Roman özetleri

MARGARET Weis Ejderan Kuralları

Kang, yüz üstü yere yatmıştı; iri, pullu bedeni, altındaki uzun otları eziyordu. Pençeli eliyle savaş baltasını kavradı. Gün ışığının zırhından ya da pullarından yansıyarak yerini belli etmemesi için kollarını ve bedenini örtecek bir şekilde yaymıştı kanatlarını. Otlardan başka hiçbir şey göremiyordu ve burada bir saatten daha uzun bir süredir yattığından otları iyice tanımıştı. Uzun otların kahverengiye çalan yeşil bir renkleri vardı; hafif yapışkandılar ve rüzgâr estiğinde sinir bozucu bir şekilde çıtırdıyorlardı.

Bu ağır ilerleyen dakikalarda Kang, çevresindeki sesleri epeyce tanımıştı. Yazın sonlarında olan bu günde mevzilendiğinde etrafın oldukça sessiz olduğunu düşünmüştü, ancak artık sesler kafasının içinde gümbürdüyordu. Ağustos böcekleri, Kang’ın anlayamadığı bir nedenden dolayı deli gibi ötüyor, belki de kışın gelişini ve ölümlerini engellemek için bir yol bulmaya çalışıyorlardı. Cırcır böcekleri akılsızca sesler çıkartıyorlardı; bir anlamı yoktu, cırcır böceğiydiler işte. Kurbağalar vıraklayıp yutkunuyorlardı. Kuru otlar da rüzgârın esmesiyle birlikte hışırdıyorlardı. Kang, onların hepsinden topluca ve teker teker nefret ederek ve onlara bağırma, hepsine seslerini kesmelerini söyleme isteğiyle savaşarak olduğu yerde yatmaya devam etti. O, iki sesi dinliyordu—goblin ayaklarının patırtısı ve goblin zırhının tangırtısı—ve bu bitki ve hayvanların kahrolası şamatası yüzünden hiçbir şey duyamıyordu.

Kang, komuta ettiği ekibin üyelerinden hiçbirini göremiyordu. Onları duyamıyordu da; ancak bu durum onu şaşırtmamış, tam aksine memnun etmişti. Slith, birkaç adım sağında yatıyordu. Sivak ejderan, Kang’ın komutan yardımcısıydı. Slith aynı zamanda En İyi Dost, Danışman ve Dert Ortağı rütbelerini de taşıyor olabilirdi, tabi eğer bu rütbeler Birinci Ejderha ordusu Ejderan Mühendisleri’nde mevcut olsaydı. Sancaktarlığa daha yeni terfi etmiş olan Granak, Kang’ın arkasında yatıyordu. Granak, dev gibi bir ejderandı—ejderan standartlarına göre bile çok iriydi. Bir eliyle kılıcını, diğer eliyle de değerli sancağı, Birinci Mühendislerin simgesini—siyah bir zemin üzerinde çapraz duran bir kazmayla bir çekiç tutan zırhlı bir el—taşıyan sancağı tutuyordu. Diğer ejderanlar da yakınlarda yatmış, dinleyerek bekliyorlardı.

Vakit, öğleden sonraydı. Güneş, gökyüzünün çanağında aşağıya doğru kaymaya başlamış olmasına rağmen, hava hâlâ sıcaktı. Kertenkeleler sıcak güneşin altına uzanmış, kestiriyorlardı. Ejderanlar kertenkele değillerdi ama aralarında hafif bir benzerlik vardı—insanlar gibi iki ayaklarının üzerinde yürüyen, kılıç ve mızrağı insanların çoğundan daha ustaca kullanan, iri, iki metre boyunda kertenkeleler. Uzun zaman önce, Mızrak Savaşı sırasında, metalik ejderhaların şeytanî büyülerle çarpıtılmış yumurtalarından doğmuş olan ejderanlar, Kraliçe Takhisis’in baskın birlikleri, onun en iyi ve en korkulan askerleriydiler. Ejderan orduları, Mızrak Savaşı’nı kazanacaklarından kesinlikle eminlerdi ve bu gerçekleşmeyince epey şaşırdılar.

Sadece savaşı kaybetmekle kalmamışlar, savaştan sonra Kraliçenin komutanları tarafından da yalnız bırakılmışlardı. Karanlığın tarafında olanlardan hiçbir yardım almadan, adları batasıca Solamniya Şövalyeleri, lânet olası elfler ve diğer sözde Işık ırkları tarafından taciz edilip avlanmaya terk edilmişlerdi. Güçlü, kudretli, gönülsüz ebeveynlerinin—altın, gümüş, bronz ve pirinç ejderhalar—zekâsı ve büyüleriyle kutsanmış olan ejderanlar, artık savaşta bir yarar sağlayamayacaklarından ötürü bütün diğer ırklar tarafından bir tehlike olarak görülmüşlerdi.

Bazı ejderan grupları, bu dünyada yaşayabilmek için hırsızlığa ve cinayete yönelmişlerdi. Kang, öyle bir hayat yaşamaya çalışanlara ne olacağını önceden kestirmiş ve tahminlerinde haklı çıkmıştı. Onlar katledilmişlerdi. Savaşın Kang’a öğrettiği bir şey varsa, o da hayatın değerli olduğu ve çok çabuk sona erdiğiydi. Kendi komutası altındakileri bir arada tutmuş ve onları Kharolis dağlarına, medeniyetten uzağa götürmüştü. Dünyanın onları rahat bırakacağını ummuştu.

