Roman özetleri

Güllere Sor Kitap Özeti

New York’taki dar sokakta terk edilmiş bir bebek bulan Clayborne kardeşlerin hayatı birdenbire değişir. Bebeğe Mary Rose adını verip onu bir leydi gibi yetiştirmek adına Montana, Blue Belle’e yönelirler. Aralarında kan bağı olmasa da orada bir aile olurlar. Ancak ansızın karşılarına çıkan bir yabancı onları ayırma tehdidi oluşturmaktadır…

Lord Harrison Stanford MacDonald belindeki silahla boş boş gezinmektedir, fakat çok geçmeden özünde bir centilmen olduğunu kanıtlar. Ağabeyler ona haydut bölgesinde nasıl hayatta kalacağını öğretirler, Mary Rose ise derin ve ümitsiz bir tutkuyla onun kalbine dokunur. Ancak kısa süre içinde yıkıcı gerçekler Mary Rose’un kendisi, hayatı ve yeni keşfettiği aşkı hakkında bildiği her şeyi sorgulamasına neden olur.

“Garwood’un usta kaleminden çıkma, aile değerlerini vurgulayan sürükleyici bir hikâye.”
Kirkus Reviews

“Gülüp ağlayacak ve şefkatle aşkın gücünü hissedeceksiniz.GÜLLERE SOR ışıltılı bir başarı örneği.”
Romantic Times

“Garwood hayranlık uyandıran olağanüstü anlatım tarzı ve karakterleriyle kalbinize dokunacak.”
Rendezvous

“İlgi çekici karakterleriyle heyecan verici ve sürükleyici bir hikâye.”
Library Journal

***

Hiç kimse bir ada değildir,
Ne de bütünüyle kendisi.
Her insan kıtanın bir parçasıdır,
Bütünün bir bölümü.
Bir toprak parçası deniz tarafından alıp götürülse,
Avrupa azalır.
Tıpkı dağlık bir burun gibi,
Tıpkı senin veya bir arkadaşının sahip olduğu
mülk gibi,
Bir insanın ölümü de beni azaltır.
Çünkü ben insanlığın içindeyim;
Öyleyse asla haber gönderip sordurma
Çanlar kimin için çalıyor diye;
Onlar senin için çalıyor.

– John Done
Devotions upon Emergent Occasions
Meditation XVII

*

ÖNSÖZ

New York City, 1860

Onu çöpün içinde buldular. Şans çocuklardan yanaydı; sıçanlar henüz ona ulaşmamıştı. Örtülü piknik sepetinin üzerine çoktan tırmanmış olan sıçanların ikisi hasırı çılgına dönmüş bir halde tırmalarken, diğer üçü de jilet keskinliğindeki dişleriyle kenarları parçalıyordu. Coşkunluk içindeydiler çünkü tatlı, süt kokan, narin etin kokusunu alıyorlardı.

Ara sokak çetenin barınağıydı. Dört çocuktan üçü eski samanla doldurulmuş, tahta kasadan bozma yataklarında derin bir uykudaydı. Bütün geceyi hırsızlık, dolandırıcılık ve kavgayla geçirmişlerdi. Bebeğin çığlıklarını duyamayacak kadar bitkinlerdi.

Douglas onun kurtarıcısı olacaktı. Çetenin dördüncü üyesi, ara sokağın dar ağzında bekçilik görevini yapmak için sırasını alıyordu. Uzun bir süredir koyu renk kıyafetli bir kadını izliyordu. Kadın kollarının arasındaki sepetle aceleyle açıklığa doğru gelirken, bekçi diğer çete üyelerini olası bir belaya karşı yumuşak ve alçak bir ıslıkla uyardı, sonra da yamulmuş bir viski fıçısı yığınının arkasındaki saklanma bölgesine çekildi. Kadın kemerli yolda duraksadı, omzunun üstünden sokağa doğru sinsi bir bakış attı, ardından ara sokağın merkezine doğru koştu. O kadar ani durdu ki etekleri ayak bileklerine çarptı. Sepeti sapından tutup kolunu olabildiğince açarak savurdu ve karşı duvardaki yüksek çöp yığınına doğru attı. Sepet tepeye yakın bir kenara düştü. Kadın kendi kendine mırıldanıyordu. Douglas kelimelerin hiçbirini seçemiyordu, çünkü sepetin içinden gelen ses kadının çıkardığı sesi bastırıyordu. Duyduğu ses bir kedinin miyavlaması gibiydi. Sepete şöyle bir baktı, dikkati tamamen yabancının üzerindeydi.

Kadın apaçık korkuyordu. Douglas, onun pelerininin başlığını alnına doğru çekerken ellerinin titrediğini fark etti. Belki de kadın evcil hayvanından kurtulduğu için kendini suçlu hissediyordu. Hayvan muhtemelen yaşlı ve hastaydı, bu yüzden artık onu kimse istemiyordu. İnsanlar böyleler işte, diye düşündü Douglas. Yaşlı ya da genç, kimse tarafından asla rahatsız edilmek istemiyorlardı. Bunun çok fazla derde yol açtığını tahmin ediyordu Douglas. Kendini kafasını sallarken ve genel olarak ilişkilerin zavallı durumunu, özellikle de kadının korkaklığını neredeyse sesli bir şekilde küçümserken buldu. Madem evcil hayvanı istemiyordu, o halde neden hemen başkasına vermemişti ki? Olası bir cevap için kafa yoracak kadar zamanı yoktu, çünkü kadın birden dönüp sokağa doğru koştu. Hiç arkasına bakmadı. Neredeyse köşeye geldiği zaman, Douglas bir ıslık daha çaldı. Bu seferki yüksek ve tizdi. Çete üyelerinin en büyüğü olan Adam adındaki kaçak köle, yırtıcı bir hayvanın hızı ve çevikliğiyle ayağa fırladı. Douglas ona sepeti işaret etti, sonra da kadının peşinden harekete geçti. Pelerininin cebinden sarkan zarfı fark etti ve küçük bir işe başlamanın tam sırası olduğunu düşündü. Neticede o, Market Sokağı’nın on bir yaşındaki en iyi yankesicisiydi.

Adam, Douglas’ın gidişini seyrettikten sonra sepeti almak için döndü. Bu kolay bir iş değildi. Sıçanlar armağanlarını bırakmak istemiyorlardı. Adam bir tanesinin kafasına sivri uçlu bir taşla vurdu. İğrenç yaratık sokağa hızla kaçmadan önce tiz bir ses çıkardı. Adam diğer sıçanı da ürkütüp kaçırmak için meşaleyi yaktı ve sepetin üzerinde ileri geri salladı. Hepsinin gittiğinden emin olduğunda ise sepeti çöpten çıkardı ve hâlâ uyumakta olan diğer çete üyelerinin yanına taşıdı.

İçinden gelen zayıf sesleri duyduğunda neredeyse sepeti düşürüyordu.

“Travis, Cole, uyanın. Douglas bir şey buldu.”

Adam yatakların önünden geçip ara sokağın çıkmazına doğru gitti. Oturup uzun ve sıska bacaklarını kavuşturdu, ardından sepeti yere koydu. Sırtını taş duvara yasladı ve diğer çocukların kendisine katılmasını