Roman özetleri

Yenilmeyenler Kitap Özeti

İç Savaş ya da Kuzey-Güney Savaşı ya da Union (Birlik) ile Confederacy (Konfederasyon) eyaletlerinin 1861-1865 yılları arasında yaptıkları savaş Amerikan edebiyatında çok önemli bir yer tutar. Özellikle Güneyli yazarlar için bu savaşın çok büyük bir anlamı vardır. Faulkner, ailesi de bu savaşta yer almış biri olarak, hem doğrudan hem göndermelerle bu savaşa pek çok yapıtında değinmiştir. Yenilmeyenler, yalnız Amerikan İç Savaşı’nın değil, belki de bütün savaş edebiyatlarının en ilginç yapıtlarından biridir. Faulkner bu yapıtında savaşı arka plana alarak, yaşlı bir kadın, yeniyetmeliğe yaklaşan bir çocuk ve onun siyah –köle– arkadaşının başrolde olduğu bir “cephe gerisi” öyküsü kurar. Anlatıyı savaşa kendi özel birliğini kurup katılmış, çiftlik sahibi Albay John Sartoris’in oğlu Bayard Sartoris’in gözünden ve onun ağzından izleriz. Romana adını veren “yenilmeyenler” de bu, cephe gerisindekiler, yaşlı bir kadın ve bir çocukta süregelen direniştir, yoksa Güney’in orduları yenilmiştir…

Böylesine ağır bir özü Faulkner zaman zaman alayla zaman zaman bir güldürü tadında aktarır.

Yenilmeyenler, küçük boyutuna karşın Faulkner’ın yazarlık hayatında, kilit yapıtlarından biridir.

***

Pusu

1

Ringo’yla ben o yaz, tütsü kulübesinin arkasında yere, savaşın yaşayan bir haritasını çizdik. Vicksburg, odun yığınından aldığımız bir avuç tahta parçasıydı; Mississippi Irmağı da, sert toprakta bir çapanın ucuyla açtığımız bir yarık; ama gene de (ırmağı, kenti ve savaş alanıyla) canlı bir tabloydu ve bu minyatür halinde bile yeryüzü şekillerinin değişime gösterdikleri pasif ama güçlü dirence sahipti; bu dirençle karşılaştırıldıklarında, en parlak zaferlerin, en acı yenilgilerin, anlık gürültülerden farkı yoktur. Harita, Ringo’yla benim gözümde canlıydı, en azından, güneşten kaskatı kesilen toprak, kuyudan taşıdığımız suyu her seferinde hemen içip bitirdiği için canlıydı; çatışmanın yer aldığı sahnenin hazırlanması, çok sıkıntılı, uzun, neredeyse umutsuz bir iş olmuştu; o delik kova ortamızda, kuyuyla savaş alanı arasında durmadan soluk soluğa koşuyor, bitkin düşünceye kadar önce güçlerimizi ortak bir düşmana -zamana- karşı birleştiriyor, sonra da her gün aynı biçimde oynadığımız oyunla, kendimizle gerçek, kendimizle yaklaşan yenilgi arasında hep bir perde, bir kalkan gibi kullandığımız o müthiş zaferi canlandırıyorduk. Üç haftadır yere çiğ bile düşmediğinden, bugün öğleden sonra ırmak yarığını asla dolduramayacak, hatta yeteri kadar ıslatamayacak gibiydik. Ama sonunda toprak az çok ıslanmış, en azından öyle bir renk almıştı; bu yüzden artık başlayabilirdik. Tam başlıyorduk ki; baktık, Loosh orada durmuş bizi izliyor. Loosh, Joby’nin oğlu, Ringo’nun amcasıydı; öğle sonrasının o yakıcı puslu güneşi altında orada duruyordu (nereden çıkıp geldiğini bilmiyorduk; gelirken görmemiştik); şapkasız başı biraz yana bükük, biraz yatıktı, ama eğik değildi; beton üzerine acele özensizce oturtulmuş (biçimce de benzediği) bir top güllesi gibi sapsağlamdı; pınarları içkili zencilerinkiler gibi hafifçe kızarmış gözleri, Ringo’yla benim Vicksburg dediğimiz yere dikiliydi. Derken odun yığınının orada karısı Philadelphy’yi gördüm; kolunun altına sıkıştırdığı odunlarla, eğilmiş Loosh’un sırtına doğru bakıyordu.