Her şeyin ötesinde, onların ırkı lânetliydi. Ölüyorlardı ve onlardan sonra geride kimse kalmayacaktı. Büyüyle yaratılan, metalik ejderhaların çalınan yumurtalarından meydana getirilen ejderanlar üreyemiyorlar, çoğalamıyorlardı; çünkü hiç dişi ejderan yoktu. Ejderha yumurtalarından sadece erkek ejderanlar çıkmışlardı, ya da herkesin bildiği buydu. Kara Kraliçe’nın komutanları, ejderanlar gibi güçlü varlıkların sadece ihtiyaç duyulduğu sürece etrafta olmalarına karar vermişlerdi. Yararlılıkları sona erdiğinde, kolaylıkla ortadan kaldırılabilmeliydiler.

Dünya bize çok şey borçlu, diye düşündü Kang. Sadece rahat bırakılmak. . .

“Efendim!” diye tıslayan bir ses duydu.

Kang’ın gözleri bir anda açıldı. Hiç istemediği halde uyuyakalanlarca yaşanan korku ve panikle silkindi.

Slith’in, “Efendim!” diyen boğuk fısıltısını duydu ve Kang, sanki “Horluyordunuz!” diyen şüphe dolu bir kıkırdama da işitmiş gibi geldi.

Kendine kızan—Kang, böylesine bir durumda uyuklarken yakalanan bir adamı sertçe azarlar ve rütbesini düşürürdü—Kang, amansızca görevine yoğunlaştı. Kendisi için bahaneler yaratabilirdi. Gerçekten iyi bir uyku çektiği son geceyi hatırlayamıyordu bile. Ancak bunun gibi bir bahaneyi adamlarından kabul etmezdi ve kendisi için de kesinlikle etmeyecekti. İşleri daha da kötüleştirircesine, burnuna bir sinek kondu. Kang burnunu oynatınca sinek uçtu. Ancak kahrolası böcek etrafında vızıldamaya devam ederek, sinir bozucu sesini hışırtı, çıtırtı, vızıltı ve vıraklamalardan oluşan kakafoniye ekledi.

Rüyasında, dağlardaki evlerini, ejderanların dumana dönüşmüş olan kale evlerini görüyordu Kang. Komşuları olan can sıkıcı cüceleri görüyordu—ilk başta ejderanların başına belâ olmalarına rağmen, sonradan hayatlarını kurtarmışlardı. Cüceler, ejderanlara baskınlar düzenlemişlerdi. Ejderanlar da cücelere. Yıllar boyunca. Sonra Kaos Savaşı başlamıştı. Birinci Ejderhaordusu Mühendisleri, hizmetlerini Takhisis’in Kara Şövalyelerine sunmuşlar ve hizmetleri kabul edilmişti. Lağım çukuru kazma işine verilmişlerdi. Kızgın ve aşağılanmış olan Kang ve mühendisleri de orduyu terk etmişlerdi. Geri döndüklerinde, cücelerini kendileri yokken evlerini yakmış olduğunu görmüşlerdi.

Fakat bu trajedinin küllerinden kurtuluşları için bir fırsat doğmuştu. Geçmişe bakan Kang, başlarına gelmiş olan garip olaylar dizisinin, aslında Kara Kraliçesinin yol göstermesi sayesinde gerçekleştiğini anlıyordu. Cüceler, ejderanları, Kara Kraliçenin sahip olduğu bütün mücevherlerden daha değerli bir hazineye yönlendirmişlerdi. Kang ve adamlarının uzun otlar arasında yattığı, aylardır kendilerini izleyen, taciz eden ve öldüren goblinleri pusuya düşürmek için beklediği bu yerden sadece birkaç kilometre uzakta, yirmi dişi ejderandan oluşan bir grup vardı.

Dişiler bir yaşını geçmiş, Kang’ın görebildiği kadarıyla neredeyse tamamen büyümüşlerdi. Ancak henüz doğurganlığa erişmemişlerdi ve bunun için daha ne kadar zaman gerektiği konusunda Kang’ın hiçbir fikri yoktu. Dişi metalik ejderhaların elli yaşını geçene kadar üreyemediğini duyduğunu hatırlar gibiydi. Kang, dişi ejderanların daha çabuk gelişmesini umuyordu, yoksa kendi paylarına düşeni yapmak için hayatta kalan erkek olmayacaktı. Ama bazı şeylerin de aceleye getirilemeyeceğini çok iyi biliyordu. Dişiler, kendi ırkının kurtuluşu, geleceğiydi. Onları herhangi bir değerli hazineyi saklar gibi koruyordu—sıkı takip altında, barınaklarına kapatılmış, gece ve gündüz gözetimde.

