları, yerel düzeyde kıtlıklar, kentli işçilerin ve kamu çalışanlarının yığınsal olarak işten atılmaları ve Viet­nam’ın sosyal programlarının tahribi.

Saygon Rejiminin “Vadesi Geçmiş Borçları”nın Geri Ödenmesi

Vietnam’a hiçbir zaman savaş tazminatı ödenmedi ama Hanoi, ekonomik ilişkilerin “normalleştirilmesi” ve Şubat 1994’de ABD ambargosunun kaldırılması karşılığında, ABD destekli Saygon rejiminin aldığı çok taraflı borçları “ödemek” zorunda bırakıldı. Bağışçıların Kasım 1993’de Paris’te yaptığı konfe­ransta, Vietnam’ın piyasa reformlarını desteklemek için cö­mertçe toplam 1.86 milyar dolarlık kredi ve “yardım” taahhü­dünde bulunuldu ama konferansın hemen arkasından bir başka (farklı) toplantı daha yapıldı, bu kez toplantı resmi kredîtörlerin Paris Klübü ile “kapalı kapılar ardında” yapılıyordu/ Gündem­de; 1975 öncesinde Saygon rejiminin aldığı “vadesi geçmiş” borçların yeniden takvime bağlanması vardı. Yeşil ışığı kim ki­me yakıyor? IMF Vietnam’ın ekonomik reformları için onay imzasını Paris’deki bağışçı konferansından önce atmıştı.

Ancak nihai olarak, Paris Klübü ile yapılan toplantılardı sonucu “Washington’un yeşil ışık yakmasında tayin edici olmuştu. Ve çok ve çift tirat ödemelere başlanmasına ancak ambargo resmen kalktıktan sonra izin verilecekti.

(Saygon’un borcu olan) Bakiye 140 milyon doların 1MFV geri ödenmesi de kredinin devamı için şart koşulmuştu. bu doğrultuda, (Vietnam’ın Vichy dönemindeki sömürgeci efendi­leri olan) Japonya ve Fransa, “Hanoi”ye “IMF’ye geri ödemek” için gereksinim duyduğu parayı “borç vermek” için “Vietnam dostları” adını verdikleri bir komite kurdular. Hanoi bu borçların meşruiyetini tamamen tanıyarak, aslında ABD’nin savaş fa­aliyetini desteklemekte kullanılan kredileri geri Ödemeyi kabul­lenmiş oluyordu. Bu görüşmeler ironik biçimde Başkan Ngo Rinh Diem’in katledilmesinden sonra ABD askeri misyonunca 1963’de kurulan General Duong Vanh Minh yönetimindeki as­keri hükümetin eski maliye bakanı (ve başbakan vekili) ile kü­çük kardeşinin katılımıyla yapılmıştı. Dr. Nguyen Xian Oanh (aynı zamanda eski bir IMF çalışanı olan ünlü bir ekonomist) Başbakan Vo Van Kiet’in ekonomik danışmanlığına atandı. (Oanh o zamanlar Ho Chi Minh Kenti’nde Komünist Parti Sek­reteri olan Kiet ile 1980’lerin başından beri çok yakın çalış­maktaydı)

Ulusal Ekonominin Yıkımı

Reformlar görünüşte zararsız olan “serbest” piyasa mekanizma­sı aracılığıyla (savaş hali ve fiziki imhaya gerek kalmaksızın) üretken kapasitenin devreden çıkmasına katkıda bulundu: 1994’e gelindiğinde 12300 kamu işletmesinden (KİT) 5.000’i kapanmış veya iflasa sürüklenmişti. Bu süreç eski Sovyet Bloku ülkeleriyle yapılan ticaretin çökmesiyle daha da şiddetlendi. Devlet işletmelerinin likiditasasyonu kararı 1990’da benimsenmiş, kalan işletmelerin yeniden yapılanması aracılığıyla karar sanayi tabanının daha. da ”küçülmesi”ne yol açmıştı.5 Bir milyondan fazla işçi ve 136.0011 civarında kamu çalışanı (çoğunluğu sağlık emekçisi ve öğretmen olmak üzere) 1992’nin sonunda isten atılmıştı “111 sayılı karar” doğrultusunda hükümetin hedefi l 100.000 kamu çalışanını daha 1994 sonuna kadar işten atarak, i kamu hizmetlerinin hacmini % 20 küçültmekti. Dahası, Viet­nam birliklerinin Kamboçya’dan çıkmasıyla, yaklaşık 500.000 asker terhis edilmiş ve iş beklentisi zayıflayan 250.000 “konuk İşçi” Doğu Avrupa ve Orta Doğu’dan geri dönmüştü. Dünya Bankası verilerine göre, özel sektör istihdam kapasi­tesindeki büyüme emek gücüne yeni katılanları istihdam etmek için yeterli değildi. Yükselen fiyatlarla, “işi olanların” gerçek gelirleri olağanüstü düşük düzeylere inmişti: Devletin verdiği 15 dolarlık aylık ile geç inemeyenler, sık sık “başka işlerde çalışmak” da dahil olmak üzere çeşitli “geçinme faaliyetleri” bulmaya başlamışlar, bu da yüksek işe gelmeme oranları ile as­lında yönetim aygıtının bütünüyle felç olmasına yol açmıştı. Asgari ücretin aylık 30-35 dolar olarak belirlendiği (uygulan­mıyor) ortak girişimler dışında ne bir asgari ücret yasası ne de bir ücret endeksi bulunuyor. “Parti’nin serbest piyasa politikası emek piyasasının da serbest olmasını gerektiriyor.”

KİT’ lerin çoğu “verimsiz” Batı standartları ile “rekabet ede­mez” durumdaydı ama, bunların çöküşü piyasa güçlerinin titiz­likle manipüle edilmesi ile sağlandı: Devlet bankalarının ve finans kurumlarının (ortak kredi kooperatifleri de dahil) yeniden yapılandırılmasında yerli üreticilere yönelik tüm orta ve uzun vadeli kredilerin “dondurulması” esas alınmıştı. Kısa vadeli krediler yıllık % 35 faizle (1994) veriliyordu. Dahası, IMF ile yaptığı anlaşmanın maddeleri gereğince devletin, kamu işlet­melerine ya da yeni özel sektör girişimcilerine bütçe desteğinde

bulunması yasaklanmıştı.

Devlet ekonomisinin ölümü aynı zamanda büyük ölçüde ay­rımcı bir vergi sisteminin de sonucuydu: KiT’ler merkezi plan­lama döneminden kalan % 40-50 oranında kurumlar vergisi ödemeye devam ederken (tüm teşviklerin ve devlet kredilerinin kaldırıldığı bir dönemde), yabancı yatırımcılar (tüm ortak giri. simler de dahil) cömertçe muafiyetler ve vergi tatillerinin tadını çıkarıyordu. Dahası, artık kurumlar vergisi özel sektör işletme­lerinden düzenli olarak tahsil edilmiyordu.

Reformların “gizli gündemi” Vietnam’ın sanayi tabanım istikrarsızlaştırmaktı: Ağır sanayi, akaryakıt, doğal kaynaklar ve madencilik, çimento ve çelik üretimi yeniden organize edildi ve Japon holdinglerinin tayin edici ve belirleyici bir rol oynadığı yabancı sermaye tarafından ele geçirildi. En değerli devlet var­lıktan ortak girişim şeklindeki şirketlere aktarıldı. Önderlik ne sanayi tabanını güçlendirmek ve korumak için ne de kapitalist ekonominin “milli” unsurlarca sahiplenilip denetlenmesinin ge­liştirilmesi için bir şey yaptı…”Bağışçı topluluğu” içindeki ege­men yaklaşım, devlet ekonomisinin “küçülmesi” ile Vietnam özel sektörünün kendiliğinden gelişimine “yer açılması” idi. Devlet yatırımlarının özel sermaye oluşumunu “dışladığı” söyleniyordu. Reformlar yalnızca devlet ekonomisini devre dı­şı bırakmakla kalmadı aynı zamanda ulusal kapitalizme doğru bir dönüşümü de engelledi.

Dahası Vietnam sermaye gruplarının göreli zayıflığı, kredi­lerin dondurulması ve devlet desteğinin bulunmayışıyla birleşe­rek, yerli bir özel sektör ekonomisinin gelişmesine engel oldu. Vietnam Savaşı mültecileri ve “Tekne insanları” da dahil ol­mak üzere: geri dönen Viet Kieu (“denizaşırı Vietnamlılar”) ve “Vietnamlı göçmenlere” çeşitli teşvikler önerildiyse de, bunlar mali kaynaklan yada tassarrufları çok sınırlı olan kişilerdi. Bir­kaç istisna dışında, faaliyetleri çoğunlukla ticaret ve hizmet ekonomisinde orta ölçekli aile işletmelerinde yoğunlaşmıştı.10

Piyasa reformlarıyla harekete geçirilen “ekonomik inşanın aşikar bir örneğini de Vietnam çelik sanayisinin akıbeti oluştur­maktadır. Yaklaşık sekiz milyon ton bomba ile birlikte terk edilen askeri malzeme yığmağı, Vietnam ağır sanayisine büyük miktarlarda artık çelik malzemesi sağlamıştı. Tarihin ironisi olarak, Amerika’nın savaş sonrası inşa sürecine koyduğu elle tutulur tek “katkı” da geri alınmıştı: “Açık kapı politikası” ile büyük miktarlarda artık metal (dünya piyasasındaki değerlerin­den oldukça aşağıda fiyatlarla) serbestçe “geri ihraç” edilebili­yordu. Diğer yandan ise Vietnam’ın en önemli beş çelik işlet­mesi hammadde yokluğu nedeniyle durmuş (devlet işletmeleri­nin artık metal ithal etmesinin resmen yasaklandığını vurgula­maya gerek yok), Kyoei, Mitsui ve Itochu şirketlerinden oluşan bir Japon şirketler topluluğu, ortak girişim oluşturarak 1994’de Baria Ving Tau eyaletine Vietnam’a (dünya fiyatlarından) “tekrar” artık metal ithal eden modem bir çelik işletmesi kur­muştu.

Yerli Üreticilerin Kendi Pazarlarından Dışlanması

Piyasa güçlerinin bilinçli bir şekilde manipüle edilmesi aracılı­ğıyla, yerli üreticiler “göreli avantajları” olduğu düşünülen böl­gelerde bile gerçek anlamda “kendi pazarlarından dışlanmaya” başlanıyordu. Gümrük duvarları kaldırılmış ve Vietnam’ın ha­fif imalat sanayisinin yerini yoğun bir ithal tüketim malı akışı almıştı. 1986’dan beri Vietnam’ın zaten yetersiz olan döviz gir­dilerinin büyük bir kısmı tüketim malı ithalatına tahsis edilerek, yerli sanayi için gerekli donanımın satın alınmasında boşluk yaratmıştı. Reformlar ihracat ile uğraşan KiT’lerin ellerindeki nakit paranın serbestçe tüketim malı ithalatı için kullanılmasına izin verdi. İthalat ihracat işlerine yönelen KiT’lerin yöneticile­ri, yerel düzeydeki bürokratlar ve özel tüccarlar arasında bir ağ oluşmuştu. Nakit gelirler çarçur ediliyor ve büyük miktarlarda para ele geçiriliyordu. Piyasa reformlarıyla KiT’lerin çoğu devlet kontrolünden kaçmış ve çeşitli kanunsuz eylemlere gir­mişlerdi. Devletin bütçe desteğini çekmesi ve kredilerin dondurulmasıyla, üretken faaliyet terkedilmişti. Açık kapı’nın sonucu olarak teşvik edilen yeni hafif imalat ve sanayi alanında, iç pazar Vietnam şirketlerine “kapatılm­ıştı. Ya ortak girişimlere katılan yada yabancı sermaye ile fa­son anlaşmalar imzalayan ucuz işgücüne dayalı tekstil sanayici­leri, tüm ürünlerini genellikle ihraç edeceklerdi. Vietnam iç piyasasına ise ithal edilen ikinci el giysilerle, Hong Kong’tan ge­len fabrika iadeleri sunuluyor, bu da kayıt dışı ekonominin ter­zileri ile küçük üreticilerinin yok olmasına yol açıyordu. (Gelişmiş ülkelerden satın alınan kullanılmış giysiler ton başına 80 dolardı).

İç Ticaret Kanalların Tıkanması

Reformlar her biri ayrı ayrı dünya piyasası ile bütünleşen böl­gelerin “Ekonomik Balkanizasyonu”nu teşvik etti: Nakliyat sanayisinin kuralsızlaştırılması navlun fiyatlarını birdenbire yükseltti. Devletin taşıma şirketleri de ortak girişim sermayesi­nin nakliyat sanayisinin büyük bir payını ele geçirmesi nede­niyle iflasa sürüklenmişti.

Dahası, Dünya Bankasının önerisiyle merkezi bütçeden il veya belediye yönetimlerine bütçe transferlerinin dondurulmasıyla, il ve belediye yöneticileri kendi yatırımlarını yapmakta ve yabancı şirketlerle dahili ticaretin aleyhine ticari ilişkiler kurmakta giderek daha “serbest” kalmaya başladılar. İller, ya­bancı yatırımcılara arazi hibe edilmesi ve yabancı sermayeye Vietnam’ın orman kaynaklarını (tamamen kuralsızlaştırılmış bir ortamda) talan etme izni veren ayrıcalıklar da dahil olmak üzere, çeşitli yatırım ve ticaret anlaşmaları konusunda görüş­meler yapıyordu.

Fakat devlet işletmelerinin yabancı bankalardan doğrudan kredi istemesine izin verilmiyordu. Diğer yandan, yabancı ban­kalar Vietnam devlet bankalarına teminat karşılığında krediler vererek, kârlı kısa vadeli kredi piyasasını ele geçirmişti.

Devletin Sermaye Oluşumunun Çöküşü

Reformlar devlet yatırımlarının şaşırtıcı bir şekilde çöküşünün hızlanmasını sağladı. 1985’den 1993’e kadar, GSYH içindeki devlet yatırım harcamalarının payı % 63 azalarak, % 8.2’den, % 3.1’e düştü. Tarım ve ormancılıktaki düşüş % 90’la daha da dramatikti, GSYH’nm % 1.0’inden, % 0.l’ine. Sanayi ve inşaat sektöründe yatırım harcamaları GSYH’nın % 2.7’sinden, % 0.1’ine (% 96’hk bir düşüş) düştü.”

Cari harcamaların ve yatırım harcamalarının düzeyine ilişkin yeni kurallar Bretton Woods kuruluşlarıyla yapılan uy­gulanacak politikalara dayalı kredi anlaşmaları çerçevesinde oluşturulmuştu. Tüm harcama kategorilerine kesin tavanlar ko­yulmuş, kamu çalışanları işten atılmış, sağlık ve eğitime ayrılan paylar vb. dondurulmuştu. Amaç bütçe açığının azaltıl maşıydı. Bir başka deyişle, devlete artık kamusal altyapı, yol yada has­tane vb. yapımı için izin verilmeyecekti. Kreditörler yalnızca tüm temel kamu yalının projelerinin “simsarları” haline gel­mekle yetindiler. aynı zamanda ‘Kamu Yatırım Programı” (PIP) (Dünya R:nkasfnm denetiminde hazırlanmıştı) bağla­mında Vietnam’a en uygun kamusu! altyapı türünün hangisi olacağımı ve bunun “bağışçı topluluğunca finanse edilip edilmeyeceğine de karar vereceklerdi. Borç yaratan kamu yatırımları finansman sürecinin kreditörlerin ekonomik politikalar üze­rinde hakimiyet kurmalarım kolaylaştırdığını söylemeye gerek bile yok.

Denetimler yalnızca kamu yatırımının tutarını belirlemekle kalmıyor, aynı zamanda kamu harcamasının kesin bileşimini ve kredîtörlere verilecek yatırım önceliklerini de kapsıyordu. Bu, aynı zamanda altyapıyla ilgili çoğu KİT ile ekonominin strate­jik sektörlerinin yağmalanmasını ve özelleştirilmesini gerekli kılıyordu. Kasım 1993’de Paris Bağışçı Konferansı’nda taahhüt edilen kredilerin verilmesi, tüm kamusal projelerin uluslararası inşaat ve mühendislik şirketlerinin katılacağı uluslararası ihale sistemi (ve “eksiltme”) ile .gerçekleştirilmesi şartına bağlıydı. Söz konusu şirketler bu ihaleler sayesinde danışmanlık ve yö­netim ücreti şeklinde (sonunda Vietnam’ın ödemek zorunda ka­lacağı) büyük miktarlarda paranın kaymağını yediler. Vietnam şirketleri (kamu yada özel) ise ulus-ötesi şirketlerle yerel dü­zeyde ayrı ayrı yaptıkları fason anlaşmalarla (çok düşük ücret­lerle Vietnamlı işçiler çalıştırarak) gerçek inşaat işlerinin çoğu­nu yaptıkları halde ihale sürecinden dışlanmışlardı.

Japon İmparatorluğuyla Yeniden Bütünleşme

Eğilim Vietnam’ın Japonya’nın etki alanı ile bütünleşmesi yö­nündedir, bu durum Vietnam’ın II. Dünya Savaşı sırasında Ja­ponya’nın “Büyük Doğu Asya Ortak Refah Alam”nın bir par­çası olduğu dönemi hatırlatıyor.Japon sermayesinin bu egemen konumu, yatırım ve altyapı projelerine verilen kredilerin % 80’den fazlasını kontrol etmesi sayesinde ortaya çıktı. Japon Denizaşırı Ekonomik işbirliği Fonu (OECF) ve Asya Kalkınma Bankası (ADB) aracılığıyla verilen bu krediler büyük Japon ti­caret şirketleri ve ulus ötesi tekellerinin alanlarını genişletmele­rine yardımcı oldu.

Şubat 1994’de Amerikan ambargosunun kaldırılmasıyla Amerikan sermayesi, Japonya’nın (daha az ölçekte de Avrupa Birliği’nin) egemenliği altında bulunan çok kârlı yatırım ve ti­caret alanlarındaki konumunu hızla restore etmeye girişti, Ja­ponlar yalnızca temel yatırımlarda “başı çekmek”Ie kalmıyor, aynı zamanda Vietnam’a verilen uzun vadeli kredilerin çoğu­nun kontrolünü de ellerinde bulunduruyorlardı. Amerikan ulus ötesi şirketleri Güney Vietnam’da 1975 öncesi konumlarını (ör­neğin, kıyı petrolleri) restore etmeye çalıştıkça, Washington ve Tokyo arasında tartışmalar çıkacağa benziyor. Diğer oyuncular ise Koreliler’ le Taiwan ve Hong Kong’dan gelen Çinliler. An­cak sınırlar açıkça çizilmiş durumda: Çinliler imalata ve ihraca­ta yönelirken, büyük altyapı, petrol, gaz ve doğal kaynak proje­leri Japon ve Avrupa tekellerinin ellerinde.

Japonya’nın aynı zamanda tüketim malı ithalatı için kullanı­lan kredilerin büyük bir kısmını kontrol ettiğini de belirtmemiz gerekiyor. Japon markalı ürünleri tüketme çılgınlığı şimdi bü­yük ölçüde “acil kredi” adıyla Japonya ve çok taraflı bankalar (ADB, Dünya Bankası ve IMF dahil) tarafından verilen yüz milyonlarca dolarlık borç para akışı ile besleniyor. (Resmi jar­gonla “ödemeler dengesi yardımı”nı oluşturdukları söylenen) Bu krediler açık bir biçimde tüketim malı ithalatına ayrılmış durumda. Bu kredilerle ilgili ödemeler Vietnam Merkez Bankası’nın yönetiminde ithalat yapan binlerce devlet işletmesine dö­viz kotası tahsisi biçiminde yapılıyor. Bu süreç bir yandan tüketim malları selini artırırken, diğer yandan da dış borçların katlanarak artmasını sağlıyor. Reformlar az sayıda büyük dev­let şirketi (ve ithalatçı) hariç, ulusal ekonominin tüm sektörleri­nin durmasına yol açtı. Ulusal bir işletmenin “yaşamasının tek yolu, kârlı ithalat işine girmek yada (nakit) kredi alabilen ve teknoloji, fiyatlama ve kar transferi konusunda denetim gücüne sahip bir “yabancı ortak’la “ortak girişim” kurmak. Dahası, tüm uluslararası ticaret sistemi yabancı taahhüt firmaları sayesinde (en alt düzeyden en üst devlet yetkililerine kadar) yozla­şma ve rüşvete boyun eğmiş durumda.

Fakat, Vietnam’ın ekonomik krizi “resmi” GSYH büyüme­sinde sürekli bir düşüşe yol açmadı. GSYH büyük ölçüde eko­nominin hızla dış ticarete (akaryakıt, doğal kaynaklar, tahıl ürünleri ihracatı ve ucuz emeğe dayalı imalattaki gelişme; yö­neltilmesi sonucunda artış gösterdi. İflas dalgasına ve iç pazarın daralmasına rağmen, ihracata yönelen yeni ortak girişimlerde önemli bil’ büyüme oldu. İthal malların “suni” akışı da ticaret sektörünün GSYH içindeki payının büyümesinde etkili oldu.

Ekonomik büyümeye borçla hız kazandırıldı. Borç yükü 1986 ile 1993 arasında on kattan fazla arttı. Borçlar 1993 so­nunda Paris Klübü ile hükümetin yaptığı anlaşma sonucunda devrik Saygon rejiminin ödenmemiş borçlarının kabul edilme­siyle de artış gösterdi,

Kıtlığın Başlaması

1981 reformlarıyla hane üretimini desteklemek için uygulama­ya konulan daha esnek bir “çiftlik kiralama sistemi” köylülerce memnuniyetle karşılanmıştı. Ancak 1986’dan beri benimsenen ikinci tarım reformu dalgası aynı nüfusun büyük kısımlarının yoksullaşmasını sağladı. Yöneticiler, Dünya Bankası ve FAO öncülüğünde bölgesel gıda yetersizliğinin oluşmasını engelle­mek için uygulanan “yerel düzeyde gıda yeterliliği” politikasını iptal ettiler. Ona Vietnam’ın yüksek bölgelerindeki çiftçiler “yerel rekabet avantajları doğrultusunda”, esasen gıda tarımın­dan vazgeçip, ihracat için “yüksek değerli” nakit karşılıklı ürünler üzerinde uzmanlaşmaya dönmeleri için teşvik edildiler.Kahvenin, manyok, mahun cevizi ve pamuğun gereğinden fazla ekilmesi, dünya fiyatlarının ağır yükü ve ithal tarım girdilerinin yüksek fiyatları ile birleşerek yerel düzeydeki kıtlıkların ortaya çıkmasında etkili oldu.

İhraç tahıllarına “dönmek” ironik olarak döviz girdilerinin net olarak düşmesine de neden oldu, çünkü büyük miktarlarca tahıl devletin ticari şirketlerince uluslararası taahhüt firmalarının önemli mali kayıplarla satılıyordu:

“Çiftçileri manyok ve pamuk üretmeye teşvik ediyoruz uluslararası fiyatlar düştüğünden kârlı biçimde ihracat yapamıyorlar… Bu yüzden devletin ticari şirketleri kahve yada malı yok zararına ihraç etmek zorunda kalıyor. Ancak, döviz gelirlerini tüketim mallan ithalatında kullandıklarından zararlarım telafi etmeyi beceriyorlar. İthal gübre fiyatlarının yükseltilmesi; yoluyla büyük kârlar da elde ediyorlar,”

Diğer bir deyişle, devletin ihracat şirketleri kağıt üzerinde kârlı görünürlerken, aslında tarım ürünlerini sürekli dünya pi­yasasındaki fiyatlarının altında fiyatlarla satarak borç oluşması­na (döviz olarak) katkıda bulunuyorlardı. Gıda sorunu yaşayan bölgelerin çoğunda, çiftçilerin (gıda tarımından vazgeçerek) ektiği ihraç ürünleri dünya piyasalarındaki arz fazlası nedeniyle satılamıyordu. Sonuç kıtlıktı, çünkü çiftçiler ne sanayi ürünleri­ni satabiliyor ne de kendi gıdalarını üretebiliyorlardı.

Benzeri bir durum pirinç ticareti ile uğraşan KÎT’lerde görü­lüyordu. Bunlar iç pazara satış yapmaktansa mali kayıpları gö­ze alıp ihracat yapmayı tercih ediyorlardı. Tahıl piyasasının tü­müyle kuralsızlaştırması ve satışların özel tüccarların eline geçmesiyle yurtiçi fiyatlar, özellikle gıda sorunu yaşayan böl­gelerde yükselişe geçti. Pirinç dünya pazarlarındaki fiyatının altında ihraç edilirken, “bölgesel uzmanlaşma” politikasının so­nucu olarak çeltik üretiminin terk edildiği bölgelerde ciddi gıda sıkıntıları ortaya çıkmaya başlamıştı. Örneğin 1994’de Çin sını­rındaki Lai Cai eyaletinde görülen kıtlığın 50.000′ den fazla in­sanı etkilediğini kabul ettiler. Lai Cai’de yiyecek sıkıntısı beş aylık bir sürede (acil yardım sağlanmadı) ortaya çıkarken, Mekong Delta’sında iki milyon ton pirinç devletin pirinç ticareti yapan şirketlerinin çöküşü nedeniyle satılanındı.

Kıtlık yalnızca yiyecek sıkıntısı çekilen bölgelerle sınırlı de­ğildi. Kentsel alanlar ve Mekong Delta’sındaki “artık gıda eko­nomisi” uygulanan bölgelerde dahil olmak üzere tüm önemli bölgeleri etkiliyordu. Mekong Delta’sında yetişkin nüfusun % 25.3’ünün aldığı günlük enerji 1,800 kalorinin altındaydı.14 Kentlerde, dong devalüasyonu ile teşvikler ve fiyat kontrolleri­nin kaldırılması, pirinç ve diğer gıda maddelerinin fiyatlarının yükselmesine yol açmıştı. Maaş oranlarının bozulması ve kamu çalışanlarının ve KiT’lerde çalışan işçilerin azaltılması sonu­cunda kentlerdeki yığınsal işsizlik aynı zamanda daha düşük miktarlarda gıda tüketilmesini ve kentsel bölgelerde çocukların beslenme düzeyinin bozulmasını sağladı.

Çocuklarda Kötü Beslenme

Tahıl piyasasının kuralsızlaştırılması; kıtlığı ve çocukların kötü beslenme düzeyini şiddetlendirdi. FAO verileri tahıl “elde etme kolaylığı’nın arttığım iddia etse de, bir beslenme araştırması hem çocukların hem de yetişkinlerin beslenme düzeylerinin birdenbire tümüyle bozulduğunu ortaya koyuyordu. Ülkede yetişkinlerce alınan ortalama enerji (günde kişi başına) 1.861 ka­lori idi, yetişkin nüfusun % 25’i günde 1.800 kalorinin altında kalori alıyordu (1987-90), bu da aşın bir kötü beslenme duru­muna işaret ediyordu.’ Örnek olarak kullanılan hanelerin % 9’unda, yetişkinlerce alınan enerji 1.500 kalorinin altındaydı. Altı yaşın altındaki çocukların aldığı enerji kişi başına 827 ka­lori olarak kaydediliyordu.

Çocukların kötü beslenmesi konusunda Dünya Bankası aşa­ğıdakileri kabul etmekteydi:

Vietnam, Bangladeş hariç Güney ve Güneydoğu Asya’daki tüm Ülkelere göre en yüksek düşük kilolu ve büyüme sorunlu çocuk oranına (% 50) sahiptir… Çocuklar arasındaki büyüme sorunu ve zayıflığın boyutlarının ciddi biçimde arttığı görülmektedir…1984-86 döneminde makro-ekonomik krizin derinleşmesi de beslenme düzeyinin kötüleşmesine katkıda bulunmuş olabilir.”

Ülkenin Hanoi ve güneydoğu dışında kalan tüm bölgelerinde (bir araştırmaya göre) çocuklar arasında körlüğe yol açan A Vitamini eksikliğinin (neredeyse tümü tahıldan oluşan bir bes­lenme tarzı nedeniyle) de yaygın olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu durum Bangladeş’tekini andırıyor. (Bkz. 7. Bölüm)

Tahıl piyasasının (Dünya Bankası önderliğinde) kuralsızlaştırılması, dünya pazarına (çok düşük fiyatlarla) kolayca giril­mesine izin verdi ama iç ticaret kanalları tıkandı ve yerel dü­zeydeki kıtlıklar şiddetlendi.17 Bu gelişme Dünya Bankası’nca samimiyetle kabul edildi:

“Tabii ki özel sektör akımları fiyat teşviklerine hemen yanıt verdiler, yiyecek sıkıntısı çekilen bölgelerdeki gıda sorunu bir gecede yok olmaz, çünkü bu bölgelerdeki tüketicilerin artık ta­hıl üreten bölgelere ödenen fiyatı karşılayacak bir alım gücü bulunmuyor. Aslında şu anda Vietnam dışına pirinç ihraç et­mek, pirinci ülkenin gıda sıkıntısı çekilen bölgelerine gönder­mekten mali olarak daha cazip. Hatta özel sektörün gıda ticareti yaygınlaştıkça, gıda sıkıntısı çeken bölgelerde gıda temin ola­nakları başlangıçta düşebilir.”18

Uluslararası Tarım Ticareti Ağına Giriş

Hükümetin tahıl politikasının genel yönü büyük ölçüde ulusla­rarası tarım ticaretinin çıkarları ile çakıştı: Çeltikten vazgeçilip (turunçgiller, melez mısır, ceviz, vb.) değişik mahsûllere dönüş, çeltik tarımı için elverişli bölgelerde (örneğin Mekong Delta’sı) bile teşvik ediliyordu. Örneğin güneydeki Dong Nai eyaletinde çiftçiler çeltikten vazgeçirilmişti, melez mısır tohumları ulusla­rarası bir tahıl tekelinden Devlet Tarım Bankası’nca finanse edilen kasa vadeli kredi ile (aylık % 2.5 faizle) alınıyordu. Ye­tiştirilen mısır hasattan sonra bir ihracatçı Fransız tarım sanayi ortak girişimi olan ve aynı zamanda Taiwan ve Hong Kong’a satılmak üzere et mamulleri üretilebilmesi için iç pazara hay­van yemi satan Proconco tarafından “satın alınıyordu. Kısa vadeli kredi yalnızca belirlenen ticari mahsûllere, tarımsal üre­tim devresini tamamlamak ve malı pazarlamak için gereken za­mandan daha kısa vadelerle (Süngünden az) veriliyordu.