“Ne bu?” dedi Loosh.

“Vicksburg,” dedim.

Güldü. Tahta parçalarına bakarak kıs kıs güldü.

Philadelphy, odun yığınının oradan, “Loosh, burya gel,” dedi. Onun sesinde de bir tuhaflık -bir telaş, belki korku- vardı. “Akşama yimek istiyosan, biraz odun getir bana.” Ama telaş mıydı, korku mu bilmiyordum; merak etmeye ya da düşünmeye de vakit bulamadım çünkü Loosh, Ringo’yla benim davranmamıza fırsat vermeden, birden yere eğilmiş, eliyle tahta parçalarını süpürüp dümdüz etmişti.

“İşte sizin Vicksburg’nuz,” dedi.

Philadelphy, “Loosh!” diye seslendi. Ama Loosh çömelip, yüzündeki o ifadeyle bana baktı; ben daha on iki yaşındaydım, zafer nedir bilmiyordum; o sözcüğü bile bilmiyordum.

“Bilmediğniz bi şey daha söyleyim size,” dedi. “Corinth.”

“Corinth mi?” dedim. Philadelphy odunları yere atmış, hızla bize doğru geliyordu. “Corinth de Mississippi’de. Uzak değil Gittim ben oraya.”

“Uzaklık möhüm değl,” dedi Loosh. Sesi şimdi sanki bir şarkı, bir ilahi mırıldanmaya başlayacakmış gibi çıkıyordu; yakıcı puslu güneş, demirden kafatası ile yassı burnunda parlıyor ve o, çömeldiği yerden ne bana ne de Ringo’ya bakıyordu; pınarları kızarmış gözleri kafatasında sanki ters dönmüştü de biz onun göz yuvarlarının boş, dümdüz arka yanını görüyorduk. “Uzaklık möhüm değl. Çünküm şimdi sıra orda!”

“Sıra orda mı? Neyin sırası?”

“Sen onu babana sor. Beyfendiye.”

“Babam Tennessee’de savaşta. Ona soramam.”

“Tennessee’de mi sanıyon onu sen? Tennessee’de işi kalmadı ki gayrı.” Bunun üzerine Philadelphy kocasını kolundan çekti. Gergin bir sesle, telaş içinde, “Kapa çeneni, kafasız zenci!” diye bağırdı. “Gel de biraz odun getir bana!”

Sonra ikisi gittiler. Ringo’yla ben arkalarından bakmadık. Orada, yıkılan Vicksburg’umuzun tepesinde, çapayla kazdığımız, artık ıslak bile görünmeyen yarığın yanı başında durup sessizce birbirimize baktık. Ringo, “Ne diyo bu, be? Ne demek istiyo, ha?” dedi.

“Hiç,” dedim. Eğilip Vicksburg’u yeniden ayağa kaldırdım. “Oldu işte.”

Ama Ringo yerinden kımıldamadı, gözleri bendeydi. “Loosh güldü. Corinth de diyo. Corinth’e de güldü. Bizim bilmediğmiz bi şey mi biliyo dersin?”

“Yok!” dedim. “Babamın bilmediği bir şeyi, Loosh nereden bilecek ki?”

“Beyfendi Tennessee’de. Belkim o da bilmez.”