İlk başta çok kolay gözükmüştü. Kang, Kharolis dağlarından ayrılma ve kendi şehirlerini bulmak için kuzeye gitme kararını vermişti. Bir cüce tarafından verilmiş ve ele geçirilmeyi bekleyen, Teyr isimli, taştan, terk edilmiş bir cüce şehrinin yerini gösteren bir haritaları vardı. Teyr’e— duvarları, nöbetçi kuleleri ve kapıları olan, savunulabilecek bir şehir—girince, ejderanlar saldırılara karşı korunmalı olacaklardı. Çoğalabilecek ve çocuklarını yetiştirebilecekler; dükkânlar ve meyhaneler, demirhaneler ve değirmenler açabilecekler, Krynn’in diğer bütün ırkları gibi yaşayabileceklerdi —geleceğe umutla bakarak.

Ejderanlar, Kharolis dağlarından ayrılmış ve Toz Ovaları’ndan geçerek, sadece iki hafta içinde ilk yüz altmış kilometreyi arkalarında bırakmışlardı. Sonra, bir anda, goblinler ortaya çıkmıştı. Kang’ın ufak gücü, bu lânet olası yaratıklardan yüzlercesinin saldırısına uğramıştı. Kuzeyden inen goblinler, ejderanlara sert bir şekilde vurmuşlardı. Bir ay boyunca Kang, askerleri ve kıymetli bebek dişiler kıpırdayamaz olmuşlar, tahkimat haline getirdikleri bir çiftliğe kısılıp kalmışlardı. Yiyecekleri bitene ve kış bastırmaya başlayana kadar orada kalmışlardı. Oradan ya ayrılacaklar, ya da açlıktan öleceklerdi.

Kuşatmayı yararak anca otuz kilometre kadar ilerlemişlerdi ki, kış havası, soğuğa pek dayanamayan ejderanları, mevsimin geri kalanı boyunca kullanmaları için yeni bir sığınak aramaya zorlamıştı. Goblin saldırıları kışın azalmış ancak tamamen sonlanmamıştı. Goblinler, ejderan devriyelerini pusuya düşürmek, avlanmaya çıkan ejderanları öldürmek için her zaman etraftalardı. O yıl, bahar, güneye geç geldi. Kang, adamlarını her seferinde sadece on beş kilometre kuzeye hareket ettirdi. Yiyecekleri azdı ve kendilerine ve artık neredeyse boşalmış erzak arabalarını çeken öküzlerine yetecek kadar yiyecek bulmak için uzun uzun aramaları gerekiyordu.

Ejderanlar bir yılı aşkın bir süredir yolda olmalarına karşın sadece birkaç yüz kilometre ilerlemeyi başarabilmişlerdi.

Diğer askerî birlikler böylesi bir baskı altında dağılırlardı. Kang’ın ejderanları dağılmadılar. Kang, komutası altındakilere dişileri hayatta tutacağına ve onların çocuklarına güvenli bir ev sağlayacağına dair yemin etti. Alayın geri kalanı da aynı yemini etti. Bu yeminlerini, birer ejderan olarak, tuttular.

Alay şu anda KariKhan’ın seksen kilometre kadar güneyinde, Khur dağlarının eteklerindelerdi; en azından, cücenin verdiği eski harita öyle gösteriyordu. Hedeflerine daha en azından bir iki yüz elli kilometre daha vardı. Kang’ın şimdiki hedefi, önce kuzeydoğuya, sonra da doğuya, tam olarak ilerledikleri yönde uzanan yola ulaşmaktı. Kang, emrindekileri yolda daha hızlı bir şekilde yürütebilir, hatta goblinlerle aralarındaki mesafeyi bile açabilirdi.
Engebeli dağ etekleri ve uzun otlarla kaplı ova, Kang’a goblinleri durdurmak ve geri püskürtmek için bir şans sağlayacak, böylece seksen kilometre kuzeydeki yola doğru hızla ilerleyebileceklerdi. Ejderanlar, geçen bu bir yıl içinde epey kayıp vermişlerdi. Yere düşen her ejderan için on goblin ölmüştü ama onlar, kanlı bir buta saldıran aç kurtlar gibi hâlâ peşlerindelerdi. Kang, goblinlerin böylesine ısrarcı olduklarını, kendilerini bir amaca bu kadar adadıklarını hiç bilmezdi.

Goblinlerin arkasında, ejderanlardan daha korkunç biri olmalıydı. Elinde alevden bir kamçı tutan biri. Kang, bu birinin kim olduğunu öğrenmeyi diledi. O kamçıyı alacak ve onun. . .
Kang başını hafifçe kaldırarak havayı kokladı. Pişmanlıkla kafasını salladı. Sesleri duymaya çalışmasına gerek bile yoktu. Çürümüş, kurtlarla kaplı ete benzeyen goblin kokusu, tıpkı o sinek gibi, burnunu kaşındırmıştı. Koku yakındı ve yakınlaşmaya devam ediyordu.
Kang, Slith’in başını kaldırarak dikkatlice kendisine baktığını görünce burnuna dokundu. Slith de kafasını sallayarak kırk beş metre kadar ilerdeki ağaç sırasına doğru, güneyi işaret etti.
Kang bekledi. Bir pusu, sadece av kapana girdiğinde işe yarardı. Daha önce değil. Asıl yapmak istediği haykırarak ayağa kalkmak ve saldırısını başlatmak olmasına karşın, sakin kalmak için kendini zorladı.