Büyük Bir Pirinç İhracatçısı Olarak Vietnam

1987-89 arasında ve 1992’de çeltik üretiminin olağanüstü artışı Vietnam’ın ithalatçı konumundan pirinç ihracatçısı konumuna geçmesini sağladı. Söz konusu eğilim çeltik ekimine ayrılan topraklarda bir artış olmaksızın sürdürüldü. Bu, büyük ölçüde yeni çeşitlere geçilmesinin yanı sıra küçük çiftçiye oldukça yüksek maliyetler yükleyen kimyasal gübre ve ilaçların kullanı­mındaki artışın da sonucuydu. Hükümet tarım girdileri tedari­kinden çekilmiş; tarım ilacı üreten KiT’ler çökmüştü. Tarım girdilerinin büyük bir kısmı giderek daha fazla ithalatla temin ediliyordu:

“Verimliliğimiz arttı, ama gelirimiz artmadı, yeni tohum çe­şitleri, böcek ilacı ve gübre için Ödeme yapmak zorundayız. Nakliye maliyetleri arttı. Maliyetler artmaya devam ederse, ta­rımsal faaliyetlerimize devam edemez hale geleceğiz; el sanat­ları ve kentte işçilik yapmak dahil tarım dışı istihdam zorunlu; çiftçilik geçinmemiz için yeterli para sağlamıyor.

Büyük ölçüde Mekong Delta’sında genişleyen çeltik üretimi (ve ihracatta buna tekabül eden yükseliş) aynı zamanda arazi yoğunlaşmasının artmasında da etkili oldu. Kızıl Nehir delta­sında küçük çiftçiler Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü’ne(IRRI-Dünya Bankası ve Rockefeller Vakfı tarafından destekleniyor) yerel fidanlıklarda çoğaltılmakta olan yeni bir çeltik türü için işletme payı ödüyorlardı. Devlet, araştırma enstitüleri­nin fonlarını kestiğinden, bu kurumlar çok kârlı bir iş olan tohum geliştirme ve üretim faaliyetine başlamışlardı.

Fakat bunlara rağmen çeltik üretimindeki genişlemenin bir doruğa ulaştığı anlaşılıyor: 1987’den beri sulama altyapısı sağ­lanması ve su koruma ve bakımı konusunda devlet desteğinin kaldırılmış olması gelecekteki ürün miktarını etkileyecek. Büyük ölçekli sulama ve drenaj ihmal edildi: Dünya Bankası “Mekong Deltası dışındaki çiftçilerin bu dönemde artan fiyatla­rı (sulama masrafları) karşılayamayacak kadar yoksul” olduğu­nu kabul etmesine rağmen, maliyetlerin karşılanmasını ve su kaynaklarının ticarileştirilmesini öneriyor.Sürekli sel ve ku­raklık riski bulunması da sonuç olarak düzenli işletme ve ba­kımdan sorumlu devlet kuruluşlarının çöküşünü hızlandırdı. Benzeri bir durum tarımsal destek ve geliştirme hizmetlerinde de görülüyor:

Tarımsal destek hizmetlerinin sağlanması gübre, tohum, kredi, böcek denetimi, veterinerlik hizmetleri, makine hizmet­leri, araştırma ve geliştirme danışmanlığı 1980’lerin sonuna kadar devletin göreviydi,..Bu sistem, kağıt üzerinde hâlâ mev­cut olmasına rağmen, aileye dayalı çiftçilik sisteminin restoras­yonu, gerçek bütçe açıklarının artması ve kamu hizmetlerine ödenen maaşların enflasyon ile neredeyse yok denecek düzeye düşmesiyle gerçekte büyük ölçüde çöktü, Pazarlanabilir ürün veya hizmetleri içeren destek hizmetleri kısmi başarıyla yan özelleştirildi ve kalanlar neredeyse hiç işlemiyor. Destek hiz­metleri bürokrasisinde, çok sayıda insan başka işler yapıyor, bu

(*) Özelleştirilme. (Ç.n.)arada tanım teknoloji okullarından mezun olan yaklaşık 8.000 kişinin “işsiz” olduğu bildiriliyor,”

Arazi Yoğunlaşması

Eğilim, üretimde büyük bir kriz yönünde, kırsal alandaki top­lumsal kutuplaşma artıyor ve arazi sahipliğinde daha büyük bir yoğunlaşma görülüyor: Kızıl Nehir ve Mekong Deltası bölge­sindeki kırsal nüfusun büyük kısmı topraklarını kaybediyor; kıtlıklar artık pirinç üreten bölgelerde de görülmeye başlanıyor. Ulusal Meclis’ten Ekim 1993’te geçen Arazi Yasası’nın taslağı Dünya Bankası Hukuk Departmanı’nın desteğiyle kaleme alın­dı. Arazi Yasası’nın etkileri üzerinde durmak için hukuk uz­manları ve Dünya Bankası seminerler düzenledi:

“Dünya Bankasınca getirilen yabancı uzmanlar Arazi Ya­sası’nın bizim özgün koşullarınıza uygun olduğunu düşünüyor: Eğer çiftçiler sermaye yada kaynak sıkıntısı çekiyorlarsa, ara­zilerini “satabilir”, kentlere göç edebilir yada “gelişkin işlet­melerde” çalışabilir…Topraksızlık yoksulluk nedeni değildir, yoksullar bilgi, deneyim yoksunudur ve az eğitim almışlardır, yoksulların aynı zamanda çok fazla çocuğu vardır.”

Yasaya göre, tarım arazileri (resmi bir uzun vadeli kiralama sistemi ile) serbestçe “transfer edilebilir” (yani satılabilir) ve “etkin bir maddi teminat” olarak ipotek edilebilir (resmen yal­nızca bir devlet bankasına ama gerçekte çok sayıda özel tefeci­ye). Kredi geri ödenemez ise daha sonra “transfer edilebilir” yada satılabilir.

Sonuç (özellikle güneyde) tefecilik ve toprak kiralamanın yeniden ortaya çıkması oldu, bu da kırsal ekonomiyi yeniden Fransız sömürgeciliği döneminin sonunda toprak ve kredi için verilen mücadeleye geri dönmeye zorladı. Arazi yoğunlaşması orta çaplı çiftliklerin gelişmesiyle birlikte (yabancı sermaye or­taklı çeşitli ortak girişimler dahil) güneyde zaten oldukça ilerlemisti. Çoğu devlet çiftliği hem sürekli hem de mevsimlik işçi kullanan ortak girişim çiftliklerine dönüşmüştü. Kırsal nüfusun giderek daha fazla bir kısmını oluşturan topraksız köylüler, kentlerde ya da zengin çiftçiler veya ortak girişimlerce çalıştırı­lan ticari çiftliklerde mevsimlik işçi olmaya zorlandı. Kızıl Ne­hir Deltasında kırsal ücretler günlük 50 cent civarındaydı (1994). Kuzey Vietnam’da toprak kaybetme cezası hâlâ başlangıç halinde olsa da, Arazi Yasası büyük parçalar halinde­ki tarımsal arazinin kentli tüccarlar ve tefeciler tarafından ele geçirilmesinin yolunu açmış bulunuyor.

General Thieu’nun devrik Saygon rejiminin tarım politika­larının yeniden su yüzüne çıktığını belirtmemiz gerekir. Güney­de, 1973’de kırsal alanı “yatıştırma” aracı olarak sunulan ABD “yardım” programlan yetkililerce tümüyle benimsendi. Fakat köyünü terk ederek kurtuluş güçlerinin saflarında savaşmaya gi­den binlerce köylü tarım arazisi için resmi talepte bulunmayan­lardı. ABD toprak dağıtım programının Thieu rejiminin son yıl­larında 1973 Paris anlaşmasının hemen ertesinde uygulandığını hatırlayacaksınız, Savasın “Vietnamlılaştırılma”sı adı verilen bu dönem, Amerikan saldın birliklerinin resmen geri çekilmesi ve Saygon hükümetinin yoğun ABD “yardımıyla boğulması ile çakışmıştı. Tarım Bakanlığına göre, Birleşik Devletler’ den sa­vaş dönemi programı yararlı bir “model”di: “Şu andaki politi­kamız, yeterli mali kaynaktan yoksun olsak da ABD’nin o dö­nemdeki toprak dağıtım programını taklit etmektir.”

Eğitimin İmhası

Reformların belki de en dramatik etkisi sağhk ve eğitim alanla­rında olmuştur. Evrensel eğitim ve okur yazarlık Fransız sö­mürge egemenliğine karşı mücadelenin temel hedefiydi,

1954’den (Fransızların Dien Bien Phu’da yenilmesinin ar­dından) 1972”ye kadar, Kuzey Vietnam’daki ilk ve orta öğretim kayıtları yedi kat artmıştı (700.000’den yaklaşık 5 milyo­na). 1975’deki birleşmeden sonra, güneyde bir okuma yazma kampanyası başlatıldı. UNESCO rakamlarına göre, okur yazar­lık oranları (% 90) ve okul kayıtları Güney Doğu Asya ülkeleri arasındaki en yüksek orandı.

Reformlar eğitim bütçesini yoğun biçimde kısarak, öğret1 men maaşlarını düşürerek ve orta Öğretim, meslek okulu ve yüksek okulları kayıt ücretleri aracılığıyla “ticarileştirerek”, eğitim sistemini planlı ve bilinçli bir şekilde imha etti. Hareket, eğitimi bir metaya dönüştürme yönünde. Birleşmiş Milletler’in resmi jargonuna göre bu şunları gerektiriyor:

“…(eğitim) hizmetlerini tüketenlerin artan tutarları ödemesi, kurumların kendi kendini finanse eder hale gelmesinin destek­lenmesi ve uygun olan yerlerde eğitim ve öğretimi özelleştir­mek için gerekli teşviklerin kullanılması.”25

1945’den beri cehalete karşı yürütülen mücadele de dahil, daha önceki tüm kazanımları tamamen ortadan kaldıran re­formlar, okul kayıtlarında beklenmedik bir düşüşe neden oldu, ilkokulun son yıllarında okuldan ayrılanların oranının da çok yükseldiği gözlendi. Kayıt ücreti ödeme zorunluluğu da 1992’de dikkatle yeniden hazırlanan anayasaya dahil edildi. Resmi verilere göre, ilkokul mezunlarının dört yıllık orta öğre­nim programına katılım oranlan 19S6/87’de ^kayıt ücretleri alınmaya başlanmadan Önce) % 92 iken, 1989/90’da % 72 ye düştü, bu düşüş yarım milyondan fazla öğrenciye tekabül edi­yordu. Benzer biçimde toplam 922.000 öğrenciden 231.000″i lise eğitim programından ayrıldı. Bir başka deyişle, reformların ilk üç yılında {okul çağındaki nüfus % 7’den fazla artmış olmasına rağmen) yaklaşık bir milyon çocuktan dörtte üçü hac eşi­tim sisteminden dışarı itildi. En son okul kayıt verileri elimizde

olmadığı halde bu eğilimin tersine döndüğüne ilişkin hiçbir veri bulunmuyor.26 1980’lerin verileri, ilkokul eğitiminden yılda % 0.8 oranında ayrılma olduğunu, toplam kayıtların artmasına rağ­men bu anısın okul çağındaki nüfus artışının önemli ölçüde ge­risinde kaldığını gösteriyor. Devletin yapısal olarak yeterli mali katkıda bulunmaması gelecek yıllarda ilkokul eğitiminin hızlı erozyonunu şiddetlendirecek.

Devlet eğitime çocuk başına yılda ortalama 3 ile 4 dolar ara­sında bir fon ayırdı (1994). 1994’de Kızıl Nehir deltasında (da­ha önce devlet tarafından karşılanan) okul malzemeleri ve ki­taplarının aileye maliyeti çocuk başına yılda 100 kg. çeltiğe eşitti (ailenin toplam tüketiminin önemli bir kısmı).

Herşeye rağmen, düşen okul kayıtlarına duyulan “ilgi” hü­kümet ve “bağışçılar” tarafından dile getirildi, “birim maliyet­leri arttı ve şimdi ortaya “öğretmen fazlası” çıktı.” Küçülen bir okul sisteminde, “nicelikten çok nitelikle” ilgilenilmeliydi; (“bağışçılar”a göre) bu da fazla öğretmenlerin işten atılmasını gerektirecekti. Bu süreçten eğitim sisteminin tüm basamakları etkilendi: Devlet destekli okul Öncesi kreşler kapatıldı, bundan sonra ticari olarak var olacaklar.

Üniversiteler ve tüm yüksek öğrenim merkezleri kendi mali­yetlerini karşılamaya zorlandı. Uygulamalı araştırma enstitüleri kendi maliyetlerini araştırmalarının ürünlerini ticarileştirerek karşılamaya davet edildiler: “Üniversiteler ve araştırma enstitü­lerine o kadar az mali katkı yapıldı ki, yaşamaları kendilerine bağımsız gelir kaynaklan yaratmalarına bağlı.” Devlet, araştır­ma görevlilerinin maaşlarının ve önemli araştırma enstitülerinin işletme giderlerinin yalnızca % 25’ini karşılıyordu.2″ Herşeye rağmen araştırma kurumlarına verilen tercihli kredilere kısa va­deli kredi faiz oranları uygulanıyordu (yıllık % 2.3 yerine % 1.8).

Mesleki ve teknik eğitimde, Öğretmen yetiştiren Üniversiteler de dahil olmak üzere (kesin “tavanlar”la) kayıtlar dondurul­du, uygulama yabancı bağış kuruluşları ile kararlaştırılan ilke­ler doğrultusunda yapıldı. Sonuç, insan kaynaklan ve nitelikli profesyonel sayısında büyük bir azalmaydı,

Yukarıda aktarılan bağlamda, çoğu araştırma ve öğretim kurumunun mali kontrol ve denetimi, seçerek dövizli maaş des­teği sağlayan, araştırma anlaşmaları vb. yapan yabancı bağış kuruluşlarının eline geçti. Bu kuruluşlar araştırılacak konuları ve akademik programların gelişimini de belirtiyorlardı.

Sağlık Sisteminin Çöküşü

Sağlık alanındaki reformların en hızlı etkisi bölge hastaneleri­nin ve komün düzeyindeki sağlık merkezlerinin çöküşünde gö­rüldü. 1989’a kadar sağlık birimleri tıbbi hizmetlerin yanı sıra temel ilaçları da halka ücretsiz olarak sağlamaktaydı. Sağlık altyapısının 1975’deki birleşmeden sonra geliştirildiği güneyde sağlık kliniklerinin dağıtılması genelden daha hızlı gerçekleşti. Reformlarla birlikte kullanıcı ücretleri sistemi uygulanmaya başlandı. Maliyetin karşılanmasına ve ilaçların serbest piyasada satışına başlandı. Temel ilaçların (kamusal dağıtım sistemi ara­cılığıyla) tüketimi % 89 düşerek Vietnam’ın ilaç sanayisini İfla­sa sürükledi.29

1989’a gelindiğinde yerli ilaç üretimi 1980’deki düzeyine göre % 98.5 düşmüş, birçok ilaç şirketi kapanmıştı. İlaç sanayi­sinin ilaç fiyatlarının serbest bırakılmasını da içerecek şekilde tamamen kuralsızlaştırılmasıyla (şimdi “serbest” piyasada ola­ğanüstü yüksek fiyatlarla el altından satılan) ithal ilaçlar büyük ölçüde yerli markaların yerini almış durumda. Büyük ulus-ötesi ilaç tekelleri için oldukça “küçültülmüş” ama hâlâ yüksek kârlı bir ticari piyasa gelişti. “Serbest” piyasadan satın alınarak tüke­tilen ilaç kişi başına yıllık ortalama l dolar (1993) düzeyinde, bu rakamı Dünya Bankası da çok düşük buluyor.30 Bunun halkın sağlık düzeyi üzerindeki etkisi çok üzücü.

Hükümet (“bağışçı topluluğun” Önderliği altında) tıbbi cihaz alımı ve bakımına yaptığı bütçe desteğini de çekti, bu tüm ka­mu sağlığı hizmetlerinin tamamen felç olmasına yol açtı. Sağ­lık çalışanlarının gerçek ücretleri ve çalışma koşulları kötüleşti; Bir bölge hastanesinde çalışan doktorun aylık ücreti 15 dolara (1994) kadar düştü. Devletin maaşları düşürmesi ve küçük bir özel sektörün doğusuyla birlikte onbinlerce doktor ve sağlık çalışanı kamu sağlık sektörünü terketti. 1991’de yapılan bir araştırma çoğu komün düzeyinde sağlık merkezinin çalışmadı­ğını doğruluyordu: Merkez başına ortalama beş sağlık çalışanı ile sağlık merkezlerine gelen hastaların sayısı günde altı kişinin altına düştü (bir sağlık çalışanına birden biraz daha fazla hasta düşüyordu).31 Reformlardan bu yana, şu anda işletme bütçeleri­nin çok düşmesi yüzünden sıkıntı çeken ülkenin büyük tıp fa­kültelerine öğrenci kabullerinde de belirgin bir düşüş olmuş du­rumda.

Bulaşıcı Hastalıkların Yeniden Canlanması

Sıtma, verem ve ishal gibi çok sayıda bulaşıcı hastalığın yeni­den ortaya çıktığı Sağlık Bakanlığı ve bağışçılarca kabul edildi. Bir WHO (Dünya Sağlık Örgütü ç.n) araştırması reformların ilk dört yılında tedavi hizmetlerinin çökmesi ve sıtma ilacı fi­yatlarındaki yükselme nedeniyle sıtmadan ölenlerin sayısının üç kat arttığını doğruluyor. Bu verilerde çarpıcı olan sıtmadan ölenlerin sayısının resmen bildirilen sıtma artış oranından daha hızlı artmış olmasıdır, tedavi edici sağlık hizmetlerinin çöküşü (sıtmadan) ölümlerin anısını şiddetlendirmekte tayin edici rol oynadığı öne sürülrnektedir.1 Bu eğilimler komün düzeyindeki verilerde açıkça doğrulanmaktadır:

“Sağlık durumu çok daha iyiydi, önceden verem için yıllık kontroller vardı, şimdi sıtmayı tedavi etmek için ilaç yok, çiftçilerin bölge hastanesine gidecek paraları yok, kullanıcı ücret­lerini Ödeyemeyecek durumdalar.,.””

Dünya Bankası sağlık sisteminin çöktüğünü kabul etmiştir (ancak bunun altında yatan makro-ekonomik “nedenler” belir­tilmemiştir):

Geçmişteki olağanüstü performansına rağmen Vietnam sağ­lık sektörü şu anda güçsüzleşmiştir…Ciddi bir ilaç, tıbbi malze­me ve tıbbi cihaz sıkıntısı var ve devletin sağlık klinikleri bü­yük ölçüde kullanılamaz durumda. Sağlık sektöründeki kaynak sıkıntısı o kadar fazla ki, bunların gelecekte çalışmaya devam etmesi için gerekli girdilerin nereden olanak bulunarak sağlana­cağı bilinmiyor.”

Dünya Bankası ishal, sıtma ve solunum yollan enfeksiyonu gibi bulaşıcı hastalıkları kontrol programlarının uygulanmasını kabul etti ama bu hastalıklar “(geçmişte) Vietnam’ın en başarılı sağlık müdahaleleri arasındaydı, şimdi önerilen “çözümler” ise kamu sağlığının doktor ve sağlık çalışanı fazlasının yığınsal olarak isten atılmasıyla “ticarileştirilmesi”nden (yani metalaştırılması) oluşuyor. ‘Dünya Bankası sağlık çalışanlarının ücretle­rinin aynı bütçe paketi içinde artırılmasını önerdi: “Kamu sağlı­ğı alanında çalışanların ücretlerinin artırılması peşinden zorun­lu olarak birçok sağlık çalışmasında büyük azaltmalar yapılma­sını getirecektir.,.””

Reformlar sosyal sektörleri vahşice parçaladı, Vietnam hal­kının yaklaşık 40 yıldır sarfettiği çabaları ve mücadeleyi yok et­ti, eski ilerlemenin kazanımlarını tersine çevirdi. Kararlı ve ke­sin bir model var: Sağlığın ve beslenmenin bozulması (hemsn reformları izleyen yıllarda) okul kayıtlarında görülenlerle aynı (kronoloji de aynı). Vahşi ve cani bir savacın ertesinde dünya toplumu eski savaş dönemi düşmanına karşı uygulanan makro ekonomik politikanın “öldürücü” etkisinin farkına varılmalıdır.

DÖRDÜNCÜ KISIM

LATİN AMERİKA

9.BOLUM

BREZİLYA’DA BORÇLANMA VE “DEMOKRASİ»

Fernando Collor de Mello’nun başkanlığı sırasında yaşanan si­yasi skandal Brezilya devletinin yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol oynadı. “Demokratik yollardan seçilmiş” ilk baş­kan, askeri diktatörlüğün sonuna olduğu kadar, kredi kuruluşla­rı ve Washington merkezli uluslararası finans kuruluşlarının doğrudan kontrolünde yeni bir “otoriter demokrasi”ye geçişe de işaret ediyordu.

1992 Haziran’ında yapılan Rio Dünya Zirvesi’nin birkaç hafta sonrasında bir meclis araştırması, Başkan Collor’un göre­vini kötüye kullanarak, sözcüsü ve eski başkanlık kampanyası yöneticisi P.C. Farias aracılığıyla kamu fonlarım da içeren mil­yonlarca dolarlık bir haraç alma işine kişisel olarak karıştığını doğruluyordu. Komisyon işlemlerinden (inşaat şirketlerinin hü­kümetle yaptığı sözleşmelerden de alınanlar dahil olmak üzere) alman paralar “hayali banka hesapları”na yatırılmış ya da karısı Rosane’nin kılık kıyafetini de içerecek şekilde başkanın ailesinin kişisel harcamalarım ödemek için kullanılmıştı. Kamuoyu­nun dikkati bu siyasi skandala ve başkanın utanç verici dav­ranışına çevrilmişti: Televizyonda yayınlanan meclis oturumla­rının izlenme oranlan Olimpiyat Oyunlarımdan daha yüksekti.

Bu arada (“halkın gözünden uzak tutulan”) “perde arka­mda, Collor’un maliye bakanıyla uluslararası kredi kuruluşları arasında milyarlarca dolarlık diğer bir işin pazarlığı yapılıyordu: Bu “kapalı kapılar ardındaki” görüşmeler kronolojik olarak başkana açılan dava süreciyle çakıştırılarak, 1992’nin Haziran’ından Eylül’üne dek yürüıüldü. Bakanlar, başkana olan desteklerini çekerek hükümetten istifa ettiklerini halka açıkladı­lar. “Uluslararası düzeyde saygınlığı olan” maliye bakanı Bay Mardlio Marqucs Moreiru, IMF ve kredi veren ticari kuruluş­larla kurulacak gerekli ilişkileri sağlamak üzere kolluğunda kaldı. Devletin zayıflamasıyla birleşen Sao Paulo borsasının is­tikrarsızlığı ve sermaye kaçışı hükümet üzerindeki baskılan da­ha da artırmaya yaradı. Ticari bankalarla yapılan görüşmeler Başkan Coİlor tarafından 1992 Haziran’ında, skandal patlak verdiği sırada ilan edilmişti.1 Uluslararası bankalara (Brady Planı doğrultusunda) 44 milyar ABD Dolan borçlanılarak ger­çekleştirilecek “yeniden yapılanma” formülü hakkında bir ön anlaşma, Collor’un 29 Eylül I992’de senato tarafından suçlan­masından kısa bir süre önce açıklandı. Bu tam bir satıştı: Bu anlaşma sonucunda Brezilya’nın borç yükü önemli ölçüde arta­caktı/

Başkanı suçlama kampanyası halkın dikkatinin gerçek top­lumsal meselelerden uzaklaştırılmasına yardımcı olmuştu. Hal­kın büyük çoğunluğu, 1990 yılının Mart ayında şaibeli ekonomi ve maliye bakam Bayan Zeüa Cardoso de Meilo tarafından başlatılan “Collor Planı” ve halefi Marcilio Marqııes Moreiıa’nın bunu izleyen daha Ortodoks ama aynı derecede yıkıcı ekonomik tedavisi yüzünden yoksullaşmıştı: İşsizlik yaygınlaşmış, reel ücretler düşmüş, sosyal programlar ezilip geçilmişti.

Kruzer’in değerinin düşürülmesi kreditörlerce zorla kabul ettirilmişti, enflasyon ise daha çok IMF’nin “enflasyon karşıtı programlanın sonucu olarak ayda % 20’nin üzerinde seyret­mekteydi. IMF’nin Brezilya’yı 1991 yılında zorladığı1 reel fa­iz oranlarındaki artış, iç borçlanmanın körüklenmesine katkıda bulunduğu gibi ‘sıcak” ve “kirli” para akışını Brezilya banka sistemine yöneltmişti. Üçyüz kadar büyük finans ve sanayi ku­ruluşu muazzam kârlar elde etmişti. “Kâr güdümlü enflas­yondan büyük ölçüde bu gruplar sorumluydu; Gayrisafı Yurti­çi Hasıla’da (GSYH) sermayenin payı 1980’de % 45 iken 1990’lann başında % 66’ya yükselmişti. Milliyetçi askeri re­jimlerin tam olarak başaramadığı ekonomik elitlerin güvence altına alınması işini “demokrasi” (uluslararası kredi kuruluşla­rıyla birlikte) sağlamıştı.

IMF’nin “gizli gündemi”nde, kredi veren kuruluşları destek­lemenin yanı sıra merkezi devleti zayıflatmak da vardı, 1980’ler boyunca zaten doksan milyar dolarlık borç faizi öde­mesi yapılmıştı ki, bu neredeyse dış borcun toplamı (120 mil­yar ABD Doları) kadardı. Yine de esas hedef, alacakları topla­mak değildi. Brezilya’ya borç veren uluslararası kredi kuru­luşları bu ülkenin gelecekte de borçlarını ödeyen bir ülke ola­rak kalmasını ve ulusal ekonomiyle devletin onların çıkarlarına uygun olarak, doğal kaynakların ve çevrenin yağmasının de­vam edeceği, ucuz emek gücüne dayalı ihraç ekonomisinin sağlamlaştırılacağı ve en kârlı devlet işletmelerine yabancı serma­yenin el koyabileceği şekilde yeniden yapılanmasını güvence altına almak istiyorlardı.

Devletin varlıkları borçlara karşılık olarak özelleştirilmeli, ücretler enflasyondan bağımsızlaştırılması ve işten atmalar so­nucunda emek gücü maliyeti düşürülmeliydi. Enflasyon doğru­dan makro ekonomik reformlar tarafından planlanıyordu. Yoksulluk bu reformların yalnızca “sonucu” değildi, IMF ile an­laşmanın “açık bir şartı”ydı da.

Brezilya’nın Borçlanma Oyunu: 1. Perde: Collor Planı

Brezilya’nın “borçlanma oyunu”nun “kahramanları” kimlerdir? 1990 yılında başlatılan “Collor Planı” IMF tarzı Özelleştik meyi ve ticaretin serbestleşmesini içeren müdahaleci bir para politikasıyla, istikrarsız döviz kurlarının bileşiminden oluşan olağandışı bir “kokteyl’di. 31 milyar dolarlık bir bütçe açığın­dan kurtulunmalıydı, 360.000 federal kamu çalışanı işten atıl­malıydı, altı bakanlık kaldırılmalıydı. Başkanlık töreninden kı­sa bir süre sonra 1990 Mart’ında açıklanan “Collor Planı” bir­çok açıdan 1989’da Sarney hükümetinin kabul ettiği “Verao Planı”nın devamı niteliğindeydi. 360.000 çalışanın işten atılma­sı hedefine ulaşılamadı, çünkü hükümetin işten çıkartma karar­larını meclis onaylamadı. Yalnızca 14.000 işçi, işten çıkarma tazminatı ödenerek işten atıldı Bunların bir çoğu Itamar Franco’nun başkanlığı sırasında yeniden işe alındı.

Maliye Bakanı Bayan Zelia Cardoso de Mello’nun enflasyo­nu denetim altına almak için uyguladığı nahif bir monetarist politikayla tasarruf hesapları donduruldu: “Enflasyon bir kap­landır, biz bu kaplanı öldürmeliyiz”. Alınan önlemler enflasyon yerine “ekonomik canlılığı öldürdü”, işsizlik rekor düzeye çıktı ve küçük işyerleri banka mevduatlarının dondurulması yüzün­den büyük darbe aldı, önlemler yalnızca 1990 yılında 200.000 kişinin işten atılmasına yol açtı. Örgütlü emek “Collor Planı”na 1990 Eylül’ünde bir milyondan fazla işçinin katıldığı bir grevle yanıt verdi. Ekonomist Paulo Singer “Şok çok büyüktü, acıma­sızdı ve gereksizdi” diyordu.

Collor Planı’nın “gizli gündemi” kamu harcamalarını kıs­mayı ve ücretleri azaltmayı, böylelikle iç ve dış borçlara gerekli olan parayı açığa çıkartmayı içeriyordu. Yine de Brezilya’nın dış borçlarının geri ödenmesi hâlâ Önceki başkan Sarney’in borçlanmayı gözeten milliyetçi tutumunun izlerini taşıyordu, örneğin, (uluslararası bankaların ciddi hoşnutsuzluğuna yol aç­an) borç servisini tüm faiz ödemelerinin % 30’uyla sınırlayan “kısmi bir moratoryum” gibi.

IMF “Collor Planı”na “onay damgası”nı vurmuştu ancak 1990 Eylül’ünde onaylanan stand-by’la verilecek 2 milyarlık krediyi hâlâ elinde tutuyordu. IMF Yönetim Kurulu üyesi Michel Camdessus; “[IMF] yürütme kurulunun onayına başvurma­dan önce, bankalarla yapılan görüşmelerin doğru yönde ilerle­diğinden ve sonuçlarının doyurucu olduğundan, emin olmalı­yım”4 diyordu.

Hükümet uluslararası kredi kuruluşlarıyla borçlanma gö­rüşmelerini birkaç hafta sonra yeniden başlattı. Collor’un borç­lanma görüşmelerine katılan baş adamı Jorio Dauster “borç ödemelerinin Brezilya’nın ödeme gücüyle sınırlanması gerekti­ğini”5 hiç de inandırıcı olmayan bir şekilde ileri sürüyordu. 22 ticari bankanın Citicorp tarafından yönetilen danışmanlar grubu IMF’nin borç para anlaşmasını veto ederek ve çokuluslu banka­lara Brezilya’ya “yeni para” vermeme talimatı vererek misille­me yaptılar.6 Bu veto G-7’nin Washington’daki toplantısında resmi olarak tasdik edildi. Ardından Birleşik Devletler Hazinesi Dünya Bankası ve Inter-American Kalkınma Bankası’na (IDB) Brezilya’ya verilecek tüm yeni borçlan ertelemesini emretti, IMF de ticari bankalardan ve ABD yönetiminden gelen kesin yönergelere uyarak Brezilya’ya yapacağı ziyareti erteledi. IMF zaten kreditörler adına borçlu ülkelerin ekonomik politikaların­daki reformları yürütmekten sorumlu bir “mali bürokrasi”ydi.