“Yankee’ler Corinth’e girmiş olsa, şimdi o ta Tennessee’de kalır mıydı hiç? Yankee’ler Corinth’e girmiş olsa, babam, General Van Dorn, General Pemberton, üçü de orada olmazlar mıydı sence?” Ama ben de boşuna konuşuyordum, farkındaydım, çünkü Zenciler bilir, onlar her şeyi bilir; Ringo’yu inandırmak için sözden daha baskın, çok daha etkili bir yol bulmalıydım. Bu yüzden eğilip yerden iki avuç toprak alarak doğruldum; toprağı havaya savurduğum sırada bile Ringo gözlerini bana dikmiş hâlâ kımıldamadan duruyordu. “General Pemberton’um ben!” diye haykırdım. Eğilip yerden biraz daha toprak avuçlayıp savurdum, “Haayt! Haayt!” Ringo gene hiç kımıldamadı. “Peki, peki!” diye bağırdım. “Bu kez ben Grant olayım. Sen General Pemberton ol.” zenciler her şeyi bildiğine göre, Loosh’un dediği doğru olabilirdi ve oyalanmaya gelmezdi. Aramızda şöyle bir anlaşma yapmıştık: Ben üst üste iki kez General Pemberton, Ringo ise Grant olacaktı; sonra Ringo’nun General Pemberton olabilmesi için ben bir kez Grant olmak zorundaydım, yoksa artık oynamayacaktı. Ancak, Ringo bir zenci de olsa, şimdi oyalanmaya gelmezdi – çünkü o aynı zamanda benim arkadaşımdı; onunla aynı ayda doğmuş, aynı memeyi emmiş, o kadar uzun bir süre birlikte yatmış, birlikte yemek yemiştik ki, Ringo da tıpkı benim gibi büyükanneme ‘Büyükanne’ diyordu; sonunda belki de o zenci olmaktan, ben de beyaz olmaktan çıkmıştık; ikimiz de ne zenci, ne beyazdık; hatta artık insan bile değildik: Bir kasırganın sırtına binmiş giden iki pervane, iki tüy gibi, yenilmez yüce bir ikiliydik. İkimiz de kendimizi oyuna kaptırmıştık; Joby’nin karısı, Ringo’nun büyükannesi olan Louvinia’mn geldiğini hiç fark etmedik. Ringo’yla aramızda ancak iki adım mesafe vardı; çılgınca havaya savurduğumuz, ağır ağır yere inen toz toprağın içinde birbirimizi görmeden karşı karşıya durmuş, “Gebertin şu piçleri! Gebertin şunları! Gebertin!” diye bağırıyorduk; o sırada Louvinia’nın sesi tepemize sanki dev bir el gibi indi, kaldırdığımız tozu toprağı bile yatıştırdı; artık birbirimizi görebiliyorduk, toprak dolu ellerimiz hâlâ havadaydı, gözlerimize kadar toza bulanmıştık:

“Hey, Bayard! Ringo!” Üç metre kadar ötede duruyor, ağzını açmış bağırıyordu. Louvinia odun getirmek için bir koşu mutfaktan dışarı çıkarken bile başörtüsünün üstüne babamın eski şapkasını giyerdi, ama baktım, şimdi başında şapka yok. “Neydi o dediğiniz?” dedi. “Neydi o duyduğum, ha?” Ama karşılık vermemizi beklemedi; ayrıca fark ettim ki, yanımıza koşarak gelmişti. “Yola bakın, kim geliyor!” dedi.