Kendi kendine sessizce saymaya başladı, “Bir, iki, üç. . . ” Eli, savaş baltasının sapını kavradı. Saymaya devam etti. Boş boş, lağım cücelerinin ikiye kadar sayıp sayamadıklarını ciddi ciddi merak etti. “—yüz doksan dokuz, iki yüz.”

Kang, otların arasından ayağa kalktı. Ormanın içindeki açıklıkta etrafına bakındı. Yüz goblin, orman sınırını geçmişti. Yirmi metre uzakta bile değillerdi. Komutası altındaki manganın otların arasına saklanmış olan ejderanları, elleri silâhlarını sıkıca kavramış, dişleri açığa çıkmış, kuyrukları seğirir bir hâlde, beklentiyle parlayan gözlerle Kang’a baktılar.

Miyop olmalarıyla ünlü, kısık gözlü goblinler, bir anda önlerine çıkan iki metrelik ejderanı görmeyip yürümeye devam ettiler. Sonra, goblinlerden biri, o sidik sarısı suratını Kang’ın olduğu tarafa çevirdi. Ejderan, goblinin kısık gözlerinin korkudan büyüdüğünü, ağzının açıldığını gördü.

“Alay. . . saldır!” diye bağırdı Kang.

Ejderanlar, hızla büyüyen yabani otlar gibi bittiler. Goblinler için, ölümcül bitkilerdi. Kang’ın sağında yer alan Birinci Bölük’te neredeyse yetmiş ejderan vardı. İkinci Bölük ise atmış adamıyla Kang’ın solundaydı. İki bölük ve Kang’ın komuta ettiği birlik, birlikte hareket ederek şaşkına dönmüş olan düşmana saldırdılar.

Goblinler, mızraklar ve tırpan biçimli kaba kılıçlarla savaşırlardı. Çirkin, paslanmış, çentik çentik olmuş bir goblin kılıcının, bir Solamn’ın iyice parlatılmış kılıcı gibi öldürebileceğini öğrenmişti ejderanlar. Goblinler, düşmanlarıyla aralarındaki mesafeyi koruyabildikleri sürece ok atmak için kısa yaylar da kullanırlardı. Goblin okçuluğu dünyanın en iyisi değildi ancak havayı, yağmalanan bir kovandan çıkan eşek arıları gibi dolduran bir ok yağmuru, illâ ki bir şeyi vururdu. Kang, goblinlerle olan savaşlarında elliden fazla ejderan kaybetmişti. Goblinlere saygı duymaya başlamamıştı. Onlardan nefret ediyordu.

Kang, hâlâ sersemlemiş bir hâlde bulunan goblinlere saldırmak için hareket ederken, muhafızının önüne geçti. Sarı derili, çarpık bacaklı, ağzından salyaları akan mahlûklardan biri, Kang’ı mızrağıyla dürttü. Kang’ın baltasının bir hareketi mızrağı ikiye böldü ve goblinin göğsüne indirdiği tekmesi yaratığı havaya uçurdu. Kang’ın baltası ikinci goblini kaburgalarından yakaladı. Kan fışkırdı ve goblin, ıslak bir çuval gibi, yere yığıldı.

Kang’ın ejderanları kılıç ve baltalarını savurarak, pençe ve yumruklarıyla, kuyruk ve ayaklarıyla dövüşerek, Kang’ın çevresini doldurdular. Çeliğin çeliğe vurması, ölenlerin haykırışları, bunların hepsi Kang’ın bildiği seslerdi. Gürültü kulakları sağır edecek kadar yüksek olmasına ve istese bile sesini duyuramayacak olmasına rağmen, bu sesler, çekirgelerin daha saniyeler önce duymakta olduğu bitmek tükenmek bilmeyen sesleri kadar yüksek değil gibiydi.

Kang, Slith’in beş metre kadar sağda, aynı anda iki düşmana karşı zorlanmadan savaştığını gördü. Kılıcın tek bir hareketi, iki goblinin de kafasını neredeyse aynı anda kesti. Slith, komutanının bakışlarını yakaladı ve saldırısına devam etmeden önce sırıttı. Kang, Slith’in öldürmüş olduklarının şeklini alma—bu, sivakların sahip olduğu büyülü güçlerden biriydi—isteğine karşı koyduğunu görmekten memnundu. Bazı koşullarda ejderandan gobline dönüşmek yararlı olabilirdi ama yakın dövüşte değil. Şaşırıp kendini hayatını kurtarmak için dövüşürken, bir yandan da arkadaşlarından birini ikna etmeye çalışıyor olabilirdin: Hey, ben de bir ejderanım, seni budala!

Kang, bir mızraktan kurtulmak için kenara kaçtı. Baltasını düşmanına savurdu ama ıskaladı. İki hızlı adımla aradaki boşluğu kapatarak, baltasını tekrar aşağı indirdi. Goblin, bu vuruşu mızrağıyla engellemeye çalıştı fakat mızrağın sapı ikiye ayrıldı. Goblin yana sıçrayıp kılıcını çekti.

Kang, tam goblinin kafasını o cılız omuzlarından ayıracaktı ki, kırılmış bir kafatasından sızan goblin beynine basarak kayıp dengesini kaybetti.