Brezilya hükümeti bir kısır döngüye düşmüştü: Ticari ban­kalara geri Ödeme yapılması için gerekli “taze para”yı IMF’nin vermesi aynı ticari bankaları temsil eden danışmanlar grubu ta­rafından engellenmişti: içinden çıkılmaz bir durumdu bu. Hükümet IMF’nin istediği tüm şartlan yerine getirmişti ancak Brezilya hâlâ kara listedeydi. Dahası, ticari kreditörlerin talep­lerim karşılamaktaki başarısızlık kolayca ilerideki misillemele­rin ve kara listelerin bir bahanesi haline gelebilirdi. Gerilim tır­manıyordu. Brezilya’nın maliye bakanı Bayan Zelia Cardoso de Mello, Inter-American Kalkınma Bankası’nın 1991 NÜ san’ında Japonya’da, Nagoya’da yaptığı toplantılarda, öfkeli bir şekilde, G-7’yi Brezilya’ya verilecek çokuluslu kredileri en­gellemekte haksız siyasi baskı kullanmakla suçladı.7

//, Perde: f(Washington Konsensusu”na Boyun Eğiliyor

Nagoya toplantıları Önemli bir dönüm noktasına işaret etti. “Ulusalcı retorik” ve uluslararası finans topluluğuyla atışmak zamansız ve uygunsuz addediliyordu. Mayıs’ın başında Zelia Cardoso’ya görevden el çektirildi. “Washington Anlaşmasıyla “daha uyumlu” bir ekip iş başına getirildi. Marcilio Marques Moreira’nın ekonomi ve maliye bakanı olarak atanması ABD yönetimi ve uluslararası finans kurumları tarafından iyi karşı­landı.* Marques Moreira Washington’da büyükelçi olarak görev yaparken IMF’den Michel Camdessus ve ABD Hazinesi müs­teşarı David Mulford’la yakın kişisel ilişkiler geliştirmişti. Ze­lia Cardoso’nun borçlanma görüşmelerine katılan delegesi Jorio Dauster da görevden alınmış ve yerine Inter-American Kal­kınma Bankası’nın danışmanlarından ve Dünya Bankası’nın es­ki yönetim kurulu üyelerinden biri olan Pedro Malan getirilmi­şti. Collor’un başkanlığının ikinci döneminde Brezilya’nın bo­rçlanma görüşmelerinin ilerlemesinde Marques Moreira’nın ki­şisel bağları kadar, Malan’ın Washington sahnesinde on yıldan uzun bir süre yer almış olması da önemli bir etkendi.

1991 yılının Haziran ayında Brezılya’ya Jose Fajgenbaum başkanlığında yeni bir heyet gönderen IMF, Citicorp’un baş­kanlık ettiği danışmanlar grubunun talimatlarına verdiği “onay damgası”™ geri almıştı. Makro ekonomik reformlara ilişkin ye­ni görüşmeler başlatılmalıydı. IMF heyeti adımı konuşan Jose Fajgenbaum, Brezilya IMF’yle yeni bir borç anlaşması yapmak istiyorsa “Anayasa’daki düzeltmeleri de kapsayacak yapısal ekonomik reformları yapmasının şart olduğunu*”‘ belirtti. Parla­mentoda, IMF’nin “devletin iç İşlerine karıştığı” suçlamasıyla bir patırtı koptu. Başkan Collor IMF’den heyet başkanı olarak Fajgenbaum yerine “daha nitelikli birini” atamasını rica etti. New York Times “IMF’yle olan savaşında Başkan Collor için popülist bir zafer” dedi.10

Olay “talihsiz bir yanlış anlaşılma” olarak adlandırıImakla birlikte Fajgenbaum’un demeci IMF’nin uygulamalarıyla fazla­sıyla uyumluydu.” IMF, devlet gelirlerinin daha büyük bir kıs­mının ticari bankalara borç servisi yapmaya yönlendirilmesine olanak verecek “çok daha güçlü bir ekonomik reçete”nin be­nimsenmesini istiyordu. Ancak 1988 Anayasası’nın bazı mad­deleri bu hedeflere ulaşılmasının önünde duruyordu. IMF, kamu sektöründe çalışanlar kitlesel olarak işten atılmadan bütçe hedeflerine ulaşılamayacağının tamamen farkındaydı. Ve yine bunun yapılması 1988 Anayasasındaki federal memurların iş güvencesini garanti altına alan bir maddenin değiştirilmesini gerektiriyordu. Aynı zamanda devletin (anayasada bulunan) mali düzenlemeleri ve federal hükümet kaynaklarından karşıla­nan belediye düzeyindeki programlar üzerinde de tartışılıyordu. Bu düzenlemeler federal hükümetin sosyal harcamaları kısma ve gelirleri borç servisine aktarma gücünü sınırlıyordu.l! IMF’nin ve ticari bankaların görüşüne göre anayasanın değişti­rilmesi zorunluydu. 198S Anayasasında yer alan devletin emeklilik planı maddeleri (A Previdencia Social) federal hükü­metin borç servisi yapmasına engel teşkil ediyordu. Ekonomi­nin stratejik sektörlerindeki devlet işletmelerinin özelleştirilme­si de (Örneğin, petrol ve telekomünikasyon) anayasal bir düzenleme gerektiriyordu.

IMF’yle görüşmelerin ikinci turu 1991’in sonlarına doğru tamamlandı: Michel Camdessus Başkan Bush’un Hazine Baka­nı Nicholas Brady ve Hazine Müsteşarı David Mulford’la gö­rüşmeler yaptıktan sonra yeni bir anlaşmaya onay verdi.13 Marcilio Marques Moreira tarafından hazırlanan ikinci Niyet Mek­tubu bizzat Başkan Collor de Mello tarafından Michel Camdessus’a Aralık ayında, Kolombiya’da, Cartagena’daki Latin Ame­rikan Zirvesi sırasında yapılan kahvaltılı toplantıda verildi (Zelia Cardoso tarafından 1990 Eylül’ünde hazırlanan ilk mektu­bun yırtılıp atıldığını anımsayın).

İmzalanması yirmi ayı aşan bu (2 milyar dolarlık) yeni borç anlaşması, artık nasıl olduysa(î), Brezilya hükümetini çok daha yıkıcı bir ekonomik reformlar dizisini uygulamak zorunda bıra­kıyordu.” Mali düzenlemeler insanlık dışıydı: Cari harcamala­rın % 65*i şimdiden borç servisine ayrılmıştı ve IMF sosyal harcamalarda daha fazla kesinti istiyordu.

Anlaşma karşılıklı (yazılı olmayan) anlayışla açık olarak imzalandı ki Brezilyalı yetkililer Paris Kulübüyle görüşmelere yeniden başlayabilsin ve ticari bankalarla gecikmiş borç servi­siyle ilgili tatmin edici bir anlaşmaya varabilsin. Ticari borçlar­la ilgili anlaşma, Marcilio Marques’in sözleriyle, “fırsatlarla dolu yeni bir sayfa açıyordu. Bu, ‘Yeni Brezilya *nın uluslarara­sı topluluğa dinamik, rekabetçi ve çok etkili bir tarzda yeniden girişi”™”15 temsil ediyordu.

///. Perde: Collor’un Suçlanmasının Ertesi

Borçlanma oyununun üçüncü perdesi Itamar Franco’nun veka­leten başkanlık görevine getirilmesiyle açıldı.16 Biçimsiz bir başlangıç: Yeni başkan, elinin kolunun bir yıl önce IMF’yle imzalanan anlaşmayla bağlandığını farketmeksizin gerçek üc­retleri artırmaya, kamu hizmetlerinin fiyatlarını düşürmeye ve özelleştirme programında değişiklik yapmaya söz verdi. Soldan sağa kadar uzanan (Komünist Partisi eski başkanının öncülü­ğündeki) partiler koalisyonunun ezici meclis çoğunluğuna rağ­men, Itamar Franco kabinesi Washington kurumlarının onayını hemen alamadı.

Franco’nun popülist demeçleri hem kredi kuruluşlarını hem de ulusal seçkinleri sinirlendiriyordu. IMF yeni hükümete karşı çok daha katı davranmaya karar^verdi. Itamar Franco’nun baş­kanlığının ilk yedi ayında üç maliye bakanı atandı, hiçbiri IMF’den dostça bir onay görmedi. Bu arada IMF borç anlaşma­sındaki ekonomik ilerlemeyi denetlemek üzere denetçiler gön­dermişti; bütçe açığı için konan üç aylık hedeflere ulaşıla­mamıştı (ve anayasal değişiklikler olmaksızın ulaşılamazdı da). Vergi reform tasarısı meclisten IMF’nin arzu ettiği gibi geçme­sine rağmen, programın “yolunda gitmediği” di: sunuldu. Stand-by kredisinin ödemeleri kesildi, Brezilya “yeniden kara üsteye” alındı ve IMF ile ekonomik reform konusundaki görüşmeler bir kez daha başa döndü, ,

Itamar’ın ikinci maliye bakanı Paulo Haddad’la bu sefer 1993 Şubat’ında Washington’da yapılan bir başka kahvaltılı toplantıda, Michel Camdessus IMF’nin onayının alınabilmesi için yeni bir ekonomik programın altmış gün içerisinde gelişti­rilmesinde ısrar etti. Dahası, bir stand-by kredisinin ticari ban­kalarla son anlaşma resmi olarak imzalanmadan önce kabul edilmeyeceği ve bu yüzden sırasıyla reform politikaları ve borçların yeniden yapılandırılmasıyla ilgili olarak kararlaştırı­lan son tarihlerin bunlarla uyumlulaştırılmasının zorunlu oldu­ğu IMF tarafından açıklığa kavuşturuldu.17

Kaybedecek vakit yoktu. Birkaç hafta sonra, yine, iki yıl ön­ce anayasal reformu ima ettiği için adı kötüye çıkmış olan Jose Fajgenbaum’un başkanlığında bir IMF heyeti Brezilya’ya gel­di. Görevlilerdeki istikrarlılık ise IMF tarafındaydı… Brezilya tarafında değil! Paulo Haddad artık yetkili değildi. Heyetin geldiği sırada bakanlığın ekonomi ekibine bir düzensizlik ha­kimdi; Ekonomi ve Maliye Bakam birkaç gün önce değişmişti. Itamar Franco’nun üçüncü Maliye Bakanı Eliseu Resende Nisan’ın sonunda Camdessus’la buluşmak üzere Washington’a gidecekti. Mayıs ayında görevinden alındı.”

  1. Perde: Maliye Bakam Olarak Marksist Bir Sosyolog Atanıyor

“Borçlanma oyunu”nun yeni evresi, seçkin bir entellektüel ve marksist bir sosyolog olan Fernando Henrique Cardoso’nun maliye bakanı olarak atanmasıyla başladı. İlk başta oldukça kaygılı olan iş çevreleri kısa sürede rahatladılar; Yeni bakan solcu yazılar yazmasına rağmen (inter alia “çevre ülkeler kapi­talizminde toplumsal sınıflar”), neo-liberalizmin ilkelerini uygu­layacağına dair tam güvence verdi: Önde gelen bankacılar ve sanayicilerle yapılan bir toplantıda “yazdığım her şeyi unu­tun…’1 dedi. Cardoso birkaç yıl önce Brezilya’daki toplumsal sınıflara ilişkin eleştirel çözümlemesinden ötürü “yılın aydını” olmaya aday gösterilmişti.

1993 yılının Temmuz ayına gelindiğinde ekonomik reform­ların yönetimini tamamen yeni bakana emanet eden Başkan Ita­mar Frunco, siyasi iktidardan neredeyse elini eteğini çekmişti. Maliye bakanı eski bir muhalif senatör olarak, IMF reformları­nın geçirilmesinin meclisten destek toplanması kadar, sivil top­lumun manipülasyonunu da gerektirdiğini kavrıyordu. Kamu­oyu, ücretlerin enflasyondan bağımsızlaştırılması önerisinin “enflasyonla savaşmanın” tek aracı olduğuna inandırılmalıydı, 1°93 Harran’ında Cardoso, Meclis’in ilerideki oturumlarında anayasanın gözden geçirilmesi gereksiniminin önemine işaret ederken, eğitimde, .sağlıkta ve bölgesel kalkınmada %50 bütçe kesintisi yapılacağını ilan etti. Cardoso’nun ücretler üzerine yaptığı öneriyle ki meclisin onayını almıştı ücretler, gerçek anlamda % 3Te kadar düşebilecekti, bu düşüş halkın kesesin­den (ve elbette kreditörlere doğru!) l milyar dolarlık bir tahmi­ni “tasarrufa denk düşüyordu.10

  1. Perde: Ticari Borçlar Yeniden Takvime Bağlanıyor”

Borçlanma oyunu son evresine 1994 yılının Nisan ayında ulaş­tı. Brady Planı’na göre 49 milyar dolarlık ticari borcun “yeni­den planlaması” üzerine bir anlaşma New York’da imzalandı. Anlaşma Cardoso ve 750 kadar uluslararası kredi veren banka adına hareket eden Citibank Corp Başkan Yardımcısı William Rhodes arasında dikkatle ele alındı.

Görüşmenin Önceki turlarının aksine bu turda, 1988 Anayasası’ndaki değişiklikler de dahil olmak üzere, “tavsiye edilen” önemli yasama maddelerine tam geçiş için kesin son tarihler saptanmıştı. Ticari bankalar adına yasama sürecinin zorlanması ve titizce denetlenmesi konusundaki bürokratik görev IMF’ye verilmişti. Maliye Bakanı Cardoso’nun sivil toplumu manipüle etme çabalarına, siyasi destek toplamasına ve değişik reformla­rı “bağımsız” parlamentoda iteklemesine rağmen yine de za­man geçiyordu. IMF’yle bir “Niyet Mektubu”nun imzalanması­nın son tarihi olan 16 Mart geçirildi. Ticari bankaların yönetim kurullarıyla yapılacak anlaşmanın “son tebliğ tarihi” adı verilen kesin tarihi 17 Mart olarak saptanmıştı.

15 Nisan anlaşması yerleşik uygulamaların aksine biçimsel olarak yetişirken (ki bunun için öncelikli olarak borçlanmanın yeniden yapılandırılması programına yardımcı olacak bir IMF stand-by kredisinin onaylanması gerekliydi), ekonomik reform­ların her şeye rağmen “doğru yolda” olduğu varsayıldı. IMF Yönetim Kurulu üyesi Mıchel Camdessus alman tedbirlerden etkilendiğini belirtti ve hükümetle daha yakındım işbirliği yapma sözü verdi. Ardından Cardoso (bu sırada başkanlık seçimle­rine aday olmuştu) IMF’nin “daha ileri işbirliği sözü”nün (bu bir kez daha ekonomik programın ana öğelerinin yerinde oldu­ğunu göstermişti) borçlanmanın yeniden yapılandırılması işinin devam etmesi için yeterli olduğunu açıkladı. Parlamenter sü­reçteki “talihsiz gecikmelere” rağmen esas şart devletin mali kaynaklarının büyük bir kısmının alacaklılar lehine serbest bı­rakılması karşılanmıştı; yasama, “Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu”nun (Dünya Bankası’nın modeline uygun olarak) yaratıl­ması da dahil olmak üzere IMF’nin mali reformlarını onay­lamıştı. Meclis’teki oylama (bir anayasal değişiklik gerektiri­yordu) hükümeti, devletin gelirlerini borç servisine doğru yön­lendirirken federal bütçede % 43 oranında (kamu yatırımları da dahil olmak üzere) bir kısıntıya gitmeye zorlamıştı.

Kreditörler tarafından alınması zorlanan önlemler, birbirini izleyen “şok tedavileri” sonucunda, zaten çöküşün eşiğinde olan Brezilya’nın toplumsal programlarına son öldürücü darbe­yi vurdu. Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu, eşzamanlı olarak mutat hükümet programlarının devreden çıkarılması ve çok sa­yıda devlet memurunun işten atılmasından elde edilecek “bütçe kesintilerinden finanse” ediliyordu (yani fonların Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu’na transferi anlamına geliyordu). Bu düzenlemenin resmen başlaması önemli bir siyasi dönüm nok­tasını temsil ediyordu; toplumsal politikada bağımsızlıktan vaz­geçiliyordu, bundan böyle bütçeler ve örgütsel yapılar doğru­dan, kredi veren uluslararası bankalar adına hareket eden Was­hington merkezli Bretton Woods kuruluşları tarafından denetle­necekti. Devletin toplumsal programlarının çöküşü ve yıkılışı ile hükümetin emeklilik planının (Prevedencia Social) bir bölü­münün aşama aşama sona erdirilmesi anlaşmanın imzalanması­nın “ön koşuluydu11. Dahası reformlar, tüm ücret sözleşmelerini yeni bir para birimine, URV’yc (ya da “real”)2′ çevirirken kamu sektörüne de “bu maaş tavanı” yerleştirilerek reel ücretlerin sı­kıştırılmasını22 planlıyordu. Yasamanın farklı bir parçasını ge­rektiren sonraki reform, peşin peşin Washington merkezli bü­rokrasiyle yakın dayanışma içinde (kapalı kapılar ardındaki yüksek düzey görüşmelerle) halledilmişti, Brezilya’nın ekono­mi politikalarından sorumlu devlet bakanı Winston Fritsch 1993 Ekim’inde yanlışlıkla basma “ücretlerin (enflasyona ba­ğımlı) herhangi bir endekse bağlanmadan belirlenmesi planının iskeletini IMF’ye götürebileceğini”” sızdırıyordu.

IMF’nin “ekonomik tedavisi”, 1988 Anayasası’yla güvence altına alınmış olan merkezi hükümetle bölgesel hükümetlerin ilişkilerini önemli ölçüde yeniden tanımlıyordu. Önerilen mali reform “model”! bu açıdan kredi veren uluslararası kuruluşların 1990 yılında Yugoslavya’ya dayattıkları modele (Bkz. 13. Bö­lüm) yakındı: Sağlık, eğitim ve konut için ayrılarak devlete ve belediyelere aktarılan federal kaynaklar donduruluyor, bölgeler “mali olarak özerk” hale getiriliyor ve federal Hazine’nin payı­na düşen tasarruflar artık faiz ödemelerine ayrılıyordu.

Ancak IMF aynı zamanda petrol ve telekomünikasyon ala­nındaki devlet işletmeleri olan Petrobras ve Telebras’ın hızla özelleştirilmelerini sağlayacak anayasal değişiklik gereksinimi­ni de belirtmişti.

Cardoso, Collor’un başkanlığında kendisinden önce maliye bakanlığı yapanlardan “çok daha iyi bir performans” sergile­mişti. IMF programını yürütmekteki “başarı”sı Ödüllendirildi. Maliye bakanı 1994 seçimlerinde milyonlarca dolarlık bir med­ya kampanyasıyla ve ülkenin büyük iş çevrelerinin seçim kam­panyası süresince fiyatları artırmama kararıyla yoğun biçimde desteklenerek başkan seçildi. Daha Cardoso maliye bakanıyken yeni para birimine geçiş ücretlerin endekse bağlanmamasını sağlamıştı. Ancak onun başkan olarak seçilmesinden önceki ay­ların olağanüstü düşük enflasyonu, Cardoso’nın adaylığına destek bulmaya, özellikle de emek pazarının kıyısında yaşayan halkın en yoksul kesimlerinin desteğini sağlamaya yardımcı ol­muştu.’4

Femando Collor de Mello döneminde kurulan otoriter de­mokratik rejimin sürekliliği güvence altına alınmıştı. Brezilya’ya kredi veren en büyük bankalarından birinin bir üst düzey yöneticisinin dediği gibi:

“Coilor’un çift kişiliği vardı, ekonomik reforma fazlasıyla inanmıştı, Brezilya halkının isteklerini yerine getirmekte bir ka­talizör gibi hareket etti…, Marcilio Marques Moreira’mn Mali­ye Bakanı olduğu ikinci kabine en iyisiydi, bugün [1993] Fernando Henrique Cardoso doğru şeyi, daha düşük bir hızla yapı­yor… IMF’nin saptadığı bütçe açığını kapatma hedefine ulaşmak için Meclis 6 milyar dolarlık bir bütçe kesintisini ka­bul etmek zorundadır, diğer bir 6 milyar dolar ise Anayasanın gözden geçirilmesiyle, esas olarak da kamu çalışanlarının işten çıkartılmasıyla gelecektir… Bizim Brezilya’da gereksindiğimiz “yumuşak bir Pinochet hükümeti”dir, bunun sivil olması tercih edilmeli, Fujimori’ninki gibi bir şey olmalı, askeri yönetim bir seçenek değildir../’

  1. Perde, Kapanış: Yoksulluk Kreditörlere En Az Maliyetli Olacak Şekilde Yönetiliyor

Makro ekonomik politikalar, bir metropol bölgesinden diğerine giden göçebe bir emek gücü oluşmasına yol açarak topraksız köylülerin kırsal kesimden “atılması”nı hızlandırdı. Şehirlerde (favelas’ı oluşturanlardan toplumsal olarak ayrı olan) tamamen yeni bir “kent yoksulu tabakası” ortaya çıkmıştı; o ana dek orta ve alt sınıf mahallelerinde oturan binlerce ücretli işçi ve beyaz yakalı çalışan buraları boşaltmış, toplumsal olarak marjinalleşmiş ve gecekondu bölgelerinden de genellikle “dıslanmış”lardı.

Fernando Hcnrique Cardoso’nun 1994 yılında hazırladığı Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu, bir “toplumsal mühendislik'” yaklaşımım gerektiriyordu; “yoksulluğu yönetecek” ve toplum­sal huzursuzluğun kreditörlere maliyetini azaltacak bir siyasal çerçeve. “Yoksullara yardım” için hazırlanan sözde “hedeflen­miş programlar”ın, “fiyat iyileştirmeleri”, sağlık ve eğitim hiz­metlerinin özelleştirilmesiyle birleştirilerek, toplumsal prog­ramların elde edilmesi doğrultusunda “daha etkili” bir yol olu­şturacağı söyleniyordu. Aynı zamanda Ulusal Sosyal Güvenlik Kurumu (USGK), aslında kent ve kır işçilerinin sigorta primi katkılarını artırarak, gittikçe “kendisini finanse eder” hale gele­cekti.’5 Devletin hizmet bakanlıklarının yetki alanından çıkarttı­ğı birçok program bundan böyle Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu’nun şemsiyesi altında sivil toplum örgütleri tarafından yönetilecekti. Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu aynı zamanda, anayasal reform suretinin sonucunda işten atılan kamu sektörü çalışılanlarına ayrılacak bir “sosyal güvenlik ağını” da (işten atılma tazminatı şeklinde) finanse edecekti.

Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu’nun kuruluşu “yoksulluğun hafifletilmesi adına” gerçekleştirildi. 1992 yılında, Collor’un. Senato’da suçlanmasının ardından başlatılan “Kıtlığa Karşı Yurttaş Kampanyası” Itamar Franco hükümetine popülist bir söylemin yanı sıra gerekli ideolojik omurgayı da sağlamıştı. Kampanya, devlet politikalarına karşı yürütülen geniş bir de­mokratik halk hareketi olarak başlangıçtaki hızını kaybetmişti, Kampanya resmi olarak partiler üstü olsa da, hem muhalif İşçi Partisi (PT) hem de hükümet işin içindeydi. Kampanyanın lide­ri Dr. Herbert de Souza (“Betinho”) ile Brezilya Bankası başka­nı Alcyr Calliari arasında bir anlaşma yapılmıştı, Brezilya Ban­kası (merkezi devletin güçlü bir finans kolu) tüm ülkede yerel kampanya komiteleri oluşturma sorumluluğunu almıştı. Bu halk komitelerinin üçte ikisinden çoğu Brezilya Bankası çalışanlarınca denetleniyordu.26 Ardından, “Globo” televizyon ağını yöneten büyük iş adamı Roberto Marinho kampanyaya, izlen­me oranının en yüksek olduğu saatlerde televizyonda gösterile­cek Hollywood’vari televizyon reklamlarını bedava vermeyi önerdi.

Yoksulluk ve açlık Brezilya basınında bol resimli, stilize biçimlerde resmedildi; parası finans seçkinleri tarafından karşı­lanan bu ilanlarda, IMF’nin “ekonomik reçetesi”yle kıtlığın meydana gelmesi arasında hiçbir kapsayıcı bağ kurulmamıştı. Ekonomik kriz derinleştikçe “Yurttaş Kampanyası” esas “ya­rarlı” amacına, dikkati gerçek siyasal konulardan uzaklaştırma­ya hizmet etti; tartışmaktan kaçındı ve hükümeti ya da Brezilya’nın ayrıcalıklı toplumsal seçkinlerini suçlamaktan sakınarak geniş bir ulusal konsensüs kurmaya çalıştı.

Açlığa karşı kampanya ilişkili bir diğer işleve de hizmet etti: Kampanyanın açıkladığı ana “yoksulluk göstergeleri” hüküme­tin resmi “ekonomik uzmanı” olan Uygulamalı Ekonomik Araştırmalar Kurumu’nun “tahminlerine” dayanıyordu. Büyük ölçüde manipüle edilmiş ve saptırılmış olan Uygulamalı Eko­nomik Araştırmalar Kurumu’nun “kestirimleri” Brezilya nüfu­sunun sadece % 2Tinin “kritik yoksulluk” sınırının altında ol­duğunu varsayıyordu.27 Çifte standartlar şöyleydi: Brezilya’daki 32 milyon insana karşılık ABD’deki 35.7 milyon insan (ABD hükümetinin tanımına göre).

Diğer bir deyişle kampanya, Dünya Bankası’nın “yoksullar yararına seçtiği hedeflerdin çerçevesini haklı çıkartarak yoksul­luğu esasen “toplumsal bir azmlık”la ilişkili olarak resmediyor­du. Aşikar olanı yani orta sınıflar da dahil olmak üzere toplu­mun birçok kesiminin Collor hükümetinin başından bu yana kabul edilen ekonomik reformlarla yoksullaştırıldığı gerçeğini, (resmi istatistiklerle bol bol onaylanmış olarak) yalnızca çarpıt­mıyor aynı zamanda inkar da ediyordu.13Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu, devletin (zaten işlemekte olan bir süreç olarak) toplumsal sektörlerden çekilişini ve (mikro toplumsal düzeyde) yoksulluğun farklı ve paralel ör­gütsel yapılar tarafından “yönetilmesini” resmi olarak onay­lamış oldu. Collor hükümetinin kuruluşundan beri uluslararası “yardım programları” tarafından parasal olarak desteklenen si­vil toplum örgütleri, fonları yapısal uyum programının sonucu olarak dondurulan belediyelerin birçok işlevini aşamalı olarak üstlenmişti.

Küçük Ölçekli üretim ve el zanaatları projeleri, ihracata dö­nük şirketlere taşeronluk, cemaate dayalı eğitim ve istihdam programları, vb “sosyal güvenlik ağı”nın altına toplanmıştı. Aynı zamanda toplumsal ayaklanma riski taşıyan yerel düzey­deki topluluklara sınırlı miktarda hayatta kalma olanağı sağ­lanmıştı. “Yoksulluğun mikro düzeyde yönetilmesinin” bir Ör­neği, Fortaleza şehrinin kuzeydoğusunda büyümekte olan 250 bin nüfuslu bir gecekondu bölgesi olan Pirambu’da yaşanmıştı. Pirambu, her bir kentsel mekanı ayrı bir uluslararası yardım ör­gütü ya da sivil toplum Örgütlerinin denetimde olan parçalara “bölünmüştü”. Pirambu’nun Couto Femandes semtinde Alman Yardım Teşkilatı GTZ bir “cemaat yönetimi” modelinin kuru­luşunu destekledi,”

“Bağışçı topluluğun” dikkatli gözleri altında yerleştirilen bu “mikro demokrasi” aynı zamanda bağımsız halk hareketlerinin gelişmesini baskı altına alma amacına da hizmet ediyordu. Al­man fonları yabancı uzmanların maaşlarını karşılarken küçük ölçekli imalathanelere ayrılan yatırım fonları, yerel topluluğun işlettiği bir “döner sermaye” tarafından “kendisini finanse” et­mek zorundaydı.

Kırsal bölgelerde “yoksulluğun yönetilmesi” aynı genel amaçlara hizmet etti: Büyük ölçekli tarım işletmeleri tarafından yerinden sökülüp atılan milyonlarca topraksız köylüye sınırlı bir yaşamını sürdürme olanağı sağlarken, köylü hareketini Brezilya’nın güçlü toprak sahibi sınıfı adına boyunduruk altına al­mak. Örneğin Sertao’nun kuzeydoğusunda kuraklıktan sürekli etkilenen bir bölgede uygulanan en düşük derecede işler prog­ramı (frentes de trabalho) 1.2 milyon kadar topraksız tarım işçi­sinin istihdamını (ayda 14 dolara) sağlamıştı (1993).30 Bu işçiler genellikle büyük toprak sahipleri tarafından masrafları fe­deral hükümete ait olmak üzere kiralanmışlardı. 480 sayılı Ka­mu Yasası (Washington’un yiyecek yardım programı, 480. Madde) uyarınca yoksullaşan köylülere (hükümet ve yardım kuruluşları tarafından) dağıtılan ABD tahıl fazlası aynı zaman­da yerel düzeyde tahıl tarımını ve küçük köylülüğün ayaklan­masını zayıflatma amacına da hizmet ediyordu. Yiyecek dağı­tım programları “Açlığa Karşı Yurttaş Kampanyası” adına ya­pılmıştı.

Köylülüğün elinden topraklarının alınması IMF-Dünya Bankası’nın yapısal uyum programının önemli bir parçasını oluştu­ruyordu. Bu bağlamda, birkaç hükümet kuruluşu arasında Ulu­sal Yerleşme ve Tarım Reformu Enstitüsü (INCRA) toprak da­ğıtım programları ve posseiros (topraksız köylüler) için kurulan kooperatiflerin geliştirilmesi aracılığıyla “kırsal güvenlik ağı”ndan sorumluydu. Bu projeler her zaman, toprak sahibi sı­nıfın çıkarlarına dokunmayacak olan marjinal ya da yarı kurak arazilerde gerçekleştiriliyordu. Para, Amazonas ve Maranhao eyaletlerinde, Dünya Bankası ve Japon Yardım Teşkilatı’nın da (JICA) içinde olduğu birkaç uluslararası yardım kuruluşu (INCRA aracılığıyla) bu sözde “yerleşime açılan arazilerin” fi­nansmanına katkıda bulunmuştu.11 Bu son proje, büyük ölçüde, büyük Ölçekli plantasyonlar için “emek deposu” olarak işe ya­ramıştı. Aynı zamanda, önerilen anayasal değişikliklerin yerli halkın geleneksel topraklarının fiilen küçültülmesi anlamınageldiğini belirtmekte fayda var; Amazonlar’daki “Yerli rezerv­lerinin” (INCRA’nm yetkisi altında) yerleşim alanlarındaki plantasyon işçilerine dönüştürülmesiyle zaten yoluna girmiş bir süreç.”