Ringo’yla ikimiz, ayaklarımız havada donup kalmışken ileri atıldık, tek bir kişi gibi koşup arka bahçeyi geçtik, yandan dolanıp evin önüne geldik; Büyükanne merdivenlerin tepesinde ayakta duruyor, Loosh da evin arkasından dolanmış, bahçe kapısına doğru bakıyordu. Baharda babam eve döndüğünde, Ringo’yla onu karşılamak için yola koşmuş, ben üzengilerden birine çıkmıştım; babam kolunu boynuma atmıştı; Ringo ise öteki üzengiye yapışmış, atın yanı sıra koşuyordu; böylece eve kadar gelmiştik. Ama bu kez öyle yapmadık. Ben merdivenlerden Büyükanne’nin yanına çıktım, Ringo ile Loosh verandanın altında, yerde durdular, hep birlikte babamın saman sarısı atının şimdilerde hep açık duran bahçe kapısından girip, araba yolundan eve doğru gelişini izledik. Onlara bakıyor, ırmağın üç mil gerideki sığ yerinden geçerken ıslanan derisinde çamur tabakasına dönüşen tozlardan daha açık renkli -neredeyse duman sarısı- sıska, koca atın yürümekle koşmak arasında düzgün adımlarla ilerleyişini seyrediyorduk; bu yürüyüşü sanki ta Tennessee’den beri hiç değişmemişti, çünkü o tehlikeli topraklan çevresinden dolanarak geçebilmek için uykuyu, dinlenmeyi bir yana bırakıp, dört nala koşmak gibi gösterişli bir hafifliği uzaklardaki saçma sapan bir ülkeye, sürekli bir tatile yollamaları gerekmişti; ırmağı geçerken babam da ıslanmış, onun kararmış çizmelerindeki tozlar da ince bir çamur tabakasına dönüşmüştü; gün görmüş gri kaputunun etekleri, göğsünden, sırtından ve kollarından epeyce daha koyuydu; parlaklığı gitmiş metal düğmeleri ile albaylık rütbesini gösteren yıpranmış sırmaları, donuk donuk parlıyordu; yanından gevşekçe sarkan kılıcı, sanki uyluğuna yapışıkmış, ya da sallanamayacak kadar ağırmış gibi kaskatı duruyor, bacağı da, kılıcı da atın hareketlerinden hiç etkilenmiyordu. Babam durdu; önce verandada bekleyen Büyükanne’yle bana, sonra yerdeki Ringo’yla Loosh’a baktı.

“Selam, Miss Rosa,” dedi. “Selam, çocuklar.”

Büyükanne, “Selam, John,” dedi. Loosh gelip Jüpiter’in başını tuttu; babam, her yanı kaskatı kesilmiş durumda, kılıcı bacağıyla ıslak çizmesine çarpa çarpa attan indi.
Loosh’a, “Tımar et. Yemini bol ver ama çayıra salma. Ahırda kalsın,” dedi; sonra, Jüpiter çocukmuş gibi ona seslenerek, “Hadi sen Loosh’la git,” diye ekledi; Loosh atı götürürken sağrısına bir de şaplak attı. Şimdi babamı iyice görebiliyorduk. İri yarı bir adam değildi; onu bize büyük gösteren, yaptığı işlerdi – geçmişte Virginia ve Tennessee’de yaptığı, şimdi de yapmakta olduğunu bildiğimiz şeyler. Bunları – aynı şeyleri – yapan başkaları da vardı ama onu büyük görmemizin nedeni belki de, bu adamlar arasında babamın, tanıdığımız, gecenin sessizliğinde evde horladığını duyduğumuz, yemek yerken gördüğümüz, konuşmasını dinlediğimiz, konuşmayı, uykuyu ne çok sevdiğini, hangi yemeklerden hoşlandığını bildiğimiz tek kişi oluşuydu. İri yarı değildi; ancak her nedense at sırtındayken yerde olduğundan da ufak görünürdü, çünkü Jüpiter büyük bir attı ve babamı atından ayrı düşündüğünüzde onu da büyük görürdünüz; Jüpiter’in sırtında düşündüğünüzde ise sanki şöyle derdiniz: “Birlikte bu ikisi fazla büyük. İnandırıcı olamayacak derecede büyük.” Dolayısıyla inanmazdınız, inanmayınca da babam gözünüze o kadar büyük görünmezdi. Merdivene doğru yürüdü, belindeki ağır yassı kılıcıyla basamakları çıkmaya koyuldu. Babamın eve her dönüşünde burnuma çarpan, eve üzengisinde geldiğim bahar günü de duyduğum o kokuyu gene duymaya başlamıştım; giysilerine, sakalına, hatta tenine sinen bu kokuyu o sıralar ben, Tanrının zafer için seçtiği kullarına özgü barut, şan ve şeref kokusu sanıyordum ama şimdi ne olduğunu biliyorum: Şimdi anlıyorum ki duyduğum koku, olacaklara katlanmak iradesinden, acı bir alay, hatta şakacı bir tavırla kendini aldatmayı reddetmek kararından başka bir şey değilmiş (böyle bir kararın, başımıza geleceklerden daha kötüsünü bir daha asla görmeyeceğimize inanmak gibi bir iyimserlikle bile ilgisi yoktur). İlk dört basamağı, kılıcı basamakların her birine çarpa çarpa çıktı (aslında boyu o denli kısaydı), sonra durdu, şapkasını çıkardı. Boyundan büyük işler yaptığını söylerken, bunu demek istiyorum işte. Büyükanne’yle aynı basamakta dursaydı, onun kendisini öpmesi için babamın başını azıcık eğmesi yetecekti. Ama öyle yapmadı. İki basamak aşağıda durdu. Büyükanne dudaklarını alnına değdirsin diye açık başını ona doğru kaldırdı; şimdi Büyükanne’nin biraz eğilmek zorunda kalmasıyla, babamın en azından bizim gözümüzdeki uzun boylu, iri görünüşü korunmuş oldu.