Kırmızı gözleri öldürme zevkiyle parlayan goblin, ejderanın üzerine atladı. Granak, düşmüş olan Kang’ın önüne geçti. Alayın sancağını sol eliyle tutuyordu. Sağ elindeki uzun kılıcını savurdu. Kılıcı yaratığa sokup, bir an için goblini kılıcına şişlenmiş olarak tuttu ve sonra da ayağıyla ittirerek cesedi silâhından çıkarttı.

Ayağa kalkarak sonraki rakibini görmek için dönen Kang, kimsenin kalmadığını gördü. Goblinler geri çekiliyorlardı. Kang’ın adamları kılıçlarını sallayarak vahşice haykırdılar.

Kang onlara baktı. “Daha az tezahürat ve daha çok dövüş, askerler,” diye bağırdı. “Peşlerine! Tek bir goblinin bile hayatta kalmasını istemiyorum!”

Mühendis bölüğünü oluşturan baaz ve sivak ejderanlar, yakaladıkları zaman goblinlere neler yapacaklarını neşeyle bağırıp çağırarak, düşmanın ardından gittiler.

Kang da topallayarak arkalarından ilerledi. Hiçbir zaman hızlı bir koşucu olmamıştı ve kaydığında da bileğini burkmuştu.

“Git!” diye seslendi muhafızına. “Ben yetişirim!”

Gerideki birlikleri de ona yetiştiler ve kısa bir süre sonra önüne geçtiler. Yavaş yavaş ilerledi Kang. Ormanın ilk ağaç sıralarına eriştiğinde, önünde şiddetli bir savaş oluyormuşa benzer bir ses işitti. Adamlarının bağırdığını, kılıçların birbirine çarptığını duyabiliyordu. Sesler onu irkiltti ve endişelendirdi. Goblinler kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp kaçmışlardı ve kendisi de, onlar Krynn’den düşene kadar kovalayacaklarını düşünmüştü. Hayatta kalanlar, Birinci Ejderan Mühendisleri’ne bir daha saldırmadan önce iki kere düşüneceklerdi. Beklediği buydu. Bir savaş değil.

Bir ağacın ardından kocaman bir vücut çıkarak Kang’ın önünde durdu. Bunun da bir goblin gibi sarımsı bir derisi vardı ancak daha uzun, daha yapılı ve daha güçlüydü. Gözleri zekâ ve akıl doluydu; kısık ve miyop değildi. Ağır bir zırh giymişti ve elindeki kılıcı maharetle tutuyordu.

Hobgoblin! Bu lânet olası şey bir hobgoblin! hayrete düşen Kang’ın ilk düşüncesiydi. İkincisi ise, Buralarda hiç hobgoblin yok ki! oldu. Bu ikinci düşünce, birincisi yüzünden ne yazık ki hızla dağıldı.

Hobgoblin, kılıcını sallayarak saldırdı. Kang da baltasını savurdu. Hobgoblin vuruşu ustalıkla bertaraf etti ve Kang’ın kılıç kolunu az kalsın kesecek olan bir hamleyle karşılık verdi.

Sarsılan Kang, kendini toparlamak için bir adım geri çekildi. Hobgoblin saldırısına devam ederek kılıcını tekrar savurdu. Kang darbeyi baltasıyla engelledi; sonra da kuyruğunu savurarak düşmanını dizinden yakaladı ve ayaklarını yerden kesti. Hobgoblin dengesini kaybedip, sendeleyerek arkasındaki ağacın gövdesine yaslandı. Kang, baltasını hobgoblinin göğüs zırhına indirdi; baltanın ucunu yaratığın diyaframına soktu. Düşmanının ölüp ölmediğini anlamak için vakit kaybetmedi. Hobu o an için durdurmuştu ve önemli olan da buydu. Kang’ın neler olup dittiğini anlaması gerekiyordu.

Muhafızları etrafındaydılar ve onu korumak için kendi dövüşlerinden çekiliyorlardı. Kang, ağaçların ilerisinde dövüşün sürdüğünü görebiliyor ve daha büyük bir savaşın seslerini duyabiliyordu.

Slith, ağaçların arasından çıktı. Goblin kanıyla kaplıydı sivak. Kolunda ve bir bacağında kesikler vardı.

“Efendim!” diye bağırdı Slith. “Bu bir tuzak!”

“Kahretsin, bunun bir tuzak olduğunu biliyorum,” diye gürledi Kang. “Bunun bir tuzak olmasını planladık—”

“Bunu biz planlamadık, efendim,” dedi Slith sertçe.

Kang en sonunda Slith’in ne dediğini anladı. Ejderanlar, goblinleri pusuya düşürmeye niyetlenmişlerdi. Ama durum tam tersi olmuş, goblinler ejderanları pusuya düşürmüşlerdi.

“Ağaçlıkta beş yüz hob var!” dedi Slith nefes nefese. Kertenkeleninkine benzeyen dili sarkıyordu. “Ve en azından bin tane de gobbo.”

Kang okkalı bir küfür etti. Plânı düşmana saldırmak ve ayaklarının altında kanlar içinde yatan goblin birliklerinin üzerinden yürüyüp geçmekti. Kahretsin, bu iyi de bir plândı. Böylesine iyi bir plânın bozulmasına izin vermek zordu; ancak Kang’ın plânının başarısız olduğu ortadaydı ve eğer hızla bir şeyler yapmazsa, mahfolan tek şey plânı olmayacaktı.