Bir Gölge Hükümetin Güçlendirilmesi

IMF korumasındaki reformlar toplumsal kutuplaşmaya ve orta sınıflar dahil olmak üzere tüm halkın yoksullaşmasına neden olmuştu. Dahası, federal mali yapı parçalanırken, yanı sıra böl­gesel olarak birbirine düşman küçük devletlere bölünme (Balkanizasyon) riski ortaya çıkmıştı; orduda istikrarsızlık, temel insan haklarının sürekli ihlali, kentsel ve kırsal şiddet, güneyde gittikçe daha rahat konuşan ayrılıkçı bir hareket.

Fernando Collor de Mello’nun başkanlığından beri, düzenli olarak Washington’a rapor veren fiili bir “gölge hükümet” orta­ya çıkmıştır. Kreditörler, Fernando Henrique Cardoso’nun baş­kanlığı sırasında (1994-1999) devlet bürokratlarını ve politika­cıları denetliyor. Devlet iflas etmiş durumda ve özelleştirme programı ile varlıklarına el konuluyor.

10.BÖLÜM

IMFNİN PERU’DAKİ ŞOK TEDAVİSİ

8 Ağustos 1990 “Fuji-şoku”, Başkan Alberio Fujimori, Başba­kan Juan Hurtado Miller aracılığıyla halka, “esas büyük hedefi­miz, bütçe açığım kapatmak ve fiyatların belirlenmesindeki çarpıklıkları ortadan kaldırmaktır” mesajını ilettikten sonra bu adı almıştı; …kısa bir süre içerisinde benzin fiyatları 31 kat (% 2968), ekmek fiyatları 12 kattan fazla (% 1150) arttı. Hakiki “Anglo-Sakson liberalizmi ruhu”na göre bu fiyatlar, “hür” pi­yasa (bir tür “planlı liberalizm”) tarafından belirlenmekten çok, başkanlık kararnameleriyle “saptanmıştı”. Fuji-şok hiperenflasyonu ezmeye niyetlenmişti; nitekim bu hedefe gıda fiyatlarının bir ayda % 446 arttırılmasıyla ulaşılmış oldu! Cambio 90 hükü­metinin ilk yılında enflasyon daha makul bir seviyeye, % 2.172’ye “düşmüştü”.

Latin Amerika’daki birçok ülke “şok tedavisi”™ yaşamıştı ancak Peru’daki “ekonomik planiarna”nın çapının bir eşi benzeri yoktu. Bunun toplumsal sonuçları yıkıcıydı: Peru’nun ku­zey bölgelerindeki bir tarım işçisinin 1990 Ağustos’unda aylığı 7.5 dolar iken (bir hamburgerle bir meşrubat fiyatına eşit) Li­ma’da tüketici fiyatları New York’tan yüksekti.1 Gerçek getirler 1990 Ağustos’unda % 60 düşmüştü, 1991 yılının ortasında gerçek gelirler (% 85’ten fazla bir düşüşle) 1974’deki değerinin % 15 altındaydı. Kamu çalışanlarının ortalama geliri Fujimori hükümetinin ilk yılında % 63, 1980 değerlerine göreyse % 92 düşmüştü (Bkz. Tablo 10.3).2 1980’lerin ortasından beri IMF’nin kara listesinde olan Peru, Başkan Alan Garcia’nın (1985-1990) borç ödemelerini ihracat gelirlerinin % 10’uyla sı­nırlayacağına dönük söyleminden dolayı “ödüllendirilmişti”.

Tarihsel Arka Plan

Peru’nun ilk makro-ekonomik istikrar programı 1970’lerin or­tasında. General Velasco Alvarado’nun popülist askeri hükü­metine karsı yapılan 1975 darbesinin ardından başlatıldı. Eko­nomik reformlar, Velasco’nun halefi General Morales Bermudez’in yönetimindeki askeri cunta tarafından, Peru’nun dış borç ödemelerinin yeni bir takvime bağlanmasının şartı olarak, ticari bankalar ve resmi kredi kuruluşları ile birlikte yürütülmüştü. Bu reformlar, IMF dahil edilmeksizin doğrudan kredi veren bankalarla görüşülmüştü. 1978 yılında ikinci bir “ekonomik pa­ket”, bu sefer IMF’yle yapılan resmi bir anlaşma bağlamında yürürlüğe kondu.

1980’lerin başında yapısal uyum programının resmi olarak başlatılmasından önce benimsenen bu ilk ekonomik reformlar kendisine model olarak Şili’de uygulananları (1973 yılında Ge­neral Pinochet ve Chicago Boys’un yönetiminde) almıştı. Ye­kûn olarak programın koşulları 1980’lerin başında yürürlüğe giren yapısal uyum programlarındaki siyasal temelli borçlanma anlaşmalarına kıyasla daha yumuşak ve tutarlıydı.

Buna rağmen 1970’lerin ortalarından sonuna dek uygulanan makro-ekonomik reformlar, Peru’da tarihsel bir süreç olarak yoksullaşmanın başlamasına yardımcı oldu. Birbirini izleyen devalüasyonlar enflasyon sarmalını serbest bıraktı, modern kentli kesimin satın alma gücü İ974*ten 1978’e dek yaklaşık olarak % 35 düştü (Tablo 10.3). Bu gerçek ücretleri (ve emek maliyetlerini) azaltma girişimi, Bretton Woods kuruluşlarının ileri sürdüğü gibi Peru’nun ihracat potansiyelini arttırmak için yeni olanaklar yaratmıyordu.

1980 yılında Başkan Fernando Belaunde Terry’nin göreve gelmesiyle makro-ekonomik politikalar daha tutarlı olmaya başladı. IMF tarafından desteklenen bu politikalar devletin ve General Velasco Alvarado hükümeti döneminde kurulan dev­let işletmeleri sisteminin kesin olarak zayıflamasına yol açtı, Yabancı sermayeye cömert araştırma ve sömürü sözleşmeleri bahşedildi (örneğin, petrol araştırmalarında Occidental’a). Dü­şürülen gümrük duvarları da ulusal ekonominin kilit sektörle­rinin altını oymaya yaradı. Bankacılık sektörüne devlet katılı­mı azaltıldı ve ticari bankacılığa yabancı sermaye akışı teşvik edilerek Chase, Cömmerzbank, Manufacturer’s Hannover ve Bank of Tokyo gibi birçok uluslararası bankanın şube açması sağlandı.’

Bu IMF destekli program, borçlanma krizinin daha başlarında Belaunde hükümeti tarafından yürürlüğe konulmuştu. Tica­retin liberalizasyonundan doğan kârlı tüketim malları ithalatı işi, ihracat gelirlerinin düşmesi ve ticari anlaşmaların azalma­sıyla (kronolojik olarak) çakıştı (1981-1982). Bu iki etkenin bi­leşimi ödemeler dengesi krizini derinleştirerek, 1982 yılında GSYH’nın % 12 düşmesine ve 1983’te enflasyonun % 100’ün üzerine çıkmasına yol açtı.

1980 yılından 1983 yılına kadar küçük çocuklarda görülen kötü beslenme düzeyi çarpıcı şekilde arttı. 1985 yılında tahmini gıda tüketimi 1975 yılındaki düzeyine göre % 25 düşmüştü. Belaunde’nin beş yıllık başkanlık dönemi boyunca (1980-1985) asgari ücret (renumeracion mınima vital) gerçek .olarak % 45’ten fazla düştü. Emek gücünün tüm kategorileri bundan et­kilendi; mavi ve beyaz yakalılar için gerçek ücretlerin ortalama düşüşü, sırasıyla % 39.5 ve % 20.0’ydi (Bkz. Taf>İo 10,3).

Velasco hükümetinin sonundan (1975) Belaunde’nın baş­kanlık döneminin sonuna (1985) kadar geçen on yılbk dönem­de asgari ücret (resmi verilere göre) % 58.2, ortalama ücret (mavi yakalıların) % 55,0 ve orta gelir sınıfından beyaz yakalı­ların ortalama ücreti % 51.7 oranında düşmüştü.

APRA’nın Ordodoks Olmayan Ekonomik Politikası (1985-87)

Başkan Femando Belaunde Terry’nin Accion Popular hüküme­ti gözden düşmüştü. 1985 seçim kampanyasında muhalif Ame­rikan Halkının Devrimci İttifakı (APRA; 1920’lerde kurulan popülist bir parti) “alternatif bir ekonomi programı” sunmuştu. Bretton Woods kuruluşlarıyla açıkça karşı karşıya gelen yeni seçilmiş başkan Alan Garcia’nın APRA hükümeti, sözde ” Ola­ğanüstü Ekonomik Durum Planı’nı (Plan Economico de Emergencia) 1985 Temmuz’unda yayınladı. Bu program IMF’nin alışılmış ekonomik reçetelerine doğrudan karşı geliyordu.

Alan Garcia’nın başkanlığının başlangıcında yıllık enflas­yon oranı % 225’i aşmıştı. Hükümet programı tüketici talebini yeniden canlandırmaktan oluşuyordu. Temel tüketim malları ve kamu hizmetlerinde fiyatlar donduruldu. Faiz oranlan aşağı çekildi ve döviz kurları “dengelendi”. Ekonomi Belaunde hü­kümeti döneminde durgunlaşmıştı ve büyük ölçüde aşın kapa­siteyle çalışıyordu. Bu yüzden APRA’nın “talep cephesinden”, üretim maliyetleri üzerinde aşın enflasyonist baskı yaratmaksı­zın, ekonomik canlılığı yeniden harekete geçirebilmesi müm­kün oldu.4

Başkan Alan Garcia seçim kampanyası sırasında, üretimi yeniden canlandırmayı ve gelir dağılımım kırsal bölgeler lehine yeniden düzenlemeyi gözeterek, çiftçilere daha yüksek üretici fiyatı ödemeyi vaat etmişti. Ekonomik paketin yürürlükte oldu­ğu ilk yıl boyunca (Dünya Bankası tahminlerine göre) kır-kent ticaret koşullarında % 75’lik bir iyileşme ve tarımsal üretimde önemli bir kısa dönemli büyüme sağlandı.5

Kent ekonomisinde yöneticiler, ücret ve maaşların enflas­yon oranının biraz üstünde artmasına karar verdiler. Geçici bir istihdam programı yapıldı, büyüme yanlısı bir mali politika be­nimsendi ve krediler gerçek faiz oranlarının altına çekildi. Top­lam talebin yeniden canlandırılmasını desteklemek üzere çok sayıda vergi ve yatırım teşviki planlandı. Ancak bu muafiyetlerden çoğunlukla ulusal ekonominin ve finans sektöründü, seçkinleri yararlandı. Devletin vergi tabanının yanı sıra ulusla»] rarası döviz rezervleri de bu nedenle zayıfladı.

APRA ‘/ıhı Borçlanma Görüşmeleri Stratejisi

Başkan Garcıa göreve başladığı zaman borç servisi ödeme yükümlülüklerinde bir moratoryum ilan etmişti. Borç servisi, ihracat gelirlerinin % 10’unu aşmayacaktı. Peru hemen uluslararası finans topluluğunun kara listesine alındı. Taze para akışı; donduruldu, uluslararası ticari bankalar 1985 yılında Peru’ya verdikleri desteği kestiler, 1986 yılıyla birlikte hiçbir yeni ticari borç verilmedi. Resmi aracılar ve OECD hükümetleri de Pe­ru’ya yaptıkları ödeme miktarında kesintiye gittiler.6

Moratoryuma rağmen Peru’nun dış borçları dramatik bir şe­kilde arttı APRA hükümeti sırasında yılda ortalama % 9 düze­yinde.7 Net sermaye akışı açısından Başkan Garcia’nın borç servisine ilişkin söylemi amacına hizmet etmedi; 1985-1989 döneminde gerçek borç servisi ihracat gelirlerinin % 2Ö’si ka­dar oldu. Yeni borçların dondurulma siy la birlikte, banka hesap­larından yurtdışına giden sermaye akışı hesaba katılmasa bile, 1985- 1989 dönemine, gerçek kaynakların büyük ölçüde dışarı akışı damga vurdu.”

Ekonomi Programı Çıkmaza Giriyor

APRA hükümetinin ilk onsekiz ayı boyunca GSYH önemli ölçüde büyüdü. Enflasyon daha çok “fiyatların dondurulması” sisteminin sonucunda aşağı çekildi, ulusal ekonominin dolarizasyon süreci engellendi ve tüketim düzeyi göze çarpacak şe­kilde yükseldi.

Ancak program kısa vadenin ötesinde sürdürülemezdi. Eko­nomik büyüme, büyüme yanlısı bir mali politikayla desteklen[‘.misken vergi tabanı aşırı derecede kırılgan hale getirilmişti. î Dolaylı vergiler azaltılmıştı, büyük bir vergi kaçağı vardı ve büyük şirketlere yapılan değişik yatırım destekleri ile muafiyet uygulamaları bütçe açığından ve para arzının artırılmasından “karşılanıyordu”. Sistem rüşvetçiliğe ve vurgunculuğa eğilimli hale gelmişti. Teorik olarak gelirin yeniden dağmimasının bir aracı olması düşünülmüş olan serbest (muitiple) döviz kurların­dan (mercado unico de cambios) sonuçta Peru toplumunun en zengin kesimi yararlandı.”

1988 yılında döviz rezervleri aniden eksi 252 milyon dolara düştü.10 Satın alma gücünün düzeyi büyürken ülkenin döviz ge­lirlerine ekonomi seçkinlerince, yatırım teşvikleri ve vergi mu­afiyetleri şeklinde el konuyordu. Devlet, toplam talebi daha köklü yapısal sorunlarla uğraşmaksızın desteklemek için stan­dart bir Keynesçi “aksi devirli** politika uygulamıştı. Bu önlem­ler, aşın durgunluk koşullarında ve kapasite kullanımının düşük olduğu bir ortamda asgari düzeyde kimi teknik tutarlılıklar ser­gilediği halde, kısa vadenin ötesine geçen bir ekonomik iyi­leşme sağlamakta başarısız oldu.

APRA hükümeti, çeşitli düzenleyici politik araçlarının manipülasyonu ile pratikte ekonomik çıkar çevrelerini destekle­mişti. Sınırlı teknik terimlerle tanımlanan ekonomik model, po­pülist söylemle destekleniyordu: APRA’nın ne yeterli toplum­sal tabanı ne de siyasi iradesi vardı; vergi reformu, yerelleşme, tarımın canlandırılması ve kayıt dışı ekonominin küçük ölçekli üretken birimlerinin desteklenmesi gibi alanlarda yürürlüğe ko­nulacak kalıcı ve sürekliliği olan ekonomik ve toplumsal re­formlar genel halk desteği elde etmişti.

Popülist söyleminin ötesinde APRA hükümeti ekonomik çı­kar çevrelerinin doğrudan üstüne gidecek Önlemler almakta is­teksizdi. 1987 yılında “kredilerin demokratikleştirilmesi” söy­lemiyle sunulan bankacılık sektörünün millileştirilmesi (siyasal

olarak tanımlanmış zorunlulukla bile uyuşmuyordu) önerisi, ti­cari bankaların ve finans kuruluşlarının sonuçta millileştirme projesinin terkedilmesine yol açacak olan açık savaş ilanıyla kolayca tuzağa düşürülmüştü. Bu tuzak APRA’nın finans seçkinleriyle olan “popülist balayı’nın sonunu gösterdi, APRA içinde bölünmelere yol açtı, hükümetin saygınlığım azalttı, bir ekonomik belirsizlik halesini ve işveren kesiminde, kimi göz­lemcilere göre 1988-1990 döneminin aşırı enflasyonist sürecini ortaya çıkaran bir güvensizliği yarattı. Ekonominin seçkinleri “hükümete savaş ilan etmişti”.

APRA hükümeti benzer bir şekilde, 1990 yılında mülkiyet hakları sorunuyla uğraşırken de örneğin, kırsal ekonominin bi­rimlerini (parceleros) ve kayıt dışı ekonomiyi resmi mülkiyet haline getirebilecek şekilde, mülkiyet haklarının resmi “kaydı” (regîstro predial) düzeyinde sorunu demagojik biçimde sundu. Gerçek varlıkların mülkiyetindeki yoğunlaşma ve ayrıcalıklı sı­nıfların servet oluşumu sorunundan dikkatle kaçınıldı.

Fitti “Şok Tedavisi” (1988-90)

1985 ve 1986 yılında ulaşılan gerçek satın alma gücündeki bü­yüme kısa sürdü, 1987’nin başında ekonomik canlılık yavaşla­maya başladı. Büyümenin yerini küçülme aldı; gerçek ücretle­rin hareketi birkaç ay içerisinde tersine döndü, 1987 Aralığı’yla 1988 Ekimi arasında gerçek ücretler aniden % 50 ile % 60 ara­sında düştü, kamu çalışanlarının ücretleri üçte iki oranında azaldı.11 1988 yılının ortasına gelindiğinde gerçek ücretler 1985’deki düzeyinin % 20 altındaydı.

1988 Temmuz’unda hükümet yeni bir olağanüstü durum planım başlattı ve Eylülde daha “Ortodoks” bir enflasyon kar­şıtı program sunuldu. Eylül 1988 paketi, neo-liberal ideoloji ve uluslararası kredi kuruluşlarının desteği olmaksızın, standart IMF programının temel unsurlarının çoğunu içermekteydi.

Eylül 1988 paketi birçok açıdan 1990 Ağustos’unda Fujimori hükümeti tarafından kabul edilecek ekonomik şok önlem­lerinin parkurunu hazırladı. Ekonomik paket tüm temel öğeleri kapsıyordu; Devalüasyon ile döviz kurlarının tekleştirilmesi, kamu hizmetlerinin ve benzinin fiyat artışıyla ilgili yasa çıkar­tılması, devlet harcamalarında büyük kesintiler ve birçok kamu işletmesinde maliyet karşılama girişimlerine başlanması. Paket aynı zamanda ücretlerin ve maaşların enflasyondan bağımsızlaştınlmasını da kapsıyordu.

APRA’nın Ortodoks Olmayan Ekonomik Paketinin Başarısızlığı

Başkan Garcia’nın uyguladığı Ortodoks olmayan ekonomik pa­ketin başarısızlığı neo-liberal çerçevenin doğruluğuna işaret et­mez. Ekonomik porgram daha başından itibaren içinde çelişki­ler ve kararsızlıklar barındırıyordu. APRA, kâr oranlarının dü­zenlenmesine ilişkin ve fiyatların güçlü ticari ve tarımsal sanayi çevrelerince saptanmasına karşı bir tutum almayı başaramadı. Keynesçi araçlar, temel yapısal sorunlara dokunulmaksızın, mekanik bir biçimde ele alındı. Programın başarılı olabilmesi için ülkeye pozitif bir sermaye akışı gerekliydi. Tam tersi oldu: Dışarı doğru kaynak akışı azalmadan sürdü. Uluslararası kredi kuruluşları Peru’nun ödemeler dengesi üzerindeki egemenlikle­rini sürdürdüler,

IMF Egemenliğinin Restorasyonu

1990 başkanlık seçimleri şurasında Alberto Fujimori, Demokra­tik Cephe Koalisyonu’nun (Fredemo) adayı Mario Vargas Llosa’yla karşı karşıya gelmişti. Vargas Llosa Peru’nun ekonomik krizine çözüm olarak “ekonomik şok tedavisi” önermişti. Fujimori’nin partisi Cambio 90, neo-liberal reçeteyi reddetmiş ve iş­çilerin alım gücünü koruyarak hiperenflasyona çözüm bulmayı birleştirerek, “durgunluğa girmeden istikrar”a ulaşmayı sağlayacağı bir ekonomik program sözü vermişti.12

Fujimori başkan olarak göreve başlayacağı 28 Temmuz 1990’ı önceleyen aylarda büyüme yanlısı bir ekonomik politika öngörmüştü. Ancak bu program başarılması için gerekli olan siyasal sürece odaklanmaksızın (meslekten kişiler ve akademis­yenlerden oluşan kapalı bir çevrede tartışılan) dar teknik terim­lerle tanımlanmıştı, Program, geniş bir siyasi tartışmadan yalıtı­larak ve formüle edilmesinde sivil toplum temsilcilerinin katılı­mı olmaksızın ekonomik krize teknik bir “çözüm” olarak ta­nımlanmıştı.

IMF Yönetim Kurulu üyesi Michel Camdessus’la buluşmak üzere Washington’a giderken, uçakta, yeni seçilmiş başkanın baş ekonomi danışmanına düşünceli bir şekilde “ekonomik şo­ku uygulamak zorunda kalırsak Peru halkı beni kesinlikle affet­meyecektir…” dediği bildiriliyordu. Yeni seçilen başkana IMF destekli Ortodoks bir paket lehine “alternatif programı” terketmesi için güçlü iç ve dış baskılar yapılıyordu. Yeni seçilen baş­kan Peru’ya borç veren uluslararası kuruluşlarla görüşmek üze­re Washington ve Tokyo’ya yaptığı ziyaretlerinden dönüşünde “güçlü ekonomik reçete”nin kararlı bir savunucusu haline gel­mişti. Başkanın politik yönetimindeki bu değişiklik yalnızca o anda yanında olan kişiler tarafından biliniyordu, Fredemo’nun “ekonomik şok tedavisi”ne karşı oy veren Peru halkına hiçbir şey açıklanmamıştı.

Ekonomi danışmanları ekibinde bölünmeler ortaya çıktı ve seçilmiş başkan, “Washington Konsensüsü” ile IMF paketine sımsıkı bağlanmış diğer bir ekonomistler grubuyla yakın ilişki­ler geliştirdi. Başkanlık görevine başlamadan kısa bir süre önce en önemli ekonomik danışmanları istifa etti ve IMF ile Dünya Bankası’nın teknik desteğiyle apar topar Mario Vargas Llosa’nın seçim kampanyasında önerdiğinden belirgin bir şekilde farklı olmayan yeni bir ekonomik istikrar paketi oluşturuldu

Ağustos 1990 IMF Fujişoku

Ağustos 1990 şok tedavisi yalnızca IMF reçeteleri ile uyumlu olmakla kalmıyor, dış borç ödeme koşullarının yeniden görü­şülmesi konusunda borçlu bir ülkeden normal olarak beklene­nin çok ötesine gidiyordu. APRA hükümetinin son aylarında hüküm süren yüksek kritik yoksulluk düzeyine rağmen, enflasyonist baskıları yatıştırmak” için gerçek ücretlerde daha aşın bir “ayarlama” zorunlu addedildi Peru’daki hiperenflasyonun “talep etmenleri’1nden kaynaklandığı, bunun da ücretler ile sos­yal harcamaların daha da daraltılmasını ve kamu sektöründe çalışan işçilerin kitlesel olarak işten atılmasını gerektirdiği söy­leniyordu.

1991 yılındaki kolera salgını da genel olarak yoksulluğa ve Belaunde hükümetinden bu yana ülkenin sağlık altyapısının çökmesine bağlanabil irse de IMF destekli programın bir sonu­cuydu. Tüpgaz fiyatlarındaki otuz katlık artışla birlikte Li­ma’nın “pueblos jovenes”teki halkının, orta sınıflar da dahil ol­mak üzere, artık sularını kaynatmaya ya da yemek pişirmeye gücü yetmez hale gelmişti.

Uluslararası basında, patlak veren kolera salgınına (altı ay­lık bir dönem içinde bildirilen yaklaşık 200.000 vaka ve 2.000 kayıtlı ölüm) çekilen dikkat, çok daha genel bir toplumsal yı­kım sürecini gölgeliyordu; kötü beslenme ve hükümetin aşı programının çökmesiyle birlikte Ağustos 1990 Fuji-şoku’ndan bu yana tüberküloz salgın hastalık düzeyine yükselmişti. Selva bölgesinde kamu sağlığı altyapısının yıkılması sıtma, humma ve şark çıbanının yeniden canlanmasına yol açmıştı.13 Kamu okulları, üniversiteler ve hastaneler, öğretmenlerin ve sağlık emekçilerinin süresiz grevinden ötürü kapanmıştı (ortalama ay­lık [Temmuz 1991] ücretleri 45-70 ABD Dolarıydı, ABD’deki ücretlerden 40 kat düşük).

Nüfusun % 83’ünden fazlası (1991 yılı ortası tahminlerine göre), (orta sınıfları da kapsıyor) asgari kalori ve protein gerek­sinimlerini karşılayamıyordu. Çocukların ulusal düzeyde kayıt­lara geçen kötü beslenme oranı % 38.5’ti (Latin Amerika’nın ikinci yüksek oranı). Sierra’da her dört çocuktan biri beş yaşına gelmeden ölürken, Lima’da altı çocuktan biri beş yaşına gelme­den ölüyordu. Kaydedilen toplam doğurganlık oranı 4.8’di (anne başına dört canlı doğum), bu Sierra’da her ailenin en azın­dan bir çocuk ölümüyle karşılaştığını gösteriyordu (Bkz. Tablo 10.4). Fujimori yine de başarılı ekonomi politikalarından ötürü uluslararası finans topluluğu tarafından takdir edilmişti

IMF’Dünya Bankası Vesayeti

“Bunun yerine daha ciddi bir ekonomik program uygulayın, si­ze yardım edelim’1. IMF’nin (199! yılında Peru’yu ziyaret eden IMF heyetinin başkanı Martin Hardy’nin sözleriyle) “ciddi ekonomik program” adını verdiği programla kastettiği uygula­ma, genellikle “uluslararası bir yardım grubu”nun mali destek (bridge-financing*) vermesinin Önkoşulunu oluşturuyordu. Uluslararası mali kuruluşlar Ağustos 1990 ekonomik paketinin gerçekleştirilmesiyle ilgili hiçbir “vaaf’te bulunmamışlardı. Bu paket, hiçbir kredi vaadi taşımayan “IMF Gölge Programıydı (Bkz. 2. Bölüm). IMF gereksiz hiçbir baskı yapmazken, IMF’nin ekonomik reçetelerine uymadığı sürece Peru’nun “ka­ra liste”de kalmaya devam edeceğini açıkça ifade etmişti.

Bununla birlikte, bir kredi anlaşması imzalanmadan ve Pe­ru’nun dış borçlarının yeni bir takvime bağlanması konusunda bir anlaşmaya varılmadan “önce”, ekonomik paket Fujimori hükümeti tarafından yürürlüğe konulmuştu. İlle önlemler önce­den alındığında görüşülecek çok az şey kalacaktı. Dahası, Ağustos 1990 ”ekonomik istikrar” aşamasının hemen ardından Perulu otoriteler, IMF-Dünya Bankası’nın reçeleriyle uyumlu bir dizi büyük yapısal reformu (“ikinci aşama”) başlatmıştı.

Fujimori hükümeti Ağustos 1990 “ekonomik şoku”nun, he­men bir Uluslararası Yardım Grubu’nun oluşmasına ve bir “kurtarma paketi”nin verilmesine yol açacağını ummuştu. An­cak kreditörlerde yardım grubu oluşturma konusunda bir gönül­süzlük vardı. Peru mevcut tüm borç servisi yükümlülüklerini tam olarak yerine getiriyordu ve~ makro-ekonomik politikası IMF menüsüyle uyumluydu.1* Uluslarası kredi kuruluşlarının görüşüne göre, bu yüzden Peru’ya {Mısır ve Polonya örnekle­rinde olduğu gibi) “yardım” etmeye gerek yoktu.

Hükümetin bağımsız bir tutumu benimsemesi IMF ve Dün­ya Bankası görevlileri Ekonomi ve Maliye Bakanlığı’nın başın­da dururken “IMF’yle görüşme” gibi elbette güçtü. Bu hükü­met danışmanları, Peru’ya verilen “yardım” olarak, doğrudan IMF ve Dünya Bankası’nın ücret bordrolarında görünüyorlar­dı.” Ekonomi ve Maliye Bakanlığı’nın baş danışmanlarından Carlos Bolona, doğrudan IMF bordrosunda gözüken IMF gö­revlilerinden biriydi.

Fiktif Krediler

Başlangıçta hükümetin temel hedefi, Peru’nun uluslararası fi­nans kurulumlarına olan gecikmiş borçlarını ödemeyi koşulsuz olarak kabul ederek IMF’nin kara listesinden çıkartılmaktı. Bu hedefe uluslararası finans kurumlarının “eski borçlan geri öde­mek” için tahsis edeceği “yeni borç” görüşmeleriyle ulaşılabi­lirdi Bu paranı ger­çekte bir dolan bile Peru’nun kasasına girmeyecekti.Bu “yeni borçlar'” uluslararası finans kurulularının “kendilerine, verdikleri’ paralardı; dış bollan koşulsuz olarak, (yazilı bir anlaşma olmaksızın onayladılar ve Peru’yu gecikmiş borç ödemelerine balamaya mecbur ettiler. Uluslar arası finans kurumlarının 1991 yılında verdiği borçlar üç yılla beş yıl arasında bir sü­re içinde geri ödenmiş olmalıydı. Bu yeni borçların doğrudan bir sonucu olarak Peru’nun borç servisi yükümlülükleri 1991 yılında iki kat arttı (ayda 60 milyon ABD Dolarından 150 mil­yon ABD Dolarına çıktı).

Ordunun Rolü

Peru Washington’un “demokratikleşme” modelim sadakatle onayladı. Fujimori Temmuz 1990’da görevine başlamadan ön­ce, yüksek askeri kademelerle günlük görüşmeler yapmak için Lima’daki silahlı kuvvetler bölgesine kapanmıştı. Seçilmiş başkanla ordu arasında bir “anlaşma”ya varılarak silahlı kuv­vetlerde büyük bir düzenleme yapıldı. Silahlı kuvvetlerin bu koşulsuz desteği, sivil muhalefeti baskı altında tutmak ve IMF programını yürütmek için gerekliydi. Fuji-şoku’ndan birkaç gün Önce tüm ülkede olağanüstü hal ilan edildi. 8 Ağustos 1990 günü askeri kuvvetler ve güvenlik güçleri Lima’nın gecekondu bölgelerini askerler, anti-terör (ayaklanma bastırma) birlikleri ve silahlı araçlarla dikkatle kuşattılar.

Fujimori yönetiminde ordu “Parlamenter demokrasi” mas­kesi altında “sivil” yönetimde gittikçe daha çok etkin bir rol üstlendi. Fujimori hükümetinin başlangıcındaki durum, bazı açılardan, biçimsel bir sivil hükümet kisvesi altında askeri yö­netimin olduğu yetmişlerin başındaki Başkan Bordaberry döne­mini andırır.

Devletin Çöküşü

IMF’nin katı önlemleri hükümet programlarının aşama aşama ta­mamlanmasına yardımcı oluyordu: Sağlık ve eğitim harcamaları­nın kısılması, bölgelerdeki sivil yönetimin çöküşü, vb. Bu durum merkezi devletin, devlete karşı ayaklanan Aydınlık Yol (Sendero luminoso) lehine saygınlığını yitirmesine neden oluyordu.