“Geleceğini tahmin etmiştim,” dedi Büyükanne.

“Ya,” dedi babam. Sonra bana baktı; ben de, merdiven başındaki Ringo da, hâlâ ona bakıyorduk.

“Tennessee’den hiç durmadan gelmişsin,” dedim.

“Ya,” dedi babam gene.

“Tennessee eyi zayıflatmış sizi, Beyfendi,” dedi Ringo. “Ordakiler ne yerler ki? Herkesin yediğni yemez mi onlar?”

İşte o zaman ben baklayı ağzımdan çıkardım. O bana bakarken, gözlerimi yüzüne dikerek, “Loosh senin için Tennessee’ye hiç gitmedi, diyor,” dedim.

“Loosh mu?” dedi. “Loosh ha?”

Büyükanne, “İçeri gir,” dedi. “Louvinia senin öğle yemeğini masaya koyuyor. Elini yüzünü yıkamaya ancak vaktin var.

2

O gün öğleden sonra ağılı yaptık. Nereye bakacağını önceden bilmezse, kimsenin bulamayacağı bir yerde, dere yatağının dibindeydi; balta kesiği uçlarından hâlâ özsuyu sızan genç fidan gövdelerini sık ağaçların, çalıların içlerinden geçirerek ördüğümüz bu çite iyice yaklaşmadıkça bunun bir ağıl olduğunu anlayamazdınız. Babam, Joby, Ringo, Loosh, ben, hepimiz oradaydık; babamın ayaklarında hâlâ çizmeleri vardı ama ceketini çıkarmıştı; bu yüzden ilk kez, pantolonunun Güney Eyaletleri ordusunun değil de. Kuzeylilerin giydiği pantolonlardan olduğunu gördük; babamla süvarileri, yeni ve sağlam kumaştan yapılmış bu lacivert pantolonları yakaladıkları Yankee’lerden almışlardı; şimdi üstünde kılıcı da yoktu. Hepimiz hızlı çalışıyor, fidanları -söğüt, meşe, bataklık akça ağacı ve bodur kestane fidanlarını- kesiyor, yan dallarını bile pek temizlemeden katırlara çektirerek, elimizde taşıyarak, çamurlara bata çıka, dikenli çalıların arasından babamın bulunduğu yere götürüyorduk. Şaşırmıştım; babam her işe yetişiyordu; iki koltuğunda birer fidan, fundaların, çalıların arasından neredeyse katırlardan da hızlı yürüyor, Joby ile Loosh daha kazığın hangi ucu ne tarafa gelecek diye tartışırken o, fidanları yerlerine yerleştiriyordu. Şu da vardı: Babam herkesten daha hızlı, daha çok çalışıyordu ama aslına bakılırsa, kendisi çalışmadan durup, çalışanlara “Şunu yap, bunu yap,” diyen bir kimse bile, sırf bu davranış biçimiyle, (en azından on iki yaşındaki çocuklara, en azından on iki yaşındaki Ringo’yla bana) gerçekte olduğundan hep daha büyük görünür. Babam yemek odasındaki masada her zamanki yerine oturmuş; Louvinia’nın getirdiği tuzlanmış eti, haşlanmış sebzeleri, mısır ekmeğini, sütü bitirip sakalını sildikten sonra, (Ringo’yla ben ona bakar, akşam olmasını, babamın konuşma, olanları anlatma saatinin gelmesini beklerken) “Şimdi yeni bir ağıl yapacağız. Çit için sırık kesmemiz de gerekecek,” dedi; o bunu söyleyince, Ringo’yla ikimizin zihninde belki tıpatıp aynı görüntü canlandı: Hepimiz —Joby, Loosh, Ringo, ben- orada, dere yatağının ucunda, bir tür askeri düzen içinde sıralanmıştık — saldırmak, hatta zafer kazanmak için can atan, ter döken askerî bir düzen içinde değil de, Napolyon’un askerlerinin de komutanlarına karşı hissetmiş olmaları gereken o pasif ama güçlü inancın göstergesi bir düzen içinde sıralanmıştık; karşımızda ise bizimle dere yatağı, bizimle şimdi içlerinde özsuyu dolaşan ama az sonra ölü çit sırıklarına dönüşmeyi bekleyen ağaçlar arasında, babam duruyordu. Şimdi de Jüpiter’e binmişti; sırtında kordonlu gri albay ceketi vardı; biz ona bakarken, dizginleri iyice gerip Jüpiter’i olduğu yerde döndürdü ve hepimizi içine alan son bir bakış fırlatarak kılıcını çekti; saçları, yanları kalkık şapkasının altından havalanıyor, kılıcı parıltılar saçıyordu; alçak ama gür bir sesle, “Fırla! Atıl! Hücum!” diye bağırdı. Daha sonra Ringo’yla ikimiz, gitgide uzaklaşan duman sarısı şimşeğinin sırtında, üzengilerin üstünde yükselen bu küçük adamı -atıyla birlikte, on iki yaşındakiler için tam olması gereken büyüklükteki (çünkü daha büyük olmasına gerek yoktu), hatta çoğu kimsenin olmak isteyeceğinden de büyük görünen bu ufak tefek adamı- yerimizden kımıldamak zorunda bile kalmadan izleyebiliyor; havada kavisler çizen kılıcının binlerce parıltısı altında sıra sıra yatan, seçilip biçilmiş, dalları kesilip temizlenmiş, artık götürülüp yerlerine yerleştirilerek çit olmayı bekleyen fidanları görüyorduk.

Çiti bitirdiğimizde -yani son üç bölmeyi yapmayı Joby ile Loosh’a bıraktığımızda- güneş dere yatağından çekilmişti ama ben babamın terkisinde, Ringo öteki katırın sırtında, biz merayı geçerken, yamaçlarda hâlâ parlıyordu. Ancak, babamı eve bırakıp ahıra döndüğüm zaman merada bile güneş yoktu; Ringo ineğin boynuna ipini geçirmişti. Birlikte yeni ağılın yolunu tuttuk; inek bir tutam ot yemek için her durduğunda, arkadan gelen buzağı burnuyla anasını dürtüklüyordu. Dişi domuz önden yürüyordu ama asıl ağır giden oydu. İnek duruyor, Ringo ipe asılıp bağırıyor, ancak gene de domuz sanki inekten daha yavaş gidiyordu; bu yüzden, yeni ağıla vardığımızda hava iyice kararmıştı Ama çitte hâlâ hayvanların girmelerine bol bol yetecek boşluk vardı. Zaten bu konuda hiç kaygılanmış değildik.

Onları ağıla soktuk – iki katırı, inekle buzağıyı, dişi domuzu, hepsini; geri kalan o son bölmeyi de el yordamıyla tamamlayıp eve döndük. Şimdi her yer, mera bile, kapkaranlıktı; mutfakta yanan lambayı, pencerenin önünden geçen birinin gölgesini

Related Articles

Bana Sevdiğini Söyle Kitap Özeti

Ak Zambaklar Ülkesi Finlandiya’da (Grigoriy Petrov)

admin

KARABİBİK (Nabızade Nazım)

admin