Kang muhafızlarına döndü ve en yakındaki ejderana, Harvah’k isimli bozağa işaret etti.

İlerideki karmaşayı göstererek, “Git, Gloth’u bul,” dedi Kang kısaca. “Oralarda bir yerlerde dövüşüyor. Ona Birinci Bölüğü toplamasını ve bütün hızıyla Destek Bölüğü’nün yanına çekilmesini söyle. Biz de onların koruma ateşi altında çekileceğiz.

“Leshhak!” diye bağıran Kang, başka bir ejderanı çağırdı. “İkinci Bölüğün komutanı Yethik’i bul ve ona da aynı şeyleri söyle.

“Slith, bizi geri çekilirken korumaları için Destek Bölüğü’nü sırtın tepesine götürüp mevzilerini aldırtmasını söyle Fulkth’a. Saflarımızı tekrar oluşturup buradan çıkabilmemiz için bize biraz zaman kazandırmak zorunda!”

Slith tek kelime bile etmeden koşmaya başladı. Kang, ormandan hızla, sessizce, ölümcül bir şekilde uçarak geçen sivağı izledi. Eğer söylediklerini yerine ulaştırabilecek bir kişi varsa, o da Slith’ti.

Kang, komuta ettiği grubun geri kalanına döndü. “Biz, alaya geri çekilebilecekleri bir yer vereceğiz. Granak, sancağın herkesin görebileceği şekilde yüksekte tutulmasını istiyorum. Ne yapman gerektiğini biliyorsun.”

On dakika sonra, hem Gloth’un hem de Yethik’in ejderanları ormandan çıkmaya başladılar. Granak’ın, Kang’ın emretmiş olduğu gibi yüksekte tuttuğu sancağın altında düzenli bir şekilde toplanmış olan birliklerle birlikte bir savaş hattı oluşturarak, yüzlerini düşmana dönüp uzun otlarla kaplı çayırda geri çekilmeye başladılar. Arkalarında yüksek bir dağ sırtı vardı. Fulkth ve Destek Bölüğü sırtın tepesine çıkmış, dişileri ve erzak arabalarını koruyorlardı. Yeni bir plân yapmaya başlamıştı bile Kang.

Goblinler onları çayırda takip etmek yerine, orman sınırında durdular. Birkaç goblin ejderanlara ok attı ama saldırmadılar—bu kötü bir işaretti. Normalde bunun gibi bir durumda, disiplinsiz, aç gözlü goblinler, akılları öldürmekle dolu bir şekilde pervasızca düşmanlarının ardından koşarlardı. Biri onları engelliyordu. Bu biri, düştükleri zekice pusuyu plânlayan kişiydi. Bu saldırıyı, goblinlerden daha akıllı biri düzenlemişti. Aynı kişi, goblin ordusunda disiplini sağlıyordu. Aynı kişi, güçlerini kuvvetlendirmek için hobgoblinleri getirmişti. Ormandaki açıklığın diğer yanında, komuta yeni birindeydi. Kang ile rüyasına uzanan yolun arasında duran birinde.

Kang’ın sadece tek bir seçeneği vardı; bundan daha önce hiç düşünmemiş olduğu, acı safrasını ağzına getiren bir seçenekti bu.

Geri çekilmek.

2. Bölüm

Engebeli ova, orman sınırından dağ eteklerine kadar uzanıyordu. Ardındaki Khur dağları, sivri dişlerini mavi göğün yumuşak karnına batırıyordu. Dağ eteklerine ulaşmadan önce arazi aşağı doğru meyillenerek, öküzlerin çektiği dört erzak arabasını, küçük dişi ejderan grubunu ve onların koruyucularını anca gizleyebilecek derinlikte, sığ bir vadi oluşturuyordu. Vadinin mevcudiyeti, Kang’ın burayı goblinlere pusu kurmak için elverişli bulmasının başlıca nedeniydi. Arabaları, dişileri ve Destek Bölüğü’nü vadinin güney ucuna, dövüşten güvenli bir mesafeye, ancak ihtiyaç duyulmaları ihtimaline karşı da yeteri kadar yakına yerleştirmişti.

Yirmi dişi ejderan, hiçbir şey yapmadan, uzun otların üzerinde ya oturuyorlar ya da yatıyorlardı. Bozaklar sıcak güneşin altında kestiriyorlardı. Baazlardan dört tanesi çiviçıkarma oynuyorlardı. Bu oyunda ejderanlardan biri, diğerlerinin bıçakla yere çakmış oldukları çiviyi dişleriyle çıkartıyordu. Sivak ikizler, birinin sahip olduğu ve diğerinin istediği tavşan postu yüzünden tartışıyorlardı. İkisi arasındaki kavga aylardır sürüyordu; bu tartışma o kadar uzun sürmüştü ki artık kimse hangi kardeşin haklı olduğunu hatırlamıyordu. Mütemadiyen birinin diğerinden çalmasıyla birkaç kez el değiştiren posttan geriye pek bir şey kalmamıştı. Fonrar, postun tamamen parçalanacağı günü dört gözle bekliyordu. O zaman bile, ikizlerin üzerine tartışacak başka bir şey bulacaklarını çok iyi biliyordu.