Altmışlar ve yetmişlerde sivil siyasete katılan Sendero, Belaunde hükümeti sırasında gizli örgütlenmeye geçmişti. Şende­re, Selva ve Sierra’nın kimi bölgelerinde denetimi ele geçirme­yi ve paralel bir yönetim oluşturmayı başarmıştı. Ülkenin belli bölgelerinde Peru devleti sivil hükümetin olağan işlevleri üze­rindeki denetimini yitirmişti. 1990-1991 yıllarında IMF’nin ekonomik müdahalesinin uygulanması bu durumun daha da ağırlaşmasına katkıda bulunda

Devlet ülke toprakları üzerindeki denetimini yitiriyordu ve bu yalnızca Sierra ve Selva bölgeleri için geçerli değildi. Sendero’nun ayaklanması giderek Lima Metropol Bölgesi’ne de nüfuz etmeye başlamıştı. Belaunde hükümeti sırasında başlatı­lan (ve APRA ve Cambio 90 hükümetleri sırasında sürdürülen) “kontrol altına alma programı” orta Sierra’nın güneyinde sivil yönetimin işlevlerinin silahlı kuvvetlere devredilmesi anlamına gelmişti. Bu strateji Sendero’nun hızını kesmek yerine, ekono­mik ve toplumsal politikaların başarısızlığıyla da birleşerek, ayaklanmanın ilerlemesine neden oldu. Dahası, devlet, polisi ve askeri aygıtıyla, (Uluslararası Af örgütü tarafından bol bol bel­gelenmiş olan) rastgele tutuklamalara, keyfi ve kanundışı infaz­lara, “siyasi mahkumlar”a işkence yapılmasına ve aile üyeleriy­le “sempatizan olduğu varsayılan kişilerin” tutuklanmasına göz yumdu. Diğer bir deyişle, “ayaklanma karşıtlığı” özellikle top­lumun yoksul kesimleri arasında sivil özgürlüklerin kısıtlanmasıyla belirginleşti.17 1988 yılında sağ kanat ölüm timleri “Comando Rodrigo Francc” adıyla ortaya çıktı, hedefleri soida öne çıkmış kistler ve sendika liderleriydi.

Fujimori döneminde Aydınlık Yol ayaklanmasının bastırıl­ması, IMF programına karşı yürütülen sivil muhalefetin güvenlik güçlerince sistematik olarak bastırılmasının bahanesi haline geldi. Cambio 90 hükümetinin başlangıcından itibaren fark gö­zetmeksizin herkese işkence yapılması ve “şuphelilerin infazı çok daha sistemli olarak uygulandı. Sivil muhalefete gözdağı ve­rilmesi ve suikastler için sendika, köylü ve öğrenci önderlerine yönelinmesi kararı, doğrudan, ordunun üst kademelerinden çık­mıştı. Aydınlık Yol’la yürütülen “kirli savaş”ta (la guerra sucia) (şüphelilere yapılan muameleyle ilgili olarak) resmi yaklaşım (1991 yılında basına sızdırılan gizli askeri belgelere göre) “ne hapse atma ne yaralı ele geçirme”ydi (ni prisoneros, ni heridos).1”

Kırsal Ekonominin Kötüleşmesi

IMF programı kırsal ekonomiyi hemen etkilemişti; yasadışı ko­ka ekimi istisnası dışında, Ağustos 1990 şok tedavisinden son­raki yıl tarımsal üretimde büyük bir küçülme gerçekleşti.

Kırsal nüfusun yoksullaşması, güçlü tarımsal sanayi tekelle­rinin pazarlama ve dağıtım kanallarını sürekli denetlemesiyle daha da arttı. Yerli üreticiler ucuz tarımsal ürünlerin ithal edil­mesi sonucunda topraklarını kaybettiler. 1990 yılı ekonomik önlemleri akaryakıt, tarımsal girdi, gübre ve tarım kredilerinin fiyatlarında ani yükselmelere yol açtı: Sierra’nın birçok kırsal bölgesinde üretim maliyetleri çiftçilik girdilerinin aşın artışıyla birlikte yükseldi. Sonuç küçük bağımsız çiftçinin iflası oldu. Örneğin Sierra’da kırsal nüfusun en yoksul kesimlerinden 800.000 yün ve alpaka ipliği üreticisi, 1990-1991 yıllarında yün ve alpaka ipliğinin gerçek fiyatlarının düşmesi sonucu daha da yoksullaştı.

Arazi Yoğunlaşması

Tarımsal arazilerin özelleştirilmesi, küçük ölçekli bireysel üre­tim (parcelero) ve tarımsal topluluklarda (comunidacles agricolos) karakterime edilen kırsal ekonominin varolan yapısının çökmesine yardımcı oldu. 1991 Toprak Kanunu en az on hek­tarlık mülkiyet birimlerini gerekli kıldı. Böylece toprağın yo­ğunlaşması, orta ölçekli ara/İlerin güçlenmesine ve ört y köylü­lüğün pekiştirilmesine yol açarak, teşvik edildi. Ekonomik re

formların sonucu olarak topraklarını bırakmak veya satmak zo­runda kalan parceleros iflasa sürüklendi.19 Ancak, toprağın yo­ğunlaşma süreci tarımsal mülkiyetin yeniden yapılandırılması­nın yalnızca ilk adımıydı. Tarımsal kredilerde değişiklikler ya­pıldı. On hektarın altındaki üretim birimleri artık tarım kredisi alma hakkına sahip değildi.

Ardından orta köylülük, yeni elde ettiği toprakların ipotek edilmesiyle bankalara ve ticari çevrelere fazlasıyla bağımlı hale geldi. 1991 yılında kabul edilen yasa parcelero’nun toprağını kaybetmesine ve kentlerdeki ticari çıkar çevrelerinin büyük miktarlarda toprak satın almasına hizmet etti.

Sierra’nın köylü toplulukları resmi olarak toprağın özelleşti­rilmesinden “korunmuş” olsa da, artan akaryakıt ve nakliye fi­yatları onların pazar ekonomisinin dışına itilmesine neden oldu. Ürünün tarladan çıkış fiyatları maliyetlerin altına çekilmişti. Önceden tarımsal artığını yerel pazarlarda satan birçok köylü topluluğu ticari tarımdan tamamen çekilmek zorunda kaldı.

Geçimlik tarıma fiili bir geri dönüş yaşandı. Ticari tarım girdileri, tohum, gübre, vb. gibi, artık kullanılmıyordu; eğilim, kendisini hem parceleros’un hem de köylü topluluklarının üret­kenlik düzeylerinde dramatik bir düşüşle gösteren “geleneksel tarım’ın pekiştirilmesi yönündeydi. Kırsal alan giderek kutup­lara ayrıldı. Yapısal uyumun sonucu olarak yoksullaşan köylü toplulukları artık dış gelir kaynakları olmaksızın hayatta kalamıyordu. Köylü toplulukları giderek ticari tarımın “yedek işgü­cü” haline geldi.

Yasadışı Uyuşturucu Ekonomisi (Narko-Ekonomi)

Ağustos 1990 ekonomik şoku uyuşturucu ticaretinin daha da büyümesi için gerekli koşullan yarattı. Gıda ürünlerine olan iç talebin daralması, ithal gıda ürünlerinin üzerindeki gümrük tari­felerinin kaldırılmasıyla birleşerek tarımsal üretimde ciddi bir durgunluğa neden oldu. Bu, sonradan Tarım Reformu’nun yü­rürlükten kaldırılmasıyla birlikte yoksul köylülerin Sierra’daki Alto Huallaga Vadisi’nde koka üretilen bölgelere göç etmeleri­ne yol açtı. Sierra’da, paraya çevrilecek bir ihraç ürünü olarak koka ekimi anlamlı sayılabilecek bir ölçekte artmaya başladı.

Peru öteden beri kokain elde etmekte kullanılan koka yapra­ğının üretiminde dünyanın en büyük üreticisiydi (dünyadaki üretimin % 60’ı, ikinci büyük üretici Bolivya) (Bkz. 11. Bö­lüm). Peru ve Bolivya, Kolombiya uyuşturucu kartellerine ko­kain tozuna çevirmesi için koka hamuru satan dolaysız üretici­lerdi. Ancak, Medellin kartelinin engellenmesiyle birlikte, 1990’ların başında pazarlama ve işleme kanallarında bir deği­şiklik oldu; Perulu aracılar ortaya çıktı, ülke içine ve dışına pa­ra transferi için emniyetli bir mali sığınak olarak Peru bankacı­lık sisteminin kullanımı arttı. Medellin kartelinin zayıflaması ve Cali kartelinin gelişmesi başlangıçta Peru ve Bolivya’ya uyuşturucu ticaretinde büyük bir “özerklik” sağladı.

Dahası, uyuşturucu ticaretinden gelen büyük miktarda dolar Lima’daki sokak köşelerinde kurulan döviz kara borsalarına (el mercado Ocona) yöneldi. Belaunde hükümetinden (1985-1990) beri Merkez Bankası Ocona karaborsasını belli aralıklarla aza­lan döviz rezervlerini takviye etmek için kullanıyordu. Diğer bir deyişle, Peru’nun borç servisi yükümlülüklerini karşılaya­bilmesi, narkodolarların yerel döviz piyasasında dolaşımına bağlıydı. Merkez Bankası’nın 1991 yılında, döviz karaborsa­sından günde sekiz milyon dolar civarında döviz satın aldığı ve bunun büyük bölümünü Peru’nun dış borç servisine tahsis etti­ği tahmin ediliyor.

Ücretlerin ve devlet harcamalarının (IMFnin dayatması so­nucu) dondurulrnasıyla birlikle Merkez Bankası’nm parasal ko­nulara el atması büyük ölçüde kısıtlandı. Bu sıkı para politikası Ocona pazarının ülkeye yasadışı kokain ticaretinden gelen dolorlara boğulmayla birleştiğinde ironik bir biçimde, I991’in başında olduğu gibi, ihracat sektörünün desteklenmesi için “gerçek bir devalüasyonca ısrar eden IMF’nin üzüntü duyma­sına rağmen. Amerikan dolarının Peru parası karşısında değeri­nin azalmasına yol açtı.

İç taleple birlikte ihracat da daralmıştı; ekonomik önlemle­rin sonucu olarak ulusal ekonominin tüm sektörleri, yasadışı koka üretimi hariç, yoğun bir durgunluğa girmişti.

Washington’la Yapılan Uyuşturucuyla Mücadele Anlaşması

Washington’un “koka üretimini yok etme programları”, her za­man olduğu gibi Peru ordusu ile polisinin. Birleşik Devletler ordusu ve ABD Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi’nin (DEA) güçlü desteğini almasını sağlayan ayaklanma karşıtı, “uzlaştır­ma” programlarıyla birleşti. DEA, Huallaga bölgesindeki San­ta Lucia’da askeri bir üs kurmuştu.M

Bu askeri operasyonlar, Sendero’yu Alto Huallaga’da zayıflatmaktansa, Aydınlık Yol’un koka üreticileri arasından kimi destek unsurları kazanmasına yol açtı. Fujimori döneminde ordu­nun koka hamuru pazarlamasına ve uyuşturucu parasının aklan­masına giderek daha çok karışması kayda değer bir gelişmedir.

1991 yılının Mayıs ayında ABD’yle imzalanan Uyuşturu­cuyla Mücadele Anlaşması’nın makro-ekonomik politikalarla doğrudan bir ilişkisi vardı. ABD Senato komitesine tanıklık eden biri kişi şunları söylüyor:

“Baykan’ın [George Bush] ulusa! uyuşturucu denetleme stratejisi.,, diyor ki lABD’nin yapacağı ekonomik yardım uyuşturucu denetim performansına ve güvenilir eksnomik politikalılar uygulamasına bağlıdır.”1′”

Ancak, ironik bir bitimde aynı “güvenilir ekonomi politikaları büyük ölçüde uyuşturucu ekonomisinin hızla gelişmesine yol açmıştı. Diğer bir deyişle, ekonomik reformlar yoksullaşan köylülerin koka üretilen bölgelere göçünü teşvik etmişti.

Üstelik, tarımsal arazilerin özelleştirilmesi ve tarımsal kredi sistemi reformu da dahil olmak üzere Fujimori döneminde ka­bul edilen makro-ekonomik politikalar, Uyuşturucuyla Müca­dele Anlaşmasında öngörülen Alto Huallaga’da “alternatif bir gelişme” olasılığını, neredeyse daha baştan yok etmişti. Alter­natif gelişme, kokanın alternatif ticari ürünlerle (tütün, mısır, vb.) ikame edilmesine dayanıyordu. Ancak IMF destekli re­formların (ki bunlar Uyuşturucu karşıtı Anlaşma’da “çapraz şartlar” olarak içerilmişti) bir sonucu olarak Huallaga bölgesin­deki ticari tarım yasadışı koka üretimi dışında artık varlığını sürdüremez durumdaydı.

Yasadışı uyuşturucu ticareti yapısal uyum programının so­nucu olarak güçlendirilmiş oldu. Yasal ekonominin temelleri oyulmuştu; koka yerine “alternatif ürünler”in (tütün, mısır, vb.) “ürün ikamesi” süreci koka yaprağının ekimine ayrılan toprak­ların düzenli artışıyla sonuçlandı

ABD’nin Askeri ve Güvenlik Hedefleri

Anlaşmayla verilen ABD yardımının büyük bir kısmı askeri yardım olarak verilmişti. Diğer bir deyişle, borç şartları aynı zamanda ABD’nin Uyuşturucu Karşıtı Program’ın resmi şemsi­yesi altında And bölgesindeki askeri ve güvenlik hedeflerini gözetmesinde kullanılıyordu. Uyuşturucu Karşıtı Program Pe­ru’nun. Alto Huallaga bölgesindeki ordusunu ve sonuç olarak bu ordunun uyuşturucu ekonomisini “koruması”nı da güçlen­dirmişti.

Bu açıdan Birleşik Devletler Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) örtülü operasyonlarını ve tüm dünyadaki ABD yanlısı orduları ve paramiliter grupları parasal olarak destekle­mek için kirli para “aklama” yolunu kullanmış olduğunu belirt­mekte yarar var.”

Washington uyuşturucu ticaretine bir çözüm bulmakla ger­çekten ilgilenmiş olsaydı, Peru’yu IMF’nin rehberliğinde, or­duyla işbirliği yapan uyuşturucu tacirlerini güçlendirmeye yara­yan ekonomik politikaları kabul etmeye zorlamazdı.

Amerikan devletinin bir kolu iyi niyetle uyuşturucuyu yok etme programlarına dahil olurken, diğer bir kolu açıkça bunun aksini yapıyordu. “Kirli para”nın aklanması da, ülke içinde ve dışında paranın “serbestçe” dolaşmasına izin veren IMF destek­li bankacılık sistemi reformları ve döviz kuru rejimleri sayesin­de güçlenmişti. Nitekim bu uyuşturucu ekonomisinin güçlen­mesi aynı zamanda Peru’nun uluslararası alacaklılarının çıkar­larına da hizmet elti, çünkü Peru’nun borç servisi yükümlülük­lerini karşılaması için gereken dolar gelirlerinin üretilmesine katkıda bulunuyordu.

Yani, makro-ekonomik reformlar yasal ekonomiyi çökertir­ken, yasadışı ticareti güçlendirdi ve “kirli para’nın Peru’ya kre­di veren resmi ve ticari kuruluşlara geri dönmesini sağlad

11.BÖLÜM

BORÇLAR VE YASADIŞI UYUŞTURUCU EKONOMİSİ:

Bolivya örneği

Bolivya deneyimi, Bretton Woods kuruluşları tarafından, “eko­nomilerini istikrara kavuşturmak ve kalıcı bir ekonomik büyü­me sürecini oluşturmak isteyen” ülkeler tarafından örnek alın­ması gereken, “başarılı” bir yapısal uyum modeli olarak ele alı­nır. Bolivya ve Peru’nun yapısal uyum süreçleri arasındaki benzerlikten de söz etmek gerekmektedir. Her iki ekonomi de ana döviz kaynağı olarak büyük oranda yasadışı koka ihracına dayanıyor. Her iki ülkede de uyuşturucudan sağlanan dolarların “yeniden ekonomiye sokulması” dış borç servisinin bir yolunu oluşturuyor.

Botivya’nın Yeni Ekonomi Politikası

1985 EylüTünde Victor Paz Estenssoro’nun MNR hükümeti, “enflasyonla savaşmak” ve “iç ve dış ekonomik dengesizlikleri ortadan kaldırmak” üzere yola çıkan Ortodoks bir ekonomik is

tikrar paketini (“Decreto Supremo 21.060”) yürürlüğe koydu. Ekonomik paket IMF’nin yapısal uyum programının tüm asli bileşenlerini kapsıyordu. Para devalüe edildi, döviz kurları tekleştirildi ve bir döviz borsası (bolsin) kuruldu.

Devlet harcamaları kısıldı ve 50 bin civarında kamu çalışanı işten çıkartıldı. Fiyat denetimi kaldırılarak, bununla birlikte sı­kı para politikası uygulandı. Ücretlerin enflasyondan bağımsızlaştırılması (endeksten çıkarılması) ve emek pazarının “liberalizasyonu” kabul edildi. Paket aynı zamanda önemli ölçüde güm­rük tarife indirimleri içeren bir ticaret liberalizasyonunu da kapsıyordu.1

İstikrar programım devletin madencilik sanayisini yeniden düzenlemesi izledi, kar etmeyen madenler kapatıldı, 23 bin ci­varında işçi işten atıldı.

Bolivya’nın ekonomik uyum paketinin mimarı Gonzalo Sanchez de Losada (1993 yılında Bolivya’nın başkanı oldu) 1985 Ağustosu’nda Yeni Ekonomik Politika’nın ya da Nueva Politica Economica’nın kabul edilmesini izleyen olayları şöyle anlatıyordu:

“…önlemleri aldığımızda genel grev oldu, 1985 Eylül’ünde ülke on gün boyunca felç oldu (…) Onuncu gün, sendika lider­leri bir açlık grevi ilan ettiler, bu onların en büyük hatasıydı. O zaman olağanüstü hal ilan etmeye karar verdik. Başkan Paz, halkın durumun bu şekilde devam etmeyeceği kanısında olaca­ğını ummuştu. Böylece sendika liderlerini yakaladık ve ülkenin içine sürdük. Bu işçi hareketini parçaladı. Devletin madencilik konsorsiyumu COMİBOL’u kapattık ve ülke çapında 50 bin kamu çalışanının yanı sıra 24 bin işçiyi işten attık, iş güvence­sini kaldırdık.”2

İzlenen politika her şeye rağmen, birkaç ay içinde enflasyonu denetim altına almakta “başarılı” oldu. Eylül 1985 önlemle­rini almadan önce yıllık enflasyon oranı yaklaşık olarak % 24 binlerde seyrediyordu. Yine de fiyat istikrarı hedefine (ekono­mik istikrar önlemlerinin sonucundan çok) fiyatların “dolarizasyonu’yla ulaşılmış oldu: “Fiyatların çoğu gerçekte döviz kuruna endekslendiğinden Ötürü ikincisinin istikran neredeyse aynı anda birincisinin istikrarını sağladı”.5

Bir borç indirim planı görüşüldü. Bu plana göre resmi ba­ğışçılar. Bolivya’nın ticari borçlarını, ticari bankalardan büyük bir indirimle “geri satın alması”nı finanse edeceklerdi. Borçla­rın geri satın alınması IMF programının kabul edilmesi şartıyla mümkün olacaktı.

Ekonomik ve Toplumsal Etkiler

İstikrar paketi istihdam düzeyinde ve gerçek ücretlerde önemli bir düşüşe neden oldu. Ardından, ücret gelirlerinin azalması ka­yıt dışı kent sektöründe ve kırsal ekonomide olumsuz sonuçlar yarattı. Satın alma gücü düzeyinin düşmesi ticaretin liberalizasyonuyla (ve ucuz gıda ithalatının ülkeye akın etmesiyle) bir­leşerek, büyük ölçüde iç pazara dayanan kırsal ekonominin çökmesine neden oldu. Benzer bir şekilde, gümrük tarifelerinin kaldırılması ulusal imalat sanayinin yerine ithalatın geçmesine yol açtı. Ticari ithalat çoğunlukla yerli üretim aleyhine gelişti.

Gelir düzeyleri ve devlet harcamaları zaten 1980’lerin ilk ya­rısındaki Siles-Zuazo hükümeti sırasında çarpıcı bir biçimde düşmüştü. Ancak 1985 ekonomik reformlarının ani olumsuz et­kisiyle, gerçek devlet harcamaları (özellikle sağlık ve eğitim alanlarında) % 15 daha azaltıldı.4 Modern sektörde ücretler (res­mi verilere göre) yalnızca % 20 düştüğü halde istihdam edilen insan sayısı olağanüstü düşük düzeydeydi. Modem sektör istih­damının genellikle işten atmalar aracılığıyla düşürülmesi ile bir­likte gelirlerdeki düşüş aslında % 20’nin üzerine çıkmıştı.Programlanmış Ekonomik Durgunluk

1985 yılında başlatılan IMF programı, yasadışı koka ekonomisi ve kentsel hizmet sektörleri dışında ulusal ekonominin tüm sek­törlerinde (madencilik, sanayi ve tarım) durgunluğa yol açtı. Bu durum Fujimori yönetimindeki Peru’yla karşılaştırılabilir (Bkz. 10. Bölüm).

(Büyük ölçüde devletin madencilik konsorsiyumu COMlBOL ve özel olarak işletilen az miktarda madenden oluşan) Madencilik sektöründeki durgunluk, “kar etmeyen madenlerdin kapatılmasından (ve işçilerin işten atılmasından) ve uluslararası kalay pazarının çökmesinden kaynaklanıyordu. Ticari olarak kötüye gidiş ekonomik reformların etkisini daha da ağırlaştırdı.

İşten çıkarılan maden işçilerinin tazminat ları, işçiler tarafın­dan koka üretilen bölgelerdeki toprakların satın alınmasına ya­tırıldı; böylece hem sermaye hem de emek koka ekonomisine yönlendirilmiş oldu. Yeni Ekonomik Politika, COMIBOL’dan atılan işçilere başka hiçbir alternatif istihdam olanağı sunmamıştı.

İmalat sektörü (esas olarak iç pazara yönelikti) ithalatın liberalizasyonu sonucunda kısmen çökmüştü (örneğin, tekstil ve tarımsal sanayide), iç satın alma gücündeki düşüş ve kaçakçılık faaliyetlerinin artışı da küçük ölçekli imalatçıların iflasa sürük­lenmesinde önemli bir rol oynadı.

Kırsal Ekonomi Üzerindeki Etkiler

Bolivya tanım üç farklı alt sektörden oluşuyor:

  1. a) And vadilerinde ve Altiplano’da (yüksek düzlükler) yo­ğunlaşmış olan küçük ölçekli tarım (parceleros) ve köylü toplu­lukları (comunidades campesinas) ile karakterize edilen kırsal ekonomi (economia compesina). Kırsal ekonomi 1950’lerdekiTarım Reformu’nun ve büyük toprak sahiplerinin arazilerinin (haciendas) parçalanmasının ürünüdür. Peru’da olduğu gibi, dağlık yerlerdeki kırsal ekonomiyi vahim düzeyde yoksulluk oranı (kırsal nüfusun % 97’si “yoksul” ve % 48 ila 77’si de “vahim düzeyde yoksul” (pobreza critica) olarak sınıflandırılı­yor)’ niteler.
  2. b) Ticari çiftçiliğin bir alt sektörü büyük ölçüde ihracat pa­zarına yöneliktir ve Özellikle yeni (ova) tarımsal yerleşim (llanos orientales) bölgelerindeki (örneğin, Santa Cruz bölgesi) or­ta ve büyük Ölçekli plantasyonlardan oluşur.
  3. c) Hem işleyerek koka hamuru yapmak ve ihraç etmek için hem de iç pazardaki “geleneksel” satış için yapılan koka üretimi.

Yeni Ekonomik Politika kırsal ekonominin zayıflamasına yol açtı. Yerel tahıl pazarları, gıda yardımı ile Arjantin ve Brezilya’dan yapılan, kaçakçılık da dahil olmak üzere, ülkeye akan ucuz gıda ithalatından (örneğin, buğday) etkilendi. Ülkeye olan bu akış yerel gıda ürünlerinin gerçek fiyatlarım düşürdü. Ta­rımsal ürünlerin gerçek toptan fiyatları 1985 yılında yeni ekonomik politikanın kabul edilmesini izleyen üç yıl içerisinde % 25.9 düştü.

Tarla çıkış fiyatlarındaki (gerçek) düşüşe, perakende ve top­tan satış fiyatları arasında oluşan kar miktarının anısı da eşlik etti. Artı-değerin büyük kısmına tüccarlar ve aracılar tarafın­dan, doğrudan tarım ürünü üretenler aleyhine el konuluyordu. Nakliye maliyetlerindeki çarpıcı artış da köylülüğün gelirlerini azaltmakta ve ürünün tarla çıkış fiyatıyla toptan fiyatı arasında­ki mesafeyi artırmakta büyük bir etken oldu.”

IMF destekli 1985 programı çoğunlukla ticari tarımın ya­pıldığı ovalara yerleşmiş olan soya fasulyesi üretimi dışında ih­racata dönük peşin parayla satılan ürünlerin üretilmesine katkı­da bulunmadı. Peru’da olduğu gibi geleneksel ihracat ürünle­rinden yasadışı koka ekonomisine doğru bir geçiş oldu.

Kirli Paranın Aklanması

Ticari bankalar da dahil olmak üzere ulusal ekonomik seçkinler yasadışı uyuşturucu ticaretine bağlandı. Hükümetin para ve dö­viz kuru politikası koka dolarlarının aklanmasında ticari banka­cılığın rolüne arka çıktı.

Döviz piyasasının Hollanda borsa sistemi (bolsin) aracılı­ğıyla serbest bırakılmasına, narkodolarların ulusal bankacılık sisteminde aklanmasını yasallaştıran önlemler eşlik etti. Döviz­li işlemlerin gizli tutulmasına (el secrecto bancario) başlandı, bankalara dolar yatırılması ve sermayenin ülkeye, yerel banka­cılık sistemine geri dönmesi özendirildi. Anormal derecede yüksek faiz oranları (LIBOR’un % 5 üstünde) “sıcak para mevduatları”nın Bolivya’nın ticari bankalarına çekilmesine yol açtı.

Bu mevduatlar aynı zamanda Bolivyalı aracıların payına dü­şen uyuşturucu ticareti gelirlerini de kapsıyordu. Banka gizliliği (“soru sorulmaz”), paranın ülke içine ve dışına serbestçe hare­ket etmesine izin veren kambiyo rejimindeki reformlar, Bolivya ticari bankacılık sektörüne narkodolarların yatırılmasını teşvik eden yüksek faiz oranlarıyla birleşti.

Bankacılık sistemindeki reformlar gerçek üretken yatırım­larda önemli bir düşüşe yol açtı. 1986 yılından 1988 yılına ka­dar borç faizi oranları (ABD Doları olarak) yıllık % 20 ile 25 arasındaydı ve tarımla imalata verilen krediler dondurulmuştu.7

Koka Üretiminin “Kökünün Kazınması”

Makro-ekonomik çerçeve, uyuşturucu ekonomisini ve kara pa­ra aklanmasını doğrudan desteklerken hükümet aynı zamanda, koka üretimini engellemek için, ABD Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi’nin (DEA) desteğiyle hazırlanmış bir yasayı kabul etti. Hükümet, onların emirlerine uyarak, konuyla ilgili yasada (Ley del regmen de la coca) koka üretilen yerlerde gezici teftiş bi­rimleri (UMOPAR,Unidad Movilde Patrullaje Rural)kurmuştu. Bu birimler kurulur kurulmaz çoğunlukla (genellikle ge­leneksel üretim bölgelerindeki) küçük koka üreticilerine karşı acımasız eylemlere karıştılar. Etkinliklerinin uyuşturucu ticareti ve koka hamuru ticaretini ve ihracatını yapan çok sayıda güçlü çıkar çevresine çok az etkisi oldu. Bir rapora göre UMOPAR’lı uyuşturucu mafyası tarafından kontrol edildiği varsayılıyordu.1

Uyuşturucu Devleti (Narko-devlet)

Garcia Meza’nın diktatörlüğü sırasında (1980-1982) Bolivya hükümetinin üst düzey memurları koka ekonomisini “koru­muştu”. Zaten bu hükümet uluslararası çevrelerde “kokain hü­kümeti” olarak adlandırılıyordu.9 Parlamenter demokrasinin restorasyonuna rağmen devletin yapısı değiştirilmemişti. Önemli mali ve sanayi çıkar çevreleri, koka gelirlerinin modern ekonomideki yatırımları finanse etmesini de kapsayacak şekil­de koka ticaretiyle dolaysız ilişkilerini sürdürmeye devam etti­ler.

1970*lerin ortasından beri, üst gelir grupları pazarına yöne­len kentsel hizmetler sektörü çoğunlukla uyuşturucu ekonomisince finanse ediliyordu. Narko-dolarların yerli sermaye oluşu­munda kullanılması konut yapımının, alışveriş merkezlerinin, turizm ve eğlence altyapısının, vb. gelişmesine neden olmuştu, Bu süreç IMF destekli programın sonucunda daha da güçlendi.

1985 yılında yeni ekonomik politikanın benimsenmesiyle birlikte iktidardaki MNR partisi popülist tutumunu terk etti ve gücünü eski diktatör General Hugo Banzer’in Milliyetçi De­mokratik Eylem Partisi (ADN) ile birle şf irerek siyasal safım değiştirdi. (Bu, MNR tarihsel olarak örgütlü emeğin desteğine yaslandığından siyasi bir dönüşü temsil ediyordu).

Banzer’in 1970’lerin ortasından beri yasadışı koka ticareti­nin kilit adamlarından biri olduğu söyleniyordu ve ADN’nin parlamento grubu üyelerinin, ordunun kıdemli subaylarıyla birlikte, uyuşturucu mafyasıyla bağlantıları olduğu yolunda sağ­lam kanıtlar vardı.10

MNRADN “Demokrasi Paktı” MNR hükümetinin, emek pazarının kuralsızlaştırılmâsı ve işçi hareketinin bastırılmasını da içeren. Yem Ekonomik Politika ile ilgili yasal düzenlemele­rin birçok bileşenini tamamlamasını sağladı.

1989 yılında MIR’in (Devrimci So!) adayı Paz Zamora’run başkanlık görevine gelmesiyle birlikte ADN koalisyon hüküme­tindeki yerini korudu. Paz Zamora 1989 başkanlık seçiminde Hugo Banzer ve MNR adayı Gonzalo Sanchez de Losada’nın ardından ikinci gelmişti. Paz, General Hugo Banzer’le yapılan bir siyasi anlaşma bağlamında 1989 yılında başkanlık görevine getirildi, Paz Zamora başkanlık koltuğuna otururken General Banzer ve ADN kabinedeki kilit bakanlıkları ele geçirdi.

ADN-MIR koalisyon hükümeti. 1985 yılında MNR iktida­rında Yeni Ekonomik Politika ile başlatılan makro-ekonomik politikaları sürdürdü. ADN ve onun lideri Hugo Banzer, de­mokratik olarak seçilen iki sivil hükümette de yerini koruyarak, siyasal süreklilik kadar hükümet politikasıyla, yasadışı koka ti­careti yapan çıkar çevreleri arasındaki bağlantının sürekliliğini de sağlamıştı.

BEŞİNCİ KISIM

ESKİ SOVYETLER BİRLİĞİ VE BALKANLAR

12.BÖLÜM

RUSYA FEDERASYONUNUN “ÜÇÜNCÜ DÜNYALILAŞTIRILMASI’

Rusya Federasyonu’nda Makro-Ekonomik Reform

  1. Evre: Ocak 1992 Şok Tedavisi

“Rusya’da bir savaş sonrası durumu yaşıyoruz…” Ama savaş sonrasının yemden inşası yok. “Komünizm” ve “Şeytanın İm­paratorluğu” yenilgiye uğratıldı ancak soğuk savaş, resmi ola­rak sona ermiş olsa da hâlâ doruğuna ulaşmadı: Rus ekonomisi­nin merkezi askeri sanayi kompleks ve “G-7 bizim yüksek tek­nolojili sanayimizi parçalamak istiyor… IMF’nin ekonomik programının hedefi bizi zayıflatmak” ve rakip bir kapitalist gü­cün gelişmesini engellemek.1

Ocak 1992’de başlatılan IMF usulü “şok tedavisi” “ulusal kapitalizme yani, bir Rus girişimciler sınıfının sahip olduğu ve denetlediği ve bu sınıfın diğer büyük kapitalist ülkelerde ol­duğu gibi devletin ekonomik ve toplumsal politikalarıyla des­teklendiği bir ulusal kapitalist ekonomi geçişi baştan engelledi.Batı için düşman ”sosyalizm” değil, kapitalizmdi. Kutup ayısı nasıl evcilleştirilip boyunduruk altına alınacaktı, doğal yetenek­leri, bilimi, teknolojisi nasıl ele geçirilecekti, insan sermayesi nasıl satın alınacak, fikri mülkiyet hakları nasıl kazanılacaktı? “Eğer Batı bizi ucuz emekle yüksek teknoloji ihraç eden bir li­mana dönüştürebileceğini ve bilim adamlarımıza ayda 40 ABD Doları ödeyebileceğini düşünüyorsa fena halde yanılıyor; halk isyan eder…”2

“Ekonomik ilaç’1, Rusya’nın tüccarlarının ve iş mafyasının çıkarlarına sınırlı ölçüde yardım ederken, ulusal ekonomiyi yı­karak ve devlet işletmelerini iflasa sürükleyerek hastayı öldürü­yordu. Reformlar piyasa güçlerinin temkinli bir şekilde manipülasyonuyla, ekonomide faaliyet sürdüren sektörlerin hangile­rinin hayatta kalacağını seçmişti. Resmi rakamlar reformların ilk yılında sanayi üretiminin % 21 azaldığını gösteriyordu, 1992 yılında Rus ekonomisinin gerçek düşüşü, bazı ekonomist­ler tarafından % 50 olarak tahmin ediliyordu.’

IMF Yeltsin reformları “Üçüncü Dünyalılaşmanın” bir ara­cını oluşturdu; bunlar Latin Amerika ve Aşağı-Sahra Afrikası’ndaki borçlu ülkelere dayatılan yapısal uyum programının tam bir kopyasıydı. Harvard iktisatçılarından olan ve Rus hükü­metine danışmanlık yapan Jeffrey Sachs, 1985 yılında MNR hükümetinin ekonomik danışmanıyken Bolivya’ya uyguladığı (Bkz. 11Bölüm) “makro-ekonomik operasyon”un aynısını Rusya’da da uyguladı. Demokrasi adına kabul edilen IMF-Dünya Bankası programı halkın büyük kesimi için tutarlı bir yoksullaşma programıydı. Program (teoride) ekonomiyi “istik­rara kavuşturmak” için tasarlanmıştı ama “enflasyonla mücade­le programının doğrudan bir sonucu olarak tüketici fiyatları 1992 yılında yüz kattan daha fazla arttı (% 9900).4 “Üçüncü Dünya”daki “istikrar programları” gibi enflasyonist süreç ço­ğunlukla yere lfiyatların “dolarizasyonu” veulusal para biriminin çökmesiyle ortaya çıkıyordu. “Fiyatların serbest bırakılması programı” da (IMF’nin niyetlendiği gibi) Sovyet sisteminde va­rolan göreli fiyatların çarpık yapısını ortadan kaldıramıyordu.

Ekmeğin fiyatı 13-18 köpekten (Aralık 1991, reformlardan önce) Ekim 1992’de 20 rublenin üzerine (yüz kattan daha faz­la) çıktı, ülke içinde üretilen bir televizyonun fiyatı 800 ruble­den 85.000 rubleye yükseldi. Ücretlerse, tersine yaklaşık olarak on kat arttı yani, gerçek gelirler % 80’den daha çok düşmüş ve ömür boyu tasarruf edilmiş olan milyarlarca ruble yok olup git­mişti. Sıradan Ruslar çok daha keskin konuşuyorlardı: “Hükü­met paramızı çalıyor.”5 Bir IMF yetkilisine göre “likidite fazla­sının emilmesi” şarttı, çünkü “satın alma gücü çok yüksekti”,6 hükümet “azami sıçramayı” tercih ediyordu, bu yüzden de hane halkının elindeki paralar “reform programının başında” orta­dan kaldırılmalıydı.’ Bir Dünya Bankası danışmanına göre bu tasarruflar “gerçek değildi, yalnızca bir yanılsamaydı, çünkü [Sovyet rejiminde] onların [halkın] hiçbir şey satın almasına izin verilmiyordu”.8 Rus Bilim Akademisi’nden bir iktisatçı olayları biraz daha farklı görüyordu:

“Komünist sistemde bizim yaşama standardımız hiçbir za­man yüksek değildi. Ancak herkesin işi vardı ve insanın temel ihtiyaçları ve temel toplumsal hizmetler, Batı standartlarına gö­re İkinci sınıf olsa da bedavaydı ve kullanılabilirdi. Fakat şim­di Rusya’nın toplumsal koşullan Üçüncü Dünya’dakilere ben­zedi.”9

Ortalama maaşlar aylık 10 ABD Dolarının altındaydı (1992-93), en düşük ücret (1992) 3 ABD Doları civarındaydı, bir üni­versite profesörü 8 ABD Dolan kazanıyordu, bir büro işçisi 7 ABD Doları, bir kent kliniğindeki kalifiye hemşire 6 ABD Do­lan kazanıyordu.10 Birçok tüketim malının fiyatının dünya piyasası düzeyine yükselmesiyle birlikte ruble üzerinden ödenen bu aylıklar yiyecek almaya ancak yetecek duruma geldi. Bir palto 60 ABD Dolarına alınabiliyordu; bu 9 aylık ücrete tekabül edi­yordu.”

Makro-ekonomik politikanın sonucunda ortaya çıkan ya­şam standardındaki çöküşün Rusya tarihinde bir benzeri yoktu: “ikinci Dünya Savaşı’nda daha çok yemek yiyebiliyorduk.”

IMF-Dünya Bankası’nın ilkelerine göre toplumsal prog­ramlar kendilerini finanse edecek hale gelmeliydi: Okullar, has­taneler ve anaokullarına (sporda, kültürde ve sanattaki devlet destekli programlardan söz etmeye gerek bile yok) kullananlar­dan ücret alarak kendi gelir kaynaklarım yaratmaları talimatı verildi.13 Hastanelerdeki ameliyat bedeli ancak “nouveaux riches”in* ödeyebileceği kadar yüksek, iki ile altı aylık maaşa denkti. Yalnızca hastaneler değil, tiyatrolar ve müzeler de ifla­sa sürüklendi. Meşhur Taganka Tiyatrosu 1992 yılında dağıldı, birçok küçük tiyatro anık oyuncularına para ödeyemez hale geldi. Reformlar refah devletinin çöküşüne yol açtı. Sovyet sis­teminin sağlıktaki, eğitimdeki, kültürdeki ve sanattaki (batılı meslektaşlarının çok takdir ettiği) başarıları yok olup gitti.”

Yine de ancien regime’le süreklilik sürdürüldü. Liberal de­mokrasi maskesi altında totaliter devlet hasar görmeden kaldı: Stalinizm’le “serbest” piyasanın titiz bir harmanı. Gün geçtikçe Yeltsin ve yakın dostları neo-liberalizmin ateşli partizanları ha­line gelmişti. Bir totaliter dogma diğeriyle yer değiştirmişti; toplumsal gerçeklik çarpıtıldı, gerçek gelirlere ilişkin resmi is­tatistikler tahrif edildi. IMF 1992 yılının sonunda, ekonomik reform programının başlangıcından bu yana yaşam standardının “yükseldiğini” iddia etti.1* Rusya Ekonomi Bakanlığı “ücretlerin fiyatlardan daha hızlı arttığını” ileri sürdü.15 1992 yılında IMF’nin teknik desteğiyle hesaplanan tüketici fiyatları endeksi fiyatlarda 15.6 katlık bir artışı (% 1.660) gösteriyordu.16″Ancak halk aptal değildir, biz onlara [hükümete] gerçekten inanmıyo­ruz; biliyoruz ki fiyatlar yüz kat arttı”.17

Perestroyka’nın Mirası

Perestroyka döneminde devlet denetimindeki fiyatlarla satın al­mak ve serbest piyasada yeniden satmak yolsuzluk ve rüşvetle birleştiğinde servet yaratmanın temel kaynaklan tamamlanıyor­du. Eski bürokratlar ve parti üyeleri tarafından yapılan bu “göl­ge alışverişler” Mıhail Gorbaçov yönetimi tarafından 1988 Ma­yısında çıkartılan Kooperatifler Kanunu’yla yasal hale getirildi. Bu kanun, devlet işletmeleri sistemiyle yan yana işleyecek olan özel ticari girişimlerin ve anonim şirketlerin kurulmasına izin veriyordu. Birçok örnekte bu “kooperatifler” devlet işletmeleri­nin yöneticileri tarafından özel iş olarak kuruluyordu. Devlet iş­letmelerinin yöneticileri devlet işletmelerinin ürettiği ürünleri (resmi fiyatlardan) kendilerinin özel olarak kurdukları “kooperatiflere (yani, kendilerine) satacaklar ve ardından da çok yük­sek bir kârla yemden serbest piyasada satacaklardı. 1989 yılında “kooperatiflerin kendi ticari bankalarım kurmalarına ve dış ti­caret işlemleri yapmalarına izin verildi. 1987-89 işletme reform­ları, bir ikili fiyat sistemi oluşturarak, iyi niyetli kapitalist giri­şimciliği teşvik etmekten çok kişisel zenginleşmeyi, rüşvetçiliği ve sahte bir “pazar burjuvazisinin gelişimini destekledi.

Pazar Burjuvazisinin Gelişimi

Eski Sovyetler Birliği ‘nde “ilkel birikimin sim” “hızlı para” il­kesine dayanıyordu: Devletten ve bir fiyattan çal ve bir diğerinden sat. Brejnev döneminin komünist nomenklaturasının bir da­lı olan Rusya’nın yeni “biznesmany”sinin doğumu “aparatçik kapitalizmimin gelişiminde yatar. “Adem elmayı ısırdı ve ilk günah ‘sosyalizm’in üzerine düştü”.1″

Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, IMF programı “Demokrat­ların koşulsuz siyasi desteğini almıştı yani IMF reformları bu “eni tüccar sınıfın sınırlı çıkarlarını destekledi. Yeltsin hükümeti bu “cebi dolarla dolmuş seçkinlerdin çıkarlarını açıkça ..tekledi. Fiyatların serbest bırakılması ve rublenin çöküşü, .MF’nin rehberliğinde halkın küçük bir kesiminin zenginleşme­sini arttırdı. Dolar bankalararası para piyasasından idare edildi, aynı zamanda eski Sovyetler Birliği’nin sokak köşelerinde de serbestçe satılıyordu. Reformlar rublenin artık güvenilir bir “saklama değeri”ne sahip olamayacağı anlamına geliyordu, ya­ni ulusal para biriminin batışı daha hızlandırıldı çünkü sıradan vatandaşlar kendi kişisel tasarruflarını dolar olarak tutmayı ter­cih ettiler: “İnsanlar, hangi fiyattan olursa olsun dolar almak is­tiyorlar.’00

Toplumsal İlişkilerin Bozulması

Soğuk Savaş fiziksel yıkımın olmadığı bir savaştı. En dayanıl­maz noktasına vardığında makro-ekonomik politikanın araçları yenik bir ulusun ekonomisini parçalamakta belirleyici bir rol üstlendi. Reformlar, Batı’nın iddia ettiği gibi piyasa kapitaliz­mini ve Batı tarzı toplumsal demokrasiyi inşa etmeyi değil, eski bir düşmanı etkisiz hale getirmeyi ve Rusya’nın büyük bir ka­pitalist güç olarak gelişmesini engellemeyi hedefliyordu. Eko­nomik önlemlerin sivil toplumun parçalanmasına ve temel top­lumsal ilişkilerin bozulmasına yol açacak düzeyde olması da ayrı bir önem taşımaktadır: Reformlarla ekonomik faaliyet suça bulaşmış devlet mülkiyeti yağmalanmış, kirli para aklanması ve sermaye göçü desteklenmiştir. Ardından, Özelleştirme prog­ramı da (devlet işletmelerinin açık arttırmayla satılması) önemli oranda devlet mülkiyetinin örgütlü suç gruplarına devredilmesi anlamına gelmiştir. Örgütlü suç grupları devlet aygıtına sızmış ve güçlü bir lobi oluşturarak Yeltsin’in makro-ekonomik re­formlarını açıkça desteklemiştir. Kısa süre önce yapılan belirle­melere göre, 1993 yılıyla birlikte Rusya’daki ticari bankaların yarısı yerel mafyaların denetiminde ve yine Moskova’nın mer­kezindeki ticari gayrimenkullerin yansı Örgütlü suç grupları ta­rafından ele geçirilmişti.21

Rusya Ekonomisinin Yağmalanması

Rublenin ani düşüşü Rusya’nın doğal kaynaklarının yağmalan­masını kolaylaştırdı; petrol, demir dışındaki madenler ve strate­jik hammaddeler Rus tüccarlar tarafından devlet işletmelerin­den rubleyle alınabiliyor ve Avrupa Topluluğu’ndan gelen tüc­carlara on katı fiyata nakit döviz karşılığı satılabiliyordu. Örne­ğin, ham petrolün tonu 1992 yılında 5.200 Rubleye (17 ABD Doları) alınıyor, rüşvetçi bir memura para yedirilerek ihracat izni elde ediliyor ve petrol dünya pazarında tonu 150 ABD Do­larından satılıyordu.” Bu işin kârı denizaşırı bankaların hesabı­na yatırılıyor ya da lüks tüketim malına (ithalata) aktarılıyordu. Yurtdışına para kaçırma ve para aklama, resmen yasadışı olma­sına rağmen döviz piyasasının kuralsızlaştırılmasıyla ve banka­cılık sistemindeki reformlarla kol ay l aş tın Uy ordu. IMF reform­larının ilk dönemindeki (1992) sermaye kaçışının aylık l mil­yar dolar civarında seyrettiği tahmin ediliyor,” Siyasal kurum­ların ünlü üyelerinin denizaşırı ülkelere büyük miktarlarda para aktardığına ilişkin kanıtlar var.

Rusya Kapitalizminin Temellerinin Oyulması

Küresel bir ekonomik kriz döneminde “kapitalist Rusya”nın uluslararası iş bölümünde oynayacağı rol ne olacak? Bunalım­daki bir dünya pazarında Rusya sanayisinin akıbeti ne olacak? Avrupa ve Kuzey Amerika’da fabrikaların kapanmasıyla birlikte dünya pazarında “Rusya’ya açılacak bir yer var mı”? IMF rehberliğindeki makro-ekonomik politikalar Rusya’nın dünya ekonomisiyle ilişkisini biçimlendirmektedir. Reformlar, lüks arabalar, dayanıklı tüketim mallan ve işlenmiş gıda gibi tüke­tim mallarının küçük bir ayrıcalıklı piyasa için serbestçe ithali­ni özendirirken, içinde petrol, stratejik madenler ve gıda ürün­lerinin olduğu temel malların serbest ve kuralsız ihracını des­teklemeye eğilimlidir, ancak yerli sanayi için ne bir koruma vardır ne de yerli hammaddelerin işlenmesi ya da sanayi sektö­rünün ıslah edilmesi için bir önlem alınmaktadır. Teçhizat alımı için verilen krediler dondurulurken, girdi fiyatlarının (petrol, enerji, ve nakliye) kuralsızlaştırılması Rusya’nın sanayisini if­lasa sürüklemektedir.

Üstelik, yaşam standartlarındaki düşüş sanayi ve tarımda geriye doğru büyüyen bir etki yapıyor yani, yoksullaşmadaki çarpıcı artışın iç piyasanın büyümesine yaran oluyor. Sovyet sisteminde (kendisini uzun kuyruklarla gösteren) “bir kıtlık ekonomisi”nden, ironik bir şekilde, tüketici talebinin halkın an­cak yiyecek satın alabileceği ölçüde daraltıldığı bir ekonomiye geçilmiştir.

Nüfusun küçük bir kesiminin zenginleşmesi çelişkili bir bi­çimde, lüks tüketim mallarına dönük dinamik bir pazarı teşvik ediyor, Moskova’nın ünlü Kuznetski bölgesinde dolar büroları­nın önünde uzun kuyruklar oluşuyordu. “Nouveaux riches” yerli mallan hor görüyordu; Mercedes Benz, BMW, Paris “haute coutre”u tercih ediliyordu, Amerika Birleşik Devletleri’nden 345 ABD Dolarına (ortalama bir işçinin dön yıllık geli­ri) ithal edilen, kristal şişeli iyi kalite “Rus votkasından söz et­meye bile gerek yok. Üst gelir gruplarının bu “talep dinamiği” bu yüzden çoğunlukla Rusya’nın temel kaynaklarının yağmalanmasından elde edilen gelirlerle ithal edilen lüks tüketim mal­larına yönelmişti.

Devlet Mülklerinin “İyi bir Fiyata” Kapatılması

Yeni ticaret seçkinlerinin payına düşen muazzam kârlar aynı zamanda “iyi bir fiyattan” devlet mülklerinin satın alınmasıyla ya da hükümetin Özelleştirme planına göre o işletmenin yöneti­cilerine ve işçilerine satılanların onlardan alınmasıyla yeniden değerleniyordu. Devlet mülklerinin kağıt üzerindeki (yürürlük­teki ruble üzerinden fiyat biçilen) değeri yapay olarak düşük tu­tulduğundan (ve ruble çok ucuz olduğundan), devletin varlıkla­rı hemen hemen hiçbir şey verilmeden edinilebiliyordu.24 Yük­sek teknolojili bir füze üretim tesisi l milyon ABD Dolarına sa­tın alınabilirdi. Moskova’nın merkezindeki bir otel Paris’teki bir apartman dairesinden daha ucuza satın alınabiliyordu. 1992 yılının Ekim ayında Moskova şehir meclisi çok sayıda apart­man dairesini açık artırmaya çıkarttı; teklifler üç rubleden başlamak zorundaydı.

Eski nomenklatura, yeni ticaret seçkinleri ve yerel mafyalar paranın tek sahibiyken (ve tek mülk edinme konumunda olan­larken) ne bîr beceriye ne de Rusya’nın sanayisini yönetecek bir öngörüye sahiptiler. Onların Rusya ekonomisinin yeniden inşasında güçlü ve belirleyici bir rol oynayacaklarını kimse tah­min edemezdi. Birçok Üçüncü Dünya Ülkesinde olduğu gibi bu “komprador” seçkinler büyük Ölçüde yabancı sermayeyle olan ilişkileri aracılığıyla zenginleştiler,

Üstelik ekonomik reformlar ulusal üreticilerin (ister devlet isterse özel olsun) yerinden edilmesini ve yabancı sermayenin ortak girişimler aracılığıyla ulusal ekonominin birçok sektörü­nü teslim almasını destekliyordu. Örneğin, Amerika’nın tütün devleri Marlboro ve Philip Morris devletin iç pazara çıkardığı üretim mallarının denetimini çoktan ele geçirmişti; British Airways, Aeroflot’la yaptığı ortak girişimle Rusya Havayollan’mn iç seferlerini düzenleme hakkını kazanmıştı.

Rusya ekonomisinin en kârlı sektörleri ortak girişimler tarafından ele geçirilirken hafif sanayinin önemli sektörleri kapatıl­dı ve bunların yerini ithalat aldı. Yabancı sermaye yine de bek­le ve gör yaklaşımını benimsedi. Politik durum belirsiz ve risk­ler büyüktü: “Toprak mülkiyeti ve kârların sağlam bir para biri­miyle ülkeden çıkışı konusunda güvencelerimiz olmalı”.25 Bir­çok yabancı işletme, “arka kapıdan” küçük yatırımlarla girmeyi tercih etti. Yüksek nitelikli ucuz emeği ve fabrika arazisi üze­rindeki denetimi güvence altına almak için bu, daha çok ortak girişimler ya da yerli işletmelerin çok düşük ücretlerle satın alınması yoluyla yapıldı.

Rusya’nın Yüksek Teknolojiye Dayalı Ekonomisinin Zayıflatılması

Yüksek teknolojinin olduğu alanlarda ihracat süreci gelişti. Bu çok kârlı bir işti: Diğerlerinin yanısıra Lockheed Füze ve Uzay Şirketi, Boeing ve Rockwell International gözlerini uzay ve uçak sanayilerine diktiler. Amerikalı ve Avrupalı yüksek teknoloji şir­ketleri (savunma müteahhitleri de dahil olmak üzere) en iyi Rus bilim adamlarının, bir kısmını sayacak olursak fiber optik, bilgi­sayar tasarımı, uydu teknolojisi, nükleer fizik gibi alanlardaki hizmetlerini ayda ortalama 100 doların altına satın alabiliyorlar­dı (Silikon Vadisi’nde ücretlerin en çok ellide biri). Eski Sovyet­ler Birliği’nde oldukça büyük bir “ucuz insan sermayesi” rezer­vini temsil eden 1.5 milyon bilim adamı ve mühendis vardı.26

Makro-ekonomik politikalar Batılı yüksek teknolojili firma­ların ve askeri müteahhitlerin çıkarlarını destekliyordu çünkü bunlar eski Sovyet uzay sanayisini ve yüksek teknolojiye dayalı sanayileri zayıflatıyor ve Rusya’nın kendi adına davranan bir kapitalist güç olarak dünya piyasasında rekabet etmesini önlü­yordu. Yetenek ve bilimsel teknikler satın alınabilirdi, üretim tesislerine el konulabilir ya da kapatılabilirdi.

Askeri sanayi kompleksinin büyük bir kısmı Savunma Bakanlığının yetki alanı içindeydi. Yardım adı altında, NATO ve Batılı savunma bakanlarıyla görüşülerek yürütülen birçok “dö­nüşüm programı”, sivil bölümü de dahil olmak üzere bu komp­leksi parçalamayı ve Rusya’nın dünya pazarında potansiyel bir rakip olmasını engellemeyi amaçlıyordu. Dönüşüm projeleri, Batı sermayesinin Rusya’nın bilgi tabanını (fikri mülkiyet hak­larını) ve bilim adamları, mühendisler ve araştırma kurumlan da dahil olmak üzere insan sermayesini ele geçirmesini ya da denetim altına almasını kolaylaştırırken, Rusya’nın askeri, uzay bilimleri ve yüksek teknoloji alanlarındaki üretken yetenekleri­ni fiziksel olarak dağıtmaya niyetlenmişti. Örneğin, AT&T Bell Laboratories bir ortak girişimle Moskova’daki Genel FiziJt Kurumu’nun tüm araştırma laboratuvannı ele geçirmişti. McDonnell Douglas, Mekanik Araştırmalar Kurumu’yla benzer bir an­laşma imzalamıştı.”

Tek bir dönüşüm formülüyle askeri donanım ve sanayi var­lıkları metal artığına “dönüştürüldü” ve dünya piyasasında sa­tıldı. Bu satışların gelirleri Savunma Bakanlığı’na bağlı bir fo­na yatırılarak sermaye mallarının ithalatında, borç servisi yü­kümlülüklerinin yerine getirilmesinde ya da özelleştirme prog­ramlarına yatırım yapılmasında kullanıldı.

Rusya’nın Bankacılık Sisteminin Ele Geçirilmesi

1992 reformlarından ve birçok devlet bankasının ani çöküşün­den sonra eski Sovyetler Birliği’nde 500’ü Moskova’da olmak üzere 2.000 ticari banka pttırak gibi ortaya çıktı. Sanayinin çökmesiyle birlikte yalnızca en güçlü bankalar ve uluslararası bankalarla bağı olanlar ayakta kalacaktı. Bu durum yabancı ti­cari bankaların ve yabancı ortaklı bankaların Rusya’nın banka­cılık sistemine sızmasına yardım etti.

Rublenin Etki Alanının Daraltılması

IMF programı aynı zamanda rublenin etki alanını ortadan kaldırma ve eski cumhuriyetlerle ticareti el altından zayıflatma ni­yetindeydi, ikincisi, daha baştan itibaren eski cumhuriyetlerin kendi para birimlerim ve merkez bankalarını IMF’nin verdiği teknik yardımla kurmalarını teşvik ederek sağlandı. Bu süreç “ekonomik balkanlizasyon “u getirdi: Rublenin etki alanının ani çöküşüyle birlikte ortaya yerel kodamanların ve bürokratların dar çıkarlarına hizmet eden bölgesel ekonomik güçler çıktı.

Rusya ve Ukrayna arasında şiddetli mali ve ticari tartışmalar gelişti. Dünyada ticaret serbestleşirken, Bağımsız Devletler Topluluğu’nun içinde malların ve insanların hareketini engelle­yen yeni “iç sınırlar” oluşturuldu.”

//. Evre: IMF Reformları Çıkmaza Giriyor

Başbakan Yegor Gaydar yönetiminde uygulanan IMF destekli reformlar 1992’nin sonunda bir açmaza girdi. Mecliste olduğu kadar Merkez Bankası’nda da bir muhalefet ortaya çıktı. IMF, hükümetin, mali açığın kapatılması hedefine ulaşmak istiyorsa sanayi tesislerinin % 40’uiı kapatmak zorunda olduğunu söyle­di. Merkez Bankası başkanı Geraşenko, Yurttaşlar Birliği Partisi’nden Arkadiy Volskiy’in desteğiyle, IMF’nin öğüdünün ak­sine devlet işletmelerine verilen kredileri arttırma kararı aldı; aynt zamanda sağlık, eğitim ve yaşlıların emeklilik maaşların­daki harcamalarda büyük kesintilere gitti. Yurttaşlar Birliği “al­ternatif bir programı” 1992 Eylül’ünde açıkladı. Sonradan, Aralık 1992’deki meclis krizi sırasında Yegor Gaydar başba­kanlık görevinden alınmasına rağmen Yurttaşlar Birliği’nin programı hiç uygulanmadı.

IMF yine de 1992 yılının sonunda, Gaydar’in görevinden alınmasından önce merkezci Yurttaşlar Birliği’nin “daha az ortodoks” olan yaklaşımının uygulanması olasılığını kabul etmiş­ti. IMF’nin Moskova’daki temsilcisi; “IMF Gaydar’la evlenme­di, o da benzer bir yaklaşıma sahip ama biz onun halefiyle çalısaçağız” diyordu.

1993 yılının başında hükümetle meclisin ilişkisi açık bir karşı karşıya gelişe doğru ilerledi. Hükümetin bütçesi ve para politikası üzerindeki yasama denetimi IMF programının “düz­gün bir şekilde işletilmesini” engellemeye yaradı. Meclis devlet işletmelerinin özelleştirilmesini yavaşlatan bir yasa çıkarttı, ya­bancı bankalara kısıtlamalar koydu ve hükümetin sübvansiyon­ları ve toplumsal harcamaları IMF’nin dayattığı şekilde kısma hakkını engelledi.29

Reformlara karşı muhalefet daha çok yönetici siyasal seç­kinlerin içinden, ılımlı merkez klikten (içinde Yeltsin’in eski çalışma arkadaşları da vardı) çıktı. Yurttaşlar Birliği (içinde Arkadiy Volskiy’in başını çektiği sanayiciler birliği de vardı) mecliste bir azınlığı oluşturmasına rağmen, merkezi devlete güçlü bir rol veren ulusal kapitalizmin gelişimini destekledi. Yeltsin’e muhalefetin meclisteki esas siyasi temsilcileri (örne­ğin, Aleksander Rutskoy ve Ruslan Hasbulatov) bu yüzden “sı­kı komünistler” olarak nitelendirilemezler,

Hükümet yasamanın üstünden tamamen atlayıp geçemiyor­du. Meclisin iki bölümünün de çalışması 21 Eylül 1993’te bir başkanlık kararnamesiyle askıya alındı.

Meclisin “Yönetim” Adına Feshedilmesi

iki gün sonra, 23 Eylül günü IMF Yönetim Kurulu üyesi Michel Camdessus, Rusya’nın, büyük oranda parlamenter tecavüz­ler sonucu “taahhütlerini yerine getirememiş olmasından” ötürü IMF’nin Sistematik Dönüşüm Programı adı altında yaptığı 3 milyar dolarlık yardımın ikinci bölümünün gelmeyeceğini ima etti. (Sistematik Dönüşüm Anlaşması yardımı, borçlu Üçüncü Dünya ülkeleriyle görüşülen yapısal uyum yardımlarına benzer bir yardımdı. Bkz. 2. Bölüm)

Başkan Clinton Nisan 1993’teki Vancouver Zirvesi’nde Batı “yardımı”nın “demokratik refoım”un başarılmasına bağlı ol­duğunu belirtmişti. IMF ve Batılı kreditörlerin ortaya koyduğu şartlarsa ancak meclisin her ikisinin de askıya alınmasıyla kar­şılanabiliyordu (birçok borçlu Üçüncü Dünya ülkesi için sıradışı olmayan bir uygulama). Beyaz Ev’e seçme askerler ve topçu birlikleriyle saldınlması, bu yüzden büyük ölçüde, Mos­kova ve diğer bölgelerdeki nomenklatura saflarmdaki siyasal muhalefeti etkisiz hale getirmek ve IMF tarzı reformlara muha­lefet eden bireyleri kaçırma niyetiyle yapılmıştı.