Onları daha çok dinlerse ikisini birden boğazlamaktan korkan Fonrar, gruptan ayrılarak kendisini vadiden çıkartıp ardındaki çayıra götürecek olan yükseltiye doğru yürüdü.

Doğrudan kendisine bakan ejderan nöbetçiye, “Sadece bacaklarımı açıyorum,” dedi. Kendisini gören nöbetçi, savaşı izlemek için çabalamayı bırakmış, tetikte beklemeye başlamıştı.

Dişi ejderanlar, artık bir yaşını aşmış ve tamamen gelişmişlerdi. Sıradan biri, ilk ya da ikinci bakışta erkekleri dişilerden ayıramazdı. Erkek ve dişi ejderanların burunları ejderhalarınki gibiydi ve renkleri zavallı ebeveynlerinin renklerine göre değişen pullarla kaplılardı. Aurakların altın, sivakların gümüş ve bozakların bronz bir ışıltısı vardı. Baazlar pirinç rengindelerdi ve kapakların rengi de parlak bakırdı. Hiç kanatları olmayan auraklar dışında hepsinin farklı büyüklükte kanatları vardı. Ejderanlar, ejderhalardan ziyade kertenkelelere benzeyen pençeli eller ve ayaklar ile uzun kuyruklara sahiptiler. Dikkatli bir gözlemci, dişi ejderanların erkeklere göre daha ince yapılı ve kısa, kemik yapılarının daha narin ve hafif, kanat ve kuyruklarının daha büyük ve uzun olduğunu fark edebilirdi.

Cinsiyetler arasında başka farklılıklar da vardı, göze çarpmayan ancak çok daha önemli olan farklılıklar. Bunların dünyaya ve ejderanların kendilerine gösterilmesi gerekiyordu. Krynn’de yaşayan ırkların erkek ve dişileri, zamanın başlangıcından beri birbirlerini anlamakta zorluk çekmişlerdi. Ejderan erkeklerin dişi ejderanlar yüzünden şaşkına dönmelerine şaşırmamak gerekiyordu.

Gizlice savaşa baktı Fonrar. Neler olduğunu tam olarak görmesi uzun otlar tarafından engellenmesine rağmen, gördükleri kadını korkuttu. Nöbetçinin sinirli olması, ters giden bir şeyler olduğunu gösteriyordu. Bakışlarını Destek Bölüğü’ne ve Fulkth’a çevirdi. O da sert sert ovanın diğer tarafına, sallanan otların arasında ilerleyen büyük siyah kütleye bakıyordu.
“Ne yapıyorlar?” diye sordu Fonrar, adı Cresel olan baaz nöbetçiye. “Birliklerimizin geriye yürüdüğünü daha önce hiç görmemiştim.”

Cresel kıpırdandı, pulları çıtırdadı. Gözleri önce kadına doğru döndü, sonra da hızla kadından uzaklaştı. Dili, dişlerinin arasından endişeyle çıktı.

“Ah. . . komutan bunu arada sırada yapar. Yani. . . Geri yürür. Iıı. . . Disiplin için.”

Fonrar’ın gözleri kısıldı. Tam o sırada, otların hemen üzerinde uçan bir sivak askeri belirdi. Fonrar, Komutan Kang’ın sağ kolu olan Slith’i tanıdı. Slith, doğrudan Fulkth’a giderek onunla konuştu. İkinci komutan hiç şüphesiz emirleri iletiyor, durumu açıklıyordu. Destek Bölüğü’nün lideri olan Fulkth adamı dikkatle dinledi ve başını bir kere sallayarak anladığını belirtti.
Fonrar, onlara doğru bir adım attı. Ancak ileri gidemedi.

Kadının yolunu kendi vücuduyla kapatmak için hareket eden Cresel, “Ah, bayan,” dedi, “burada olmamalısınız. Komutan bundan hiç hoşlanmayacaktır. En iyisi diğer kızların yanına dönmeniz.”

Uysallıkla hareket eder gibi görünerek, Fonrar geri döndü ve kanatları yardımıyla “kızlar”ın erzak arabalarının yanında tembellik ettiği ya da uyukladığı yere süzüldü. Dişiler zırh giymiyorlardı—savaşın olduğu yere yaklaşmaya bile izinleri yoktu.

En yakındaki erzak arabasının yanında yere inerken, uzun otları çiğneyen öküzlere kıskanarak baktı Fonrar. En azından, onların yiyecek bir şeyleri vardı. Boş midesi o kadar gurulduyordu ki, konuşma becerisi geliştirmiş gibiydi. Ejderanların ellerinde kalan yiyeceklerin büyük bir kısmının dişilere verildiğinin farkındaydı. Erkeklerin ne kadar aç olduklarını ancak tahmin edebiliyordu.

Ve bu gece, komutanın söz vermiş olduğu gibi goblinlerle ziyafet yapacaklar gibi gözükmüyordu.

Fonrar, dişilerden oluşan küçük grubun ortasında durmak için yürüdü.

“Askerler,” dedi Fonrar, “bir şeyler oluyor.”

Thesik—gruptaki tek aurak ve Fonrar’ın en yakın dostu—hemen başını kaldırdı. Yanında uyuklayan bozağa bir yumruk atarak onu da uyandırdı. Çiviçıkarma oyunu bitti. Tavşan postu üzerine yapılan tartışma unutulmuştu. Sadece saniyeler içinde bütün dişiler ayılmış, dikkatlerini gayri resmî liderleri olan bozak Fonrar’a yönetmişlerdi.