G7, Başkan Yeltsin’in meclisi fesheden kararnamesini res­men yayınlanmadan önce onaylamış ve Moskova’daki elçilik­leri önceden bilgilendirilmişlerdi. 21 Eylül1 deki başkanlık ka­rarnamesini hemen, ekonomik reformun hızım arttıracak ve Rus hükümetinin Mayıs ayında imzaladığı IMF bağış anlaşma­sındaki şartları karşılamasını sağlayacak bir kararnameler dal­gası izledi. Krediler azaltıldı, faiz oranlan yükseltildi, Özelleş­tirmelerin ve ticari liberalizasyonun hızını arttıracak önlemler alındı. Maliye Bakanı Boris Fiyodorov, meclis denetiminden kurtulmanın rahatlığıyla, “hangi bütçeyi istersek onu getirebili­riz” diyordu.30

Başkan Yeltsin’in genelgesinin zamanı iyi seçilmişti: Yelt­sin’in maliye bakanı Boris Fiyodorov G7 maliye bakanlarının 25 Eylül’deki toplantısına rapor sunacaktı, dışişleri bakanı Andrey Kozirev Washington’da Başkan Clinton’la buluşuyordu, IMF’Dünya Bankası’nın yıllık toplantısı 28 Eylül’de Washington’da başlayacaktı ve l Ekim tarihi, IMF’nin stand-by yardımı­na karar vermesi için son tarih olarak kararlaştırılmıştı, bu karar, kredi veren ticari bankaların (Deutschc Bank başkanlığında) Londra Kulübü’nün 8 Ekinı’de Frankfurt’ta yapacakları toplan­tıyı bağlayacaktı. Ve 12 Ekim’de Başkan Yelisin, borç ferahla­ması ve “yardımj” karşılığında dört Kuril adasının geleceği üze­rine görüşmeleri başlatacağı Japonya seyahatine çıkacaktı.

Meclisin askıya alınmasının ardından G7 ülkeleri “son ge­lişmelerin Rusya’nın piyasa reformları yolunda kesin bir atak şansı elde etmesinde yardımcı olacağına dair güçlü umutlar beslediklerini” ifade ettiler.’1 Almanya’nın Maliye Bakanı Theo Wagel “Rusya’nın liderleri ekonomik reformların süreceğine açıklık getirmeliler, yoksa uluslararası mali yardımı kaybede­cekler” dedi.

Ancak Batı’nın yüreklendirmesine rağmen IMF henüz Rus­ya’ya “yeşil ışık” yakmaya hazır değildi: Viktor Geraşenko, Merkez Bankası’nın Yurttaşlar Birliği yandaşı başkanı, para politikasını hâlâ resmi kontrolü altında tutuyordu. 1993 Eylüll’ünün sonlarında (parlamenter ayaklanmanın kızgın döne­minde) Moskova’ya giden bir IMF heyeti Michel Camdessus’a “hükümetin sübvansiyon kesintileri ve krediler üzerindeki de­netimle ilgili açıklamış olduğu planların yetersiz olduğunu” söylemişti.32

Eylül 1993 ekonomik kararlarının etkisi hemen görüldü; enerji fiyatlarının daha da serbestleştirilmesi ve faiz oranlarının arttırılması Rus sanayisinin birçok sektörünün hızla iflasa sü­rüklenmesi amacına hizmet etti. Devletin ekmek dağıtım şirketi Roskhlebproduct’m kuralsızlaştırılmasıyla 1993 Ekim’inin or­tasında ekmek fiyatları bir gecede üç dört kat arttı.” Şunu vur­gulamak gerekir; Rusya halkının bu “ikinci yoksullaşma dalga­sı”, 1992 yılında halkın gerçek alım gücünün tahmini olarak % 86 azalmasının ertesinde meydana geliyordu!14 Tüm sübvansi­yonlar devlet bütçesinden çıkartıldığından, tasarruf edilen para (IMF’nin emrettiği gibi) Rusya’nın dış borç servisine aktarıla­bilecekti.

Maliye Bakanı Boris Fiyodorov’un Eylül 1993 darbesinin ertesinde Önerdiği mali sistem reformu Dünya Bankası’nın borçlu Üçüncü Dünya ülkelerine dayattığı formüle benziyordu. Bu reform, Moskova’dan bölgelere vergi geliri akışını keserek cumhuriyetlere ve yerel hükümetlere “mali özerklik” getiriyor ve merkezi devletin mali kaynaklarını alacaklılara borç ödeme­sine yöneltiyordu. Bu reformların sonucu, mali çöküş, ekono­mik ve siyasi Balkanizasyon ve Batı ile Japon sermayesinin Rusya ekonomisi üzerinde artan denetimiydi.

Boris Yeltsin’e “Batı Yardımı”

1993 yılıyla birlikte Rusya’nın servetine yönelik kitlesel bir yağmalama olan reformlar gerçek kaynakların önemli ölçüde dışa akmasıyla sonuçlandı: 1993 yılında Ödeme dengesindeki açık 40 milyar dolar civarındaydı; yaklaşık olarak G7’nin 1993’te Tokyo Zirvesi’nde söz verdiği “yardım” miktarı (43 milyar dolar) kadar. Yine de bu “Batı yardımı”nın çoğu fıktifti; çoğunlukla, Rusya’nın dış borcunu büyütme (1993 yılında 80 milyar dolar kadar) ve Batılı kreditörlerin Rusya ekonomisi üzerindeki etkisini güçlendirme “faydalı” amacına hizmet ede­cek şekilde, (bağış yapmaktansa) borç verme biçimindeydi.

Rusya kredi kuruluşları tarafından aynen bir Üçüncü Dünya Ülkesi gibi ele alınıyordu. 1993 yılında karşılıklı olarak anlaş­maya varılan 43.4 milyar doların 3 milyardan azı gerçekte öde­nen meblağdı. Üstelik, Rusya’nın resmi borçlarının ödemesini yeni bir takvime bağlamaya ilişkin Paris Kulübü’yle varılan an­laşma ilk bakışta “cömert” görünmesine rağmen gerçekte Moskova’ya “çok az soluklanma zamanı” bırakıyordu.35 Yal­nızca Sovyetler döneminde alınan borçlar yeni bir takvime bağ­lanacaktı;36 Yeltsin hükümeti sırasında (ironik bir şekilde bü­yük Ölçüde ekonomik reformların sonucu olarak) alınan büyük borçlar bu görüşmelerin dışına çıkartılmıştı.

İkili anlaşmalara göre, Başkan CHnton, 1993 Vancouver Zİrvesi’nde 1.6 milyar dolarlık sınırlı bir yardım önermişti; bu­nun 970 milyon dolarlık bölümü esas olarak ABD çiftçilerin­den yapılacak gıda alımlarına verilecek krediler biçimindeydi ve 630 milyon dolarlık bölümü ise ABD’den tahıl alımlarında­ki gecikmiş ödemelerin ABD Tarım Dairesi’nin “İlerleme için Gıda Programı” uyarınca karşılanmasıydı; böylece Rusya, 480. Madde uyarınca ABD’den gıda yardımı alan Aşağı-Sahra Afrikası ülkeleriyle aynı kefeye konmuş oluyordu. Benzer bir şekil­de Japonya’nın Rusya’ya yaptığı, iki taraflı “yardım” uyarınca ayrılan fonlar, Rusya’da yatırım yapan “Japon şirketlerin gü­vencesi” için tahsis edilmişti.”

Borç Servisi Kıskacı

Eylül 1993’te meclisteki muhalefetin ortadan kaldırılmasıyla Moskova’nın ticari bankalarla borç ödeme görüşmelerinde izle­diği strateji ani bir değişiklik gösterdi. Zamanlama yine kritik bir öneme sahipti. Londra Kulübü’nün 1993 Ekimi’nin başında, Beyaz Ev’e saldırılmasından yalnızca dört gün sonra Frank­furt’ta yapılan toplantısında, Rus görüşme heyeti ne “yazılı” ne de “sözlü” olarak hiçbir ticari borç istemedi. Önerilen anlaşma­ya göre borç ödeme tarihi geçici olarak ertelenebilecekti; 38 milyon dolarlık ticari borcun 24 milyonu yeniden takvime bağ­lanabilecekti. Londra Kulübü’nün tüm koşulları Moskova’nın görüşme heyeti tarafından kabul edildi, tek istisna Rusya’nın “yasama hakkının mutlak dokunulmazlığı”ndan feragati reddetmesiydi. Bu feragat borç servisi yükümlülükleri yerine getiril­mediğinde alacaklı bankaların Rusya’nın devlet işletmelerini haczetmelerine ve fiziksel varlıklarına el koymalarına olanak tanıyacaktı. Ticari bankalar için bu madde bir formaliteden iba­retti; Rus ekonomisinin çökmesiyle birlikte ödemeler dengesin­deki bir krizde, Paris Kulübü’nün borç servisi yükümlülükleri­ne uygun olarak Rusya “teknik bir moratoryum”a yani, fiili bir sözünü yerine getirememe durumuna itiliyordu.

Yabancı kreditörler Rusya’nın döviz rezervlerini (ticari Rus bankalarının dolar mevduatlarını olduğu kadar Merkez Bankasınınkileri de) borç servisine yöneltecek mekanizmaları tasar­lamışlardı. Aynı zamanda gözlerini Rusların denizaşırı banka­larda tuttukları döviz mevduatlarına dikmişlerdi.

IMF’nin ekonomik reçetesi yalnızca borç servisi yükümlü­lüklerini zorlamak üzere planlanmamıştı, aynı zamanda “borcu büyütmek’1 amacını taşıyordu. Sakatlanmış bir ulusal ekonomi­ye neden olan reformlar böylelikle dış borca büyük bir bağımlı­lık yaratıyordu. Ardından, borç ödeyememe hali Moskova’nın alacaklılarıyla olan ilişkisinde yeni bir kritik aşamanın yolunu döşüyordu. İtaatkar ve uysal bir Üçüncü Dünya rejimi imajını taşıyan Rus devleti borçlanmanın ve yapısal uyumun kıskacına yakalanmıştı: devlet harcamaları, devlet fonlarının alacaklıların parasını geri ödemek için serbest bırakılmasından Ötürü acıma­sızca kısılıyordu.

Sivil Toplumun Çöküşü

Kriz derinleştikçe halk giderek yalıtıldı ve savunmasız kaldı. “Demokrasi” biçimsel olarak tesis edilmişti ama yeni siyasi partiler, kitlelerden koparılmıştı ve çoğunlukla tüccar ve bürok­ratların çıkarlarını dikkate alıyorlardı. Özelleştirme programı­nın istihdam üzerindeki etkisi yıkıcıydı: Sanayi işletmelerin % 50’sinden fazlası 1993 yılında iflasa sürüklenmişti,3″ Üstelik, Urallar ve Sibirya’da askeri-sınai komplekse ait olan ve devlet kredileri ile üretimine bağımlı tüm kentler batma sürecindeydi. 1994 yılında (resmi rakamlara göre) devlet sanayi kuruluşları ve kollektif çiftlikler de dahil olmak üzere 33.000 kadar borçlu işletmenin işçileri ücretlerini düzenli olarak alamamışlardı.39

Yönelim yalnızca süreklileşmiş yoksullaşmaya ve kitleselleşmiş işsizliğe doğru değildi. Rus toplumunun dokusunda, ku­rumların tahrip olması ve Rusya Federasyonu’nun parçalanma­sı da dahil olmak üzere çok daha derin bir kırılma ortaya çıkı­yordu, G7’nin siyasetini yapanlar, fiillerinin sonuçlarını dünya

bancının çıkartan doğrultusunda titizlikle değerlendiriyorlardı. Küresel jeopolitik ve güvenlik riskleri geniş kapsamlıydı; IMF’nin ekonomik paketinin süreklileşmiş biçimde benimsenmesi Rusya ve Batı için felaketi

13 BOLUM

ESKİ YUGOSLAVYA’NIN PARÇALANMASI, BOSNA-HERSEK’İN YENİDEN SÖMÜRGELEŞTİRİLMESİ

“Barış Uğraşı” ve Makro-Ekonomik Politika

Batı kamuoyu yanıltılıyor: Eski Yugoslavya’nın kötü durumu ”saldırgan bir milliyetçiliğin”, kökleri tarihte olan, ortadan kal­dırılması olanaksız etnik ve dinsel gerilimlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak sunuluyor.1 “Balkanlar’m iktidar oyunu” ilgi mer­kezi oluyor; dünya medyası siyasal kişiliklerin çatışmasına önem veriyor: “Tudjman ve Miloseviç Bosna-Hersek’i parçalı­yorlar”.2 Kasım 1995’teki Dayton Hava Üssü Anlaşması’yla so­nuçlanan batının arabuluculuğu, “serbest piyasa” kisvesiyle yeni egemen devletlerin kurulmasına neden olurken, sınırlı bir şekil­de Bosna- Hersek’te “barışın tesisi”nin aracı olarak betimlendi.

Sayısız diplomatik girişimlerin kronolojisi canlı bir şekilde resmedildi. Birleşmiş Milletler’in kesin gündemi olan “barışı ko­rumak” ve insani yardım tüm dünyaya televizyon ekranlarından yayıldı. Bu süreçte iç savaşın ekonomik ve toplumsal nedenleri dikkatle gizlendi. Almanya ve ABD’nin stratejik çıkarlarından

söz edilmedi, iç savaşı önceleyen ve ortadan kaldırılması güç olan ekonomik kriz üzün süreden beri unutulmuştu. Dünya med­yasının gözünde Batılı güçler 24 milyon nüfuslu bir ulusun yok­sullaşması ve yıkımı konusunda hiçbir sorumluluk taşımıyordu.

Ancak Yugoslavya Federasyonu’nün parçalanmasının, Belgrad hükümetine yabancı kreditörler tarafından dayatılan makro-ekonomik yeniden yapılanma programıyla doğrudan bir ilişkisi bulunuyor. 1980’den bu yana farklı aşamaları kabul edi­len bu program, sanayi sektörünün dağılmasına ve refah devle­tinin parçalara ayrılmasına yol açarak ulusal ekonominin çökü­şünün başlatıcısı oldu.

Toplumsal ve etnik bölünmelerden beslenen ayrılıkçı eği­limlerin, Yugoslav halkının amansız yoksullaşması sırasında hız kazandığı kesin. 1980 yılında Mareşal Tito’nun ölümünden kısa bir süre önce başlatılan makro-ekonomik reformun ilk aşa­ması “ekonomik ve siyasi hasar yarattı.., Daha yavaş büyüme, dış borçların birikmesi ve özellikle devalüasyon kadar bunların ödenmesinin maliyeti de ortalama bir Yugoslavın yaşam stan­dardında bir düşüşe yol açtı… Ekonomik kriz siyasi istikrarı ı, hdit ediyordu… Aynı zamanda etnik gerilimleri yavaş yavaş kaynatarak ciddileştirmeye başladı”.3 Resmi ve ticari alacaklı­larla borçların yeniden yapılandırılmasına ilişkin anlaşmaların imzalanmasına eşlik eden bu reformlar, Belgrad ve cumhuriyet­lerin hükümetleri ile özerk bölgeler arasında siyasi ayrılıklar yaratarak federal devletin zayıflamasına hizmet etti. “Programı başaracağı sanılan Başbakan Milka Planinç, IMF’ye indirim oranlarında hızlı bir artış ve Reaganomics’in cephaneliğindeki önlemlerin daha çoğunu uygulama sözü vermişti…”4

Makro-Ekonomik Reform Stratejik Çıkarları Destekliyor

Ekonomik ve “stratejik yeniden yapılanma” hedefleri uyuşma içerisinde yürütüldü. İlki ikincisini güçlendirdi. Washington’unbu açıdan müdahalesi, 1984 yılında, “Birleşik Devletler’in Yu­goslavya Politikası” başlıklı, “HASSAS GİZLİLİK” etiketli bir ABD Ulusal Güvenlik Karar Yönergesi {NSDD 133) ile resmi­leştirildi.3 Bu belgenin sansürlenmiş bir versiyonu 1990 yılında sınıflandırma dışı bırakıldı, bu büyük ölçüde, daha önce Doğu Avrupa ile ilgili olarak 1982 yılında yayınlanan Ulusal Güvenlik Karar Yönergesi’yle (NSSD 54) uyuşuyordu. İkinci belgedeki hedefler, Doğu Avrupa ülkelerini piyasa merkezli bir ekonomiye yeniden entegre ederken “komünist hükümetleri ve partileri yık­mak için ‘sessiz bir devrim’in gelişmesine yardımcı olmak için yaygınlaştırılmış çabaların harcanmasını” içeriyordu.6

Belgrad’m siyasal tarafsızlığına, Avrupa Topluluğu ve ABD ile kapsamlı ticari ilişkilerine rağmen Reagan ve Bush yönetim­leri Yugoslavya’nın “piyasa sosyalizmimi parçalamak niyetin­de yine de ısrarlıydılar. Washington’un stratejik amacı Balkanlar’ı “serbest piyasa” sisteminin yörüngesine katmaktı.

1983 yılında, IMF’nin desteğiyle ikinci bir istikrar paketi uygulandı, paket büyük bir enflasyonla sonuçlandı. İthalatın serbest bırakılmasının etkisiyle birleşen kredilerin dondurulma­sı, yatırımların şimdiye dek eşi görülmemiş bir biçimde çökü­şüne yol açtı. 1966-1979 döneminde sınai üretimin büyüme hı­zı yıllık ortalama 7.1’di. 1980 yılında makro-ekonomik refor­mun başlangıç aşamasını izleyen sınai büyüme, 1980-1987 dö­neminde birden % 2.8’e düştü, 1987-1988’de sıfıra vurdu ve 1990 yılında 10.6’ydı.7

1986 yılında Branko Milukiç Başbakan oldu. Başarısız bir “durgunlukla mücadele politikası” girişiminden sonra, Maliye Bakanı Oskar Kovak’ın yönetiminde çok daha ortodoks bir yaklaşım başlatıldı.” 1988 yılında “Mayıs Enflasyonla Mücade­le Programı” diye adlandırılan program harekete geçirildi. Bu program gerçekte enflasyonist süreci azaltmaktan çok azdırdı: “Voyvodina ve Montenegro’daki Ekim ayaklanmasından sonra[1988] her şey çöpe atıldı. Slobodan Müoseviç YCLCC baş­kanlık oturumunda faiz oranlarının ekonomiyi aşındırdığını söyledi. Tam bir kaos ortamında ücretler kuralsızlaştırıldı.”” Bay Mikuüç birkaç ay sonra istifa etti.

Ekonomik reform önlemleri doruk noktasına Ante Maıjtoviç’in ABD yanlısı hükümeti sırasında ulaştı. Başbakan Markoviç “gerçekte sistemi kuralsızlaştırmayı başlatırken aynı eski, fabrikatörleri destekleme “pozitif politikası” vaatlerini sürdür­dü. Yıllardır biriken enflasyonist basınçlar, düzenlemenin bağ­larından kurtulduktan sonra bir hiperenflasyon dalgasına yol açtı,..”10 Enflasyon kasıtlı olarak azdırıldı. Fiyat ayarlamaları­nın kaldırılması ve devalüasyonlarla kamçılanan tüketici fiyat endeksi 1989 yılında % 2.700 arttı.

Federal başbakan 1989 sonbaharında, Berlin Duvan’nın yı­kılmasının hemen öncesinde Başkan George Bush’la buluşmak üzere Washington’a gitti. Başbakana yeniden devalüe edilmiş bir para birimini, ücretlerin dondurulmasını, devlet harcamaları­nın kısılmasını ve özyönetim altındaki toplumsal mülkiyetli iş­letmelerin yürürlükten kaldırılmasını içeren ekonomik reformla­rın hızla ilerlemesinin karşılığında, bir “ekonomik yardım pake­ti” sözü verildi.” Başbakanın ziyaretinin zemini çoktan hazır­lanmıştı, Belgrad nomenklaturası batılı danışmanların yardımıy­la gerekli reformların çoğunu (yabancı yatırım yasasının büyük ölçüde yenilenmesi de dahil olmak üzere) yoluna koymuştu.

IMF’yle Anlaşma

F.konomik paket Ocak 1990’da IMF’nin Stand-by Anlaşması (SBA) ve Dünya Bankası’nm Yapısal Uyum Kredisi (SAL II) ile başlatıldı. Federal gelirleri borç servislerine yönlendirilecek bütçe kesintileri, Belgrad’ın cumhuriyet hükümetlerine ve özerk bölgelere aktarılacak ödemeleri ertelemesine ve böylelik­le siyasal balkanizasyon ve ayrılıkçılık sürecinin tetıklenmesincyol açtı. Sırp hükümeti Markoviç’in kemer sıkma programını, 650 bin Sırp işçisini federal hükümete karşı bir protesto yürü­yüşüne katarak açıktan reddetti,12 Sendikal hareket bu mücade­lede birleşti: “İşçi direnişi etnik sınırları aştı, Sırplar, Hırvatlar, Bosnalılar ve Siovenyahlar (…) işçi kardeşleriyle omuz omuza harekete geçti (…)””

IMF’yle imzalanan anlaşma, harcamalarda GSYH’nın % 5’ine denk bir kesintiyi gerektiriyordu. Maaşlar zaten enflas­yonla aşınmışken, IMF ücretlerin 1989 Kasım ortası düzeyinde dondurulmasını emretmişti. Dinar fiyatı Alman Markına sabitlenmesine rağmen fiyatlar durmaksızın yükselmeye devam etti. Gerçek ücretler 1990 yılının ilk altı ayında % 41 oranında azalmıştı.14 1990 yılında enflasyon % 70’i aşıyordu.15 1991 yılı­nın Ocak ayında dinar % 30 oranında yeniden devalüe edildi ve fiyat artışlarında yeni bir tura yol açtı. Enflasyon 1991 yılında % 140 düzeyinde seyrediyordu, 1992 ve 1993 yıllarında sıra­sıyla % 937’ye ve % 1134’e fırladı.16

Ocak 1990 ekonomik paketi dinarın tam olarak konvertibl hale gelmesini, faiz oranlarının serbest bırakılmasını ve ithalat kotalarının daha fazla indirilmesini kapsıyordu. Kreditörler pa­ra politikasını denetimleri altına almıştı, IMF ile imzalanan an­laşma federal hükümetin kendi Merkez Bankası’ndan (Yugos­lavya Ulusal Bankası) kredi kullanmasını engelliyordu. Bu şart bütçe yapma sürecini hemen hemen felç ediyor ve federal dev­letin kendi ekonomik ve toplumsal programlarını finanse etme yeteneğini baltalıyordu. Dahası, banka reformlarıyla ticari kre­dilerin kuralsızlaştırılması toplumsal mülkiyetli işletmelerin ya­tırımlarının daha da zayıflamasına yol açtı.

Cumhuriyetlere yapılan tüm transferlerin dondurulması bir “fiili ayrılıkçılık” durumu yaratmıştı. IMF anlaşmasında içerilen bu şartların yerine getirilmesi Paris ve Londra Kulüpleriyle anlaşmaya varılan borçların yeniden takvime bağlanması düzen

içmelerinin de bir bölümünü oluşturuyordu. IMF’nin neden ol­duğu bütçe krizi federal mali yapının çökmesine yol açtı. Bu durum, 1991 Haziran’ında Hırvatistan ve Slovenya resmen ay­rıldıklarını ilan etmeden önce bir anlamda bir oldu bitti etkisi yaptı. Avrupa Topluluğu’nun Belgrad’a yaptığı siyasi baskıların Almanya’nın Balkanları kendi jeopolitik yörüngesine çekme ça­balarıyla birleşmesi ayrılık sürecini daha da teşvik etti. On yıllık “yapısal uyum”un sonucunda federasyonun dağılmasının eko­nomik ve toplumsal koşulları zaten iyice hazırlanmıştı.

1989 İşletme Reformlan

Başbakan Ante Markoviç yönetiminin kabul ettiği 1989 işletme reformlan sanayi sektörünü iflasa yöneltmekte merkezi bir rol oynadı. 1990 yılında GSYH’mn yıllık büyüme oranı % 7.5’e düşmüştü.17 1991 yılında GSYH bir % 15 daha düşerken, sana­yi çıktısı da % 21 oranında azaldı.” Belgrad’ın alacaklılarının talep ettiği yeniden yapılandırma programı toplumsal mülkiyetli işletmeler sistemini yürürlükten kaldırmayı amaçlıyordu. 1989 İşletme Yasası “Birleşik Emeğin Temel Örgütlenmele­ri”^ yürürlükten kaldırmayı gerektiriyordu. Sözü edilen. İşçi Konseyi’nin esas karar alma organını oluşturduğu, özyönetimin olduğu toplumsal müîkiyetli üretim birimleriydi. 1989 İşletme Yasası Birleşik Emeğin Temel Örgütlenmelerinin özel kapita­list işletmelere dönüşmesini, İşçi Konseyi’nin yerini de işletme­nin sahibinin ve işletmeye kredi verenlerin denetiminde olan sözde bir “Toplumsal Yönetim Kurulu”na bırakmasını gerekti­riyordu.” “Amaç, Yugoslav ekonomisini büyük bir özelleştir­meye tabi tutmak ve kamu sektörünü parçalamaktı. Bu progra­mı kim yürütecekti? Komünist Parti bürokrasisi, özellikle de onun asker ve aydın bölmesi özel olarak yoklandı ve Yugoslav­ya’nın işgücüne verilen toplumsal korumaların toptan kaldırıl­masına karşılık siyasi ve ekonomik destek önerildi…”‘

Yasal Çerçevenin Restorasyonu

Yasamayı destekleyecek bir dizi parça Batılı hukukçuların ve danışmanların yardımıyla apar topar yasalara yerleştirildi. 1989’un Mali İşlemler Yasası Yugoslavya’nın sanayi sektörü­nün çökertilmesinde çok önemli bir rol oynayacak, sözde “bor­cunu ödemeyen” işletmelerin iflasını ya da tasfiyesini yönlen­direcek “tarafsız” ve sözde “şeffaf tetik mekanizması “m oluştu­racaktı. Bununla ilişkili olarak Zorunlu Ödeme, İflas ve Tasfiye Yasası adlı bir yasa “alacaklıların haklarını” koruyacaktı. Bu yasa alacaklıların borçlu işletmelerin varlıklarına el koyabile­cekleri ve/veya tasfiye edebilecekleri bir iflas prosedürünü baş­latabilmelerine olanak verecekti.21

Daha önceki 1988 Yabancı Yatırımlar Yasası yabancı ser­mayenin yalnızca sanayiye değil, aynı zamanda bankacılık, si­gorta ve hizmetler sektörüne hiçbir kısıtlama olmaksızın gire­bilmesine olanak tanıyordu. Bu yasanın kabulünden önce ya­bancı yatırımlar toplumsal müîkiyetli işletmelerle yapılacak or­tak girişimlerle sınırlanmıştı.22 Ardından, 1989 Toplumsal Ser­mayenin Dolaşımı ve Yönetimi Yasası ve 1990 Toplumsal Ser­maye Yasası, toplumsal müîkiyetli işletmelerin, yabancı serma­yeye satılması da dahil olmak üzere yağmalanmasına izin veri­yordu. Toplumsal Sermaye Yasası aynı zamanda, özelleştiril­meden önce işletmeye “değer biçme” yetkisine sahip olan “Ye­niden Yapılandırma ve Sermayenin Yapısını Değiştirme Ku­rumlandın oluşturulmasını sağlıyordu. Varlıklara değer biçilmesi, Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi yerel para birimiyle ifade edilen “kağıt üzerinde” kayıtlı değere dayanıyordu. Bu kağıt üzerindeki değer aşırı derecede düşük olmaya eğilimliydi, böylece toplumsal mülkiyetli varlıkların satışının en düşük fiyattan olması garanti altına alınıyordu. Slovenya ve Hırvatistan 1990 yılında kendi özelleştirme yasa taslaklarını çoktan hazırlamışlardı.

Yine 1989 ve 1990 yıllarında, yasamanın farklı bölmelerin­de, toplumsal mülkiyetli “Ortak Bankalar”ın tasfiyesini başlat­mak amacıyla hazırlanmış olan yeni bir Bankacılık Yasası çıka­rıldı. Ülkedeki bankaların yarısından çoğu parçalandı; vurgu “bağımsız, kâr yönelimli kurumlardın oluşturulmasına yapılı­yordu.24 1990’a gelindiğinde Yugoslavya Ulusal Bankası, sekiz cumhuriyetin ve özerk bölgelerin ulusal bankaları ile ticari ban­kalardan oluşan “üçlü bankacılık sistemi” Dünya Bankası’nın rehberliğinde bütünüyle parçalanmıştı. 1990 yılında bir Dünya Bankası Mali Sektör Uyum Kredisi konusunda görüşmeler ya­pılıyordu. Bu kredi 1991 yılında Belgrad hükümeti tarafından yürürlüğe konulacaktı.

1990 Haziranında yeniden yapılandırılmış olan bankaları “yeniden özelleştirme” ve yeniden yapılandırma yetkisi ile bir Federal Sigorta ve Banka Rehabilitasyon Kurumu oluşturuldu.” Bu işlem beş yıl içerisinde gerçekleştirilecekti. Komisyoncu şirketler, yatırım yönetimi şirketleri ve sigorta şirketlerini kap­sayan banka dışı mali aracıların gelişmesi de teşvik edilecekti.