Fonrar, “Bir şeyler ters gitti,” dedi birilerinin onları duyacağını sanmamasına rağmen sesini alçaltarak. Nöbetçilerinin, sırtın diğer tarafında her ne oluyorsa onunla ilgilendiği açıkça belliydi. “Pusu başarısız oldu. Bizim adamlarımız geri çekiliyorlar. Neler olduğu hakkında daha çok şey öğrenmemiz lazım.” Post yüzünden kavga eden ikiz sivaklardan birine baktı. “Shanra, ne yapman gerektiğini biliyorsun.”

“Neden hep Shanra gidiyor?” diye sordu ikizi Hanra şikâyet ederek.

“Geçen sefer sen gittin,” diye yanıtladı Fonrar.

“Hayır, ben gitmedim. Geçen sefer giden Shanra’ydı. Hep onu seçiyorsun. Onu daha çok seviyorsun—”

Fonrar, sivakların sızlanmasını kaldıracak hâlde değildi. Hanra’ya delici bir şekilde bakınca sivak mırıldandı ve sesini kesti.

Shanra, dişilerin kullanımına verilmiş olan üç büyük çadırdan birine girdi. Kız kardeşi, şikayet etmeye devam ederek, ona eşlik etti. Çadırın içinde tartışma yeniden başladı.

“Off! Çok sıkı oldu! Beni çimdikliyorsun!” ve “Hareket etmeyi kes! Bir kurbağa gibi kıpırdanırsan bağlayamam!”

Fonrar, ikizlerin tartışarak vakit kaybettiklerini düşünseydi buna hemen bir son verirdi. En iyi bu şekilde çalıştıklarını bildiğinden, sessiz kalıp sakinliğini korudu. Birkaç saniye sonra Shanra, gümüş pulları bir zırh, kafası ve yüzü de bir miğferle gizlenmiş olarak dışarı çıktı. Dişiler, erkek ejderanların onları hayatın acı gerçeklerinden korumak için sık sık yalan söylediklerini uzun zaman önce öğrenmişlerdi. Onlar da gerçeği öğrenmek için erkeklerin arasında casusluk yapmaya başlamışlardı. Çeşitli gruplar gönderdikten sonra, erkeklerin arasına sivakları casus olarak göndermenin en iyi sonucu verdiğini keşfetmişti Fonrar. Dişi sivaklar, görünüşe göre, çevreleriyle uyum sağlayabilmek gibi acayip bir yeteneğe sahiptiler. Bir grup erkek arasında, sivaklar sadece diğer erkeklerden biri olarak görülüyorlardı. Bir sıra köknar arasında, sivaklar başka bir ağaç olarak algılanabilirlerdi; tabi hareket etmedikleri sürece.

Zırh giymiş, kalçasındaki kemerde taşıdığı kılıca (kılıcın ağzı kırıktı ama kadın onu kınında tutuyordu) kadar bütün aksesuarlara sahip olan Shanra’nın bir erkek olduğu düşünülecekti.
Fonrar, omuzunun üzerinden etrafa bakındı. Erkek nöbetçileri başlarını uzatmış, savaşı izlemeye çalışıyorlardı.

Bir gözüyle nöbetçileri izleyen Fonrar, eleştirel bir bakışla Shanra’yı süzdü. “Güzel. Ben bile aradaki farkı söyleyemem. Hadi git. Bir şey öğrendiğin anda hızla geri dön!”

“Ben daha iyi bir erkek olurdum,” dedi Hanra, suratını asarak.

Fonrar, onu duymamış gibi davrandı.

Komutanının övgüsü üzerine memnuniyetle gülümsedi Shanra. Erkekleri taklit edercesine selâm vererek, sırta doğru ilerledi. Başı yukarıda, kanatları katlanmış bir şekilde, Fonrar’ın kendisine öğretmiş olduğu gibi hızla ve güvenle yürüyordu.

“Bulunduğun yerde olman gerekiyormuş gibi gözükürsen, kimse sana dönüp bir kere daha bakmaz,” diye tembihlemişti Fonrar.

Fonrar, Fulkth’un bağırarak emir verdiğini duyabiliyordu. Okçularını, sırtın tepesine yerleştiriyordu adam. Tek sorun, nöbetçilerden birinin aklına dişileri saymak için o anın iyi bir zaman olduğu fikrinin gelmesi durumunda, dişi sivaklardan birinin eksik olacağıydı. O zaman goblinlerin hiçbir önemi kalmazdı. Kayıp bir dişi, bütün kampı ayağa kaldırırdı. Fonrar, nöbetçilerin şu anda pek sayı sayacak durumda olmadıklarından epey emindi. Yine de. . .

“Ne yapacağınızı biliyorsunuz, kızlar,” dedi Fonrar hızla. “Çadırlara girin. Biriniz bir kere sayılınca, çadırın arkasından çıkıp Hanra ve Shanra’nınkine gidin.”

Bu sayede, erkekler her zaman yirmi dişi sayacaklardı.

Related Articles

Karabibik – Nabizade Nazım

admin

Gulyabani

CEZMİ kitap özeti

admin