İflas Programı

Sınai işletmeler dikkatle sınıflandırılmıştı. IMF-Dünya Bankası destekli reformlarla sanayi sektörüne verilen krediler iflas süre­cini hızlandırmak amacıyla donduruldu. 1989 Mali İşlemler Yasası’ndaki hükümlerle sözde “çıkış mekanizmaları” oluşturul­muştu.2’1 Yasa, bir işletmenin birbirini izleyen 30 gün boyunca ya da 45 günlük bir sürenin 30 gününde borcunu ödeyememisse izleyen 15 gün içerisinde alacaklılarıyla bir uzlaşmaya varmak üzere toplantı düzenlemesini şart koşuyordu. Bu mekanizma, (ulusal ve yabancı bankalar da dahil olmak üzere) alacaklıların verdikleri krediyi Ödeme sıkıntısı çeken işletme üzerinde rutin bir denetim ayrıcalığına dönüştürmelerine izin veriyordu. Yasa­ya göre hükümet müdahale etmeye yetkili değildi. Uzlaşmayaanlamadığı durumda, işçilerin işten çıkarılma tazminatlarını normal olarak alamadıkları bir iflas prosedürü başlatılıyordu.’7

1989 yılında resmi kaynaklara göre 248 şirket iflasa ya da tasfiyeye sürüklendi ve 89.400 işçi işten atıldı.1″ 1990 yılının ilk dokuz ayında, IMF programının kabul edilmesinin ertesinde, 889 işletme daha toplam 525.000 işçisiyle birlikte iflas prose­dürüne tabi tutuldu.29 Diğer bir deyişle, iki yıldan kısa bir süre içinde “tetik mekanizması” (Mali İşlemler Yasası adı altında) 600.000’den fazla işçinin işten atılmasına (sanayideki toplam işgücü 2.7 milyon civarındaydı) yol açmıştı, iflas eden şirketler ve işten atılmalar en çok Sırbistan, Bosna-Hersek, Makedonya ve Kosova’da yoğunlaşmıştı.30

Birçok toplumsal mülfciyetli işletme iflastan ücretleri Ödeme­yerek kaçmaya çalıştı. 1990 yılının ilk aylarında sanayideki iş­gücünün % 20’sini oluşturan yarım milyon işçi, alacaklıların Finans Kurumları Yasası’nda öngörülen “uzlaşma” prosedüründeki taleplerinin karşılanması uğruna ücretlerini alamadılar. Sana­yi işletmelerinin iflasıyla birlikte gerçek ücretler serbest düşüşe geçmiş, toplumsal programlar çökmüştü. İşsizlik, halkta toplum­sal çöküntü ve umutsuzluk atmosferi yaratarak kol geziyordu. “Bay Markoviç sonunda programlanan özelleştirmelere başladı­ğında, her biri kendi ulusal rönesansını tasavvur eden cumhuri­yetçi oligarşiler, gerçek bir Yugoslav piyasasıyla hiperenflasyon arasında bir seçim yapmak yerine, ekonomik felaketin gerçek nedenlerim gizleyecek bir savaşı yeğlediler.”11

IMF destekli Ocak 1990 paketi, elektrik, petrol rafinerisi, makina, mühendislik ve kimya dallarındaki büyük işletmelerin çoğunun iflasını hızlandırırken, açık biçimde işletme kayıpları­nın artmasına neden oldu. Dahası, 1990 yılının Ocak ayında ti­caret rejiminin kuralsızlaştırılmasıyla birlikte onaya çıkan ithal malı akışı yerli üretimin istikrarsızlaşmasına katkıda bulundu. Bu ithal mallan IMF paketiyle verilen borç parayla (yani, IMF Dünya Bankası ve iki taraflı borç verenlerin ekonomik reform­ları desteklemek için verdikleri değişik “acil krediler”den”) fi­nanse ediliyordu. Çok kârlı ithalat işleri Yugoslavya’nın dış borçlarının artışını hızlandırırken, faiz oranlarındaki ani yükse­lişler ve ulusal işletmelere dayatılan yüksek girdi fiyatları, yerli üreticilerin kendi ulusal pazarlarından çıkartılmasını ve dışlan­masını kolaylaştırdı,

Dahası, borç verenlerin stratejisi. Doğu Avrupa’da olduğu gibi, ya büyük sanayi işletmelerini ist ikrar sı zlaşt ırmak ya da onları “verimlilik artışı” ve “rekabeti canlandırmak” düşünce­siyle küçük birimlere ayırmaktı. “Parçalama Reformu” adı veri­len bu süreç, bütünleşmiş biı sistem olan kamu taşımacılığını veya karayolu taşımacılığını çok sayıda küçük bireysel mülkiyetli taşıma şirketine bölmekten oluşuyordu. Bunlar “ardıl işlet­meler” olarak adlandırılıyordu.”

“Fazla işçilerin Atılması”

Hırvatistan ve Slovenya’mn ayrılmasından (Haziran 1991) Ön­ceki aylara hakim olan durum (1989-1990 yıllarının iflas ra­kamlarının doğruladığı gibi) sanayinin parçalanma sürecinin boyutlarına ve acımasızlığına işaret ediyordu. Yine de rakam­lar yalnızca “iflas programımın başlangıçtaki durumunu göste­ren kısmi bir fotoğraf sunuyor. İflaslar iç savaş boyunca ve er­tesinde kesintisiz olarak sürdü. Sanayinin yeniden yapılandırıl­masına yönelik benzer programlar Yugoslavya’nın ardılı dev­letlere de dayatıldı.

Dünya Bankası 1990 EylüTünde toplam 7.531 işletmeden 2.435’inin hâlâ “israf yarattığını” tespit ediyordu.” Diğer bir deyişle 1.3 milyon kişilik iş gücüne sahip olan bu 2,435 şirket Mali İşlemler Yasası’nun maddelerine göre, iflas prosedürleri­nin hemen uygulanmasını gerektiren “müflis” şirketlerden sayı­lıyordu. Akla 1990 Eylül’ünden önce iflas etmiş şirketlerdenatılan 600,000 işçi getirildiğinde bu rakamlar yaklaşık 1,9 mil­yon işçinin (toplam 2.7 milyon işçiden) “lüzumsuz” sayıldığını gösteriyor. Enerji, ağır sanayi, maden işleme, ormancılık ve tekstil sektörlerinde yoğunlaşan “müflis” şirketler, (hala istih­dam edilen) sanayi işgücünün % 49.7’sini (Eylül 1990 itibariy­le) temsil eden ülkenin en büyük sanayi işletmeleriydi,*

Finans Kurumları Yasası iflas eden şirketlerin işçilerinin tazminat ödenmeksizin otomatik olarak işten atılmasını sağlar­ken, özelleştirme programı altına alınan “kârlı” işletmelerdeki işten atmalar 1989 İş Yasası’nın maddeleri uyarınca yapılıyor­du. Bu yasa şirketlere “fazla işçileri atma” izni verirken, atılan işçilere tazminat ödenmesini içeren bir madde barındırıyordu. Dünya Bankası, İş Yasası’nın “fazla işçilerin atılması”na ilişkin yasal çerçevesinin aşın kullanışsız ve maliyetli olduğu görüşü­nü taşıyordu, yani işletme tarafından tazminat bedellerinin ödenmesi “çok maliyetli”ydi; “mevcut yasayla işlem yapmanın maliyetinden ancak işletme iflasını isterse sakınılabihY’di.”

Dünya Bankası İş Yasası’nın kusurlarını düzeltmek amacıy­la belediyelerin, cumhuriyetlerin ve federal kuruluşların “işten atılmış işçileri korumak için” bir “toplumsal güvenlik ağı” ara­cılığıyla ve aynı zamanda emek piyasasındaki “sertliklerin kaldmlmasıyla bağlanacağı yeni bir sistemin kurulmasını öner­mişti. Dünya Bankası işten atılan işçilere istihdam alanı yarat­mak için küçük ve orta büyüklükteki özel işletmelerin gelişme­sine yardımcı olunmasını da önermekteydi. Bu hedefe ise an­cak sıkı para politikası uygulanır ve sanayiye “az kredi” verilir­se ulaşılabilirdi.

Siyasi Parçalanma

Açık stratejik çıkarları gözeten kemer sıkma önlemleri Balkan­lar’m “yeniden sÖmürgeleştirilmesi”nin temelini hazırladı. 1990 yılındaki çok partili seçimde ekonomik politikalar siyasi tartışmaların merkezindeydi, ayrılıkçı koalisyonlar Hırvatis­tan’da, Bosna Hersek’te ve Slovenya’da komünistleri kovdu.

Hırvatistan’da Franko Tudjman’ın liderliğindeki sağcı De­mokratik Birlik’in 1990 Mayıs’mda kesin bir zafer kazanması­nın ardından Hırvatistan ayrılmanın resmi onayını Zagreb’deki muadiliyle günlük iletişim içinde olan Alman Dışişleri Bakanı Bay Hans Dietrich Genscher’den aldı.16 Almanya yalnızca ayrı­lığı desteklemiyor, aynı zamanda “uluslararası diplomasi yolu­nu zorluyor” ve Batılı müttefiklerine Slovenya ve Hırvatistan’ı tanımaları için baskı yapıyordu.

Bu açıdan Yugoslavya’nın sınırları Hırvatistan’ın (Bosna-Hersek’in sınırlan da dahil olmak üzere) faşist Ustasa rejimi al­tında İtilaf Kuvvetlenenin bir uydusu olduğu 2. Dünya Savaşı günlerini anımsatıyordu; “Alman yayılmasına, yükselen bir milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı dalgası eşlik etmişti… Al­manya tüm Avrupa’da ekonomik hakimiyet kurma peşinde bü­tün müttefiklerine karşı cömertlik gösteriyordu…”” Öte yandan Washington “demokratik gelişmeyi teşvik ederken gevşek bir birlikten yanaydı… [ABD Dışişleri Bakanı] Baker, [Hırvatistan Devlet Başkanı] Franko Tudjman ve [Slovenya Devlet Başka­nı] Milan Kuçan’a Amerika Birleşik Devletleri’nin tek yanlı aynlıkları ne teşvik edeceğini ne de destekleyeceğini bildirdi… Ancak ayrılmak zorunday salar, onların üzerinde uzlaşılmış bir anlaşmayla ayrılması konusunda ısrar etti”…3”

Savaş Sonrası Yeniden İnşa

Yeni bağımsızlığını kazanmış cumhuriyetlerin yeniden inşasına dönük beklentiler pek iç açıcı değildi; borç ödeme takviminin yeniden düzenlenmesi barış sürecinin ayrılmaz bir parçasıydı. Eski Yugoslavya yabancı kreditörler tarafından sıkı bir incele­meyle parçalara ayrılmış, dış borçlan titizlikle bölünmüş ve cumhuriyetlere paylaştırılmıştı. Cumhuriyetlerin her birinin bogazına artık ayrı borç ödeme ve yapısal uyum anlaşmalarıyla basılıyordu. Cumhuriyetin lideri alacaklılarla tam bir işbirliği içindeydi: “Eski Yugoslav cumhuriyetlerinin şimdiki tüm lider­leri Komünist Parti görevlileriydi ve her biri Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun taleplerini karşılayarak daha iyi ya­tırım kredileri almak ve önderlik açısından önemli avantajlar elde etmek için çekişiyorlardı… Devlet işletmeleri ve makinaları görevliler tarafından yağmalanıyordu. Fabrika donanımları, nomenklaturamn aile üyelerinin “özel şirketleri”nde ortaya çı­kıyordu”.39 Kreditörlerin denetiminde yürütülen özelleştirme programları daha büyük bir ekonomik altüst oluşa ve halkın da­ha da yoksullaşmasına neden oluyordu. GSYH dört yılda (1990-1993) % 50’den fazla azalmıştı.40

Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya Bretton Woods kuruluşlanyla ayn borç görüşmelerine başladı. IMF’ye göre, Başba­kan Ante Markoviç’in liderliğindeki ayrılıktan önceki Ocak 1990 “şok tedavisi”, hedeflerine tam olarak ulaşamamıştı. Di­ğer bir “istikrar içinde yeniden yapılanma”1 turu gerekliydi.

1993 yılında IMF ile imzalanan anlaşma uyarınca Zagreb hükümetine mali politikalar ve para politikalarıyla kendi üret­ken kaynaklarını harekete geçirmesi için izin verilmiyordu. Bunlar yabancı kreditörlerin sıkı denetimi altındaydı. Anlaşma­ya göre istenen büyük bütçe kesintileri savaş sonrası yeniden inşa olanağını önceden davranarak engelliyordu. Savaş sonrası yeniden inşa ancak yeni dtş borçlar alınarak yürütülebilecekti; bu süreç Hırvatistan’ın dış borçlarını 21. yüzyıla doğru hızla akıtıyordu. Hırvatistan’ın savaşın yıkımına uğramış ekonomisi­nin yeniden inşasının maliyetinin 23 milyar dolar civarında ol­duğu tahmin ediliyordu.

1993 IMF programının yükü altında Hırvatistan’ın resmi iş­sizlik oranı 1991’deki % 15.5’ten 1994’te % 19.1’e yükseldi.41 Enflasyonla aşınmış olan ücretler çok daha alt düzeylere düştü.

Yeni bir ulusal para birimine, Kuna’ya, 1994 Ekim* inde geçil­di. Resmi rakamlara göre toplumsal mülkiyetli işletmelerin % 95’i anonim şirketlere dönüşmüştü.42 Devlet mülkiyetindeki ka­mu yararına dönük büyük şirketlerin “parçalanma” aracılığıyla ortadan kaldırılması prosedürleriyle birlikte çok daha katı bir İflas Yasası başlatıldı. Bretton Woods kuruluşlarına yazdığı Ni­yet Mektubu’nda olduğu gibi Zagreb hükümeti, bankacılık sek­törünü EBRD [European Bank Reconstruction and Development Avrupa Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası] ve Dünya Bankası’mn yardımıyla tamamen özelleştirecek ve yeniden ya­pıl andıracaktı.

Bununla birlikte Paris ve Londra KulüpJeri’yle yapılan gö­rüşmeler, 1994 yılında Hırvatistan’ın “eski Yugoslavya’nın borcunun ne kadarını” üstleneceği konusunda tıkandı, Zag­reb’in Yugoslavya’nın borcundan kendi payına düşenin tama­mını kabul etmesi hem borçların yeni bir takvime bağlanması­nın hem de yeni kredi verilmesinin ön koşuluydu. Yine 1995 yılında Dayton Banş Anlaşmasının tamamlanmasından birkaç ay önce, alacaklı bankalar ve Batılı hükümetler adına harekete geçen IMF, eski Yugoslavya’nın borçlarının kabaca şu şekilde paylaştırılmasını Önerdi: Sırbistan ve Karadağ’a % 36’sı, Hırvatistan’a % 28’i, Slovenya’ya % 16’sı, Bosna-Hersek’e % 16’sı ve Makedonya’ya % 5’i.41

Makedonya’da da gidişat fazlasıyla benzerdi; toplumsal mülkiyetli işletmelerin açık arttırmayla satılması sınai çöküşe ve işsizliğin fırlamasına yol açmıştı. Sistematik Dönüşüm An­laşması adı altında IMF destekli, gerçek ücretleri bastırmayı ve kredileri dondurmayı gözeten bir ekonomik reformlar dizisi 1993 yılında kabul edildi. Beklenmedik bir dönüşle, mülti mil­yarder işadamı George Soros, bağımsız bir birey olarak, Hol­landa hükümeti ve Bank of International Settlements ile birlikte sözde Uluslararası Destek Grubu’na katıldı. Destek grubununsağladığı para Makedonya’nın yeniden inşasında kullanılmak için planlanmamıştı. Sözde “geçiş finansmanı” Dünya Bankası’yla birlikte, Skopje hükümetinin gecikmiş borçlarını geri ödemesini sağlamak için veriliyordu.44

Başbakan Branko Krivenkovski ve IMF arasında 1994 yılın­da yapılan yeni bir anlaşmayla yapısal uyumun ikinci aşaması başlatıldı. IMF heyeti başkanı Paul Thomsen, özellikle de Skop­je hükümetinin [Ücret Yasası’yla] benimsediği “verimli ücret politikası”na bakıldığında” diyerek “[Sistematik Dönüşüm An­laşması doğrultusundaki] istikrar programının etkileyici sonuç­larından duyduğu memnuniyeti belirtiyordu. IMF ile görüşenle­re göre bütçe açığını kapatma çabaları (1994 yılında zaten % 50’lik bir kısım kapatılmıştı) sürdürülmeliydi.'” Ancak bu giri­şimler kaçınılmaz olarak sosyal programların ve emekli maaşla­rının daha fazla kısılmasını gerektiriyordu. IMF’yle yapılan an­laşma uyarınca Skopje hükümeti Paris ve Londra Kulüpleri’yle borç ödeme takvimi konusunda bir anlaşmaya varmalıydı.

IMF anlaşması Skopje hükümetinin özellikle “Ödeme sıkın­tısı çeken” işletmeleri kapatmasını ve “gereksiz” işçileri işten çıkartmasını gerektiriyordu. 1994 yılında “Makedonya’dakî her iki şirketten biri zarar ediyordu ve bu tür şirketlerin sayısı 4.000’i buluyordu”.46 Maliye Bakanı bu açıdan (alacaklıların desteğindeki Bankaların Rehabilitasyonu Yasası’na göre belir­lenmiş olan) yüksek banka faiz oranlarını onaylıyor ve “ülkede faiz hesaplarının maliyetini karşılayabilecek bir şirket bulmanın gerçekten olanaksız olduğunu” söylüyordu.47 IMF’nin Make­donya’ya uyguladığı ekonomik tedavi sanayi sektörünün bütü­nüyle dağılmasına yol açan tutarlı bir “iflas programı” oluştur­du. En kârlı devlet varlıkları 1995 yılında açılan Makedonya borsasında satıldı. Borsa bir özelleştirme kurumuymuş gibi iş­ledi. Maliye Bakanı Ljube Trpevski bir basın toplantısında gu­rurla “Dünya Bankası ve IMF Makedonya’yı mevcut geçiş

programlan konusunda en başarılı ülkeler arasına yerleştiriyor” diye övünüyordu.4*

Reformların Toplumsal Etkisi

IMF-Dünya Bonkusı’mn uyguladığı ekonomik tedavinin top­lumsal etkileri dürüstçe itiraf ediliyordu. Dünya Bankası şunu doğruluyordu: “Kamu kaynaklarındaki ani düşüşler Makedon­ya’da bebekler ve çocuklar arasında şiddetli kabakulak ve kı/amık salgınlarına yol açtı (…) Halkın giderek artan bir bölü­mü, çoğunlukla da sosyal güvencesi olmayanlar, bedelini Öde­yemedikleri için temel sağlık hizmetlerinden yoksun kaldılar. Bu tür önlemlere başvurulması mali krizin şiddetinin bir göster­gesidir ve uzun bir süreden beri sağlığı temel vatandaşlık hak­larından biri olarak gören ve gene! sağlık hakkıyla gurur duyan bir toplumda bunun ciddi toplumsal ve siyasal sonuçlarının ol­maması mümkün değildir.”4”

Dünya Bankasının önerdiği “çözüm” ise “piyasa merkezli” bir sağlık sisteminin geliştirilmesıydi.

Bosna-Hersek’in Yeniden İnşası

NATO’nun silahları altında yapılan Bosna barış anlaşmasıyla birlikte Batı 1995 yılında, Bosna-Hersek’in ekonomik ve siya­sal egemenliğini tamamen elinden alan bir “yeniden kuruluş” programını ortaya çıkarttı. Bu program, büyük oranda, Bosna-Hersek’in NATO’nun askeri işgali ve Batı’nın yönetimi altında bölünmüş bir bölge olarak gelişmesini içeriyordu.

Kasım 1995’teki Dayton Anlaşması’na dayanarak ABD ve Avrupa Birliği Bosna’da tam yetkili bir sömürge yönetimi kur­dular. Bunun başına, Bosna vatandaşı olmayan bir yüksek tem­silci (YT) atadılar/0 Yüksek Temsilci, hem Bosna Federasyonu’nun hem de Bosna-Sırp Cumhuriyeti’nin hükümetlerini red­detme hakkına sahip olarak tüm sivil konularda yürütme yetki­sinin tamamını elinde bulunduruyordu. Yüksek Temsilci. IFORYüksek Askeri Komutanlığı ve kredi verecek kuruluşla birlikte çalışacaktı.51

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından atanmış bir yabancı temsilcinin gözetimi altında uluslararası bir sivil polis gücü kuruldu. Onbeş ülkeden gelen, çoğu o zamana dek Bos­na’yı hiç görmemiş 1.700 polis Zagreb’deki beş günlük eğitim programının ardından Bosna’ya yollandı.”

Batı demokrasiye verdiği desteğin altını çizerken, “anayasa”ya göre toplanan ve Dayton Anlaşmasıyla son halini alan Kurucu Meclis “lastik kaşe” gibi davranıyordu.” Aldatıcı de­mokratik görünümün arkasındaki gerçek siyasi iktidar, yüksek temsilci ve yabancı danışmanların yönettiği “gölge bir hükü­metin elindeydi.

Dahası, Dayton’da üzerinde anlaşılan anayasa ekonomik po­litikaların egemenliğini Bretton Woods kuruluşlarına ve Lond­ra’da bulunan European Bank Reconstruction and Development’a (EBRD) devretmişti. 7. Madde Bosna-Hersek Merkez Bankası başkanının IMF tarafından atanacağını ve “Bosna-Her­sek ya da komşu bir devletin vatandaşı olamayacağını…” şart koşmaktaydı.

Tıpkı Merkez Bankası başkanının IMF tarafından atanması gibi anayasa, Merkez Bankası’mn da bir merkez bankası gibi işlemesine izin vermiyordu; “İlk altı yılda (…) para basarak kre­di veremeyecek, bu acıdan nakit para yönetim kurulu olarak çalışacaktır” (7. Madde). Yeni “egemen” ardıl devletin ne ken­di para bilimini basmasına (kağıt parayı ancak tam bir döviz desteği olduğunda basabilecekti), ne de iy kaynakları harekete geçirmesine izin veriliyordu,İJ Diğer ardıl devletlerde olduğu gibi kendi yeniden inşasını (dış borcunu büyük oranlarda arttır­maksızın) kendisinin finanse etmesi daha bastan engellenmişti.

Bosna ekonomisini yönetme görevleri kredi veren kuruluş­lar arasında titizlikle bölüşülmüştü; Merkez Bankası IMF gözetimindeyken Kamu Kuruludan Komisyonu’na başkanlık eden EBRD, enerji, su, posta hizmetleri, karayolları, demiryolları, vb. dahil olmak üzere tüm kamu sektörü işletmelerinin işlemle­rini denetliyordu. EBRD başkanı, aynı zamanda kamu sektörü­nün yeniden yapılanmasına, yani esas olarak devletin ve top­lumsal mülkiyetli varlıkların satılmasına ve uzun vadeli yatı­rım fonlarının bulunmasına göz kulak olan komisyonun başka­nını atıyordu.55

Kimse şu önemli sorudan kaçamazdı: Dayton’da devlet baş­kanları tarafından resmen kabul edilen Bosna Anayasası ger­çekten bir anayasa mıdır? Uluslararası ilişkiler tarihinde can sı­kıcı ve tehlikeli bir örnek oluşturulmuştu. Batılı alacaklılar ken­di lehlerine alelacele yazılmış bir anayasaya kendi çıkarlarını yerleştirmişlerdi; Bosna devlet sistemindeki yürütme görevleri. Batılı finans kuruluşlarının atadığı, Bosna vatandaşı olmayan kişilerin elindeydi. Kurucu Meclis yoktu, Bosna-Hersek’teki yurttaş örgütlerine danışılmıyordu, “anayasal düzeltmeler” ya­pılamıyordu…

Bosna hükümeti 1995 yılında yeniden inşa maliyetlerinin 47 milyar dolara ulaşacağını tahmin etmişti. Batılı kreditörler, yeni­den inşa kredisi olarak 3 milyar dolar vermeyi taahhüt etmişler­di. Bu miktarın yalnızca bir bölümü gerçekte verildi. Üstelik, bu paranın bir kısmı, uluslararası alacaklılara olan gecikmiş borçla­rın ödenmesinin yanısıra Dayton Anlaşması uyarınca oluşturu­lan IFOR’un (Implementation ForceYürütme Gücü) yerel sivil görevlilerinin bir kısmını finanse ediyordu. Dayton Anlaşması’na göre NATO personeli hiç vergi ödemiyor ve askeri operas­yonların bazı yerel maliyetleri Bosna hükümeti tarafından karşı­lanıyordu: “Bosna-Hersek Cumhuriyeti Hükümeti, [NATO] Operasyonlan’nın yürütülmesi ve hazırlanması için NATO’nun istediği kimi kolaylıkları bedelsiz sağlayacaktır” (Ek l-A).

Bildik bir kıvırmayla, “yeni borçlar” “eski borçlan” geriödemeye ayrıldı. Hollanda Merkez Bankası cömertçe 37 mil­yon dolarlık bir “geçiş finansmanı” sağladı. Fakat bu para, IMF’nin eskisi ödenmeden yeni kredi vermeyeceği bilinciyle Bosna’nın gecikmiş borçlarının geri ödemesine ayrıldı. Ancak bu zalimce ve saçma bir paradokstu: Bosna, yararlanmak için peşinden koştuğu, IMF’nin “çatışmadan çıkan ülkeler” için ye­ni yarattığı bir kredi olan “Acil Yardım Penceresi”ni savaş son­rası yeniden inşada kullanamayacaktı. Hollanda Merkez Bankası’ntn zoraki verdiği para da ilk önce IMF’ye olan gecikmiş borçların geri ödenmesinde kullanıldı.56 Borçlar birikirken Bos­na’ya savaş yıkımına uğramış ekonomisini yeniden inşa etmesi için hiçbir yeni mali kaynak akmıyordu.

Çokuluslu Şirketlerin Gözü Bosna’nın Petrol Yataklarında

Batının ekonomik çıkarları açısından stratejik önemi olan şey Bosna-Hersek’in Dayton Anlaşmasıyla bölgesel olarak bölünmesiydi, Dayton Anlaşması Bosna-Hersek Federasyonu ve Bosna-Sırp Cumhuriyeti arasında “Bağımsız Mevcudiyetler Arası Sınır Çizgisi”ni zorla kabul ettirmişti. Hırvatistan ve Bos­na Sırplarının elindeki belgeler kömür ve petrol yataklarının, Yugoslavya’nın doğusunda, “bu yaz (1995) Hırvat Ordusu’nun Bosna’daki Sırp isyancılarına karşı saldırılarının yoğunlaştığı ve Hırvatistan’ın Krayina Bölgesi’nde” bulunduğunu göster­mekteydi. “Bosnalı yetkililere göre merkezi Chicago’da olan Amaco (Amerikan Petrol Şirketi) Bosna’daki petrol arama çalışmalarını başlatan birkaç yabancı şirketten biriydi.”57 Batı bu bölgeleri artırmaya çok istekliydi: “Dünya Bankası ve ope­rasyonları yöneten çokuluslu şirketler savaş sürerken (1995 Ağustos’unda) son araştırma raporlarını savaşan hükümetlere açıklamakta gönülsüz davranıyordu,”” Üstelik, “Hırvatistan’ın elinde tuttuğu Sırp bölgesinde, Tuzla bölgesinden Sava nehri­nin oraya kadar olan yerde önemli petrol yatakları” da bulunuyordu.” Bu son bölge Dayton Anlaşmasıyla birlikte, Tuzla’da karargah kuran ABD Askeri Bölgesi içinde kaldı.

Dayton Anlaşmasındaki bölgesel ayrım “etnik temizliği” onaylamış oluyordu, 70.000 askerlik dokuz ağır silahlı tugayın (neredeyse Vietnam Savaşı’ndaki kadar) yayılması “barışa zor­lamak” değil, Batı’nın Bosna-Hersek’in topraklarının bölünmesindeki ekonomik çıkarlarını yönetmek amacını taşıyordu. Bu hedef bölgesel parçalanmayla da elde ediliyordu yani bölgesel ayrılık yapısının içine toplumsal-etnik bölünmeleri ekerek Yu­goslavya’nın tüm etnik kökenlerden kendi anavatanlarının ye­niden sömürgeleşlirilmesine karşı birleşik direnişini engelleme­yi amaçlıyordu.

Son Söz

Yugoslavya’da, neoliberal siyasetler doğrultusunda uygulanan makro-ekonomik yeniden yapılandırma açıkça ülkenin bütü­nüyle yıkılmasına neden oldu. Yine de 1991’deki savaşın ba­şından bu yana makro-ekonomik reformun merkezi rolü dünya medyası tarafından dikkatle gözardı edildi ve reddedildi. Çö­züm olarak, savaşın mahvettiği ekonominin yeniden inşasının temeli olarak “serbest piyasa” sunuldu. Savaşın ve “barış yap­ma” sürecinin ayrıntılı bir güncesi büyük medya kuruluşları ta­rafından sunuldu. Yugoslavya’daki ekonomik yeniden yapılan­dırmanın toplumsal ve siyasi etkisi ise toplumsal bilincimizden ve “gerçekte ne olduğu” kolektif kavrayışımızdan dikkatle si­lindi. Kültürel, etnik ve dinsel bölünmeler özellikle öne çıkar­tıldı, dogmatikçe krizin tek nedeni olarak sunuldu. Gerçekteyse bunlar çok daha derin olan ekonomik ve siyasi çatlama süreci­nin sonucuydu.

Bu “yanlış bilinç” eleştirel tartışma ve görüşlerin tüm nokta­larım istila etti. Bu yalnızca hakikati maskelemiyor, aynı za­manda bizim kesin tarihsel olayları kabul etmemizi de engelliyor. En son olarak da, toplumsal çelişkinin gerçek kaynaklarını çarpıtıyor. Güney Slavları’nm birlik, dayanışma ve kimliği köklerini tarihte bulur ancak bu kimlik engellenmiş, yönlendi­rilmiş ve yıkılmıştır.

Üretken varlıkların ele geçirilmesi, piyasaların genişlemesi ve Balkanlar’daki “toprak dalaşı” da dahil olmak üzere bir eko­nomik sistemin kalıntısı çatışmanın gerçek kaynağını oluştur­maktadır.

Yugoslavya’da ortaya konan milyonlarca insanın hayatıdır. Makro-ekonomik reform onların yaşam koşullarını mahvetti ve çalışma, yeme, barınma haklarını, kültürlerini ve ulusal kimlik­lerini küçülttü, dejenere etti. Sınırlar yeniden çizildi, hukuk sis­temi bütünüyle elden geçirildi, toplumsal mülkiyetli işletmeler iflasa sürüklendi, fınans ve bankacılık sistemi parçalandı, sos­yal programlar ve kurumlar imha edildi. Geçmişe bakarak, Yu­goslavya’nın savaş sonrası (1945’ten 198Ö’e kadar) ekonomik ve toplumsal basanlarım anımsamakta fayda var: GSYH’nın büyüme hızı yirmi yıllık bir dönem boyunca (1960-1980) yıllık ortalama 6.1’di, 550 kişiye l doktorun düştüğü bedava sağlık hizmeti vardı, okur yazar oranı yaklaşık % 91 ve ortalama ya­şam beklentisi 72 yıldı.60

Yugoslavya, yalnızca kalkınmakta olan değil, son zamanlar­da ABD, Kanada ve Batı Avrupa’da da uygulanmakta olan benzer ekonomik yeniden yapdandırma programlarının bir “aynasr’dır. Yanıt, “güçlü ekonomik reçete”dir: Tüm dünyada in­sanlar başka bir çözüm olmadığına inanmaya yönlendiriliyor­lar; işletmeler kapatılmalı, işçiler işten atılmalı ve sosyal prog­ramlar iyice kısıtlanmalı. Bu; yukarıda Yugoslavya’nın ekono­mik krizi bağlamında anlatılanlarda görülebilir. Aşırıya zorlan­dığında reformlar, tüm dünyada ulusal toplumlar üzerinde uy­gulanan neoliberal politikaların dayattığı yıkıcı “ekonomik model”in acımasız bir yansımasıdır.

The post YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ (The Globalisation of Poverty) – Michel Chossudovsky – Çeviren: Neşenur Domaniç appeared first on Kitap Özetleri I kitap Özeti.

Related Articles

5 Bargain Destinations for Fall Travel

admin

25 Inspiring Fitness Girls To Follow On Instagram

admin

Bozgun – Lauren Destefano (Kimyasal Bahçe #1)

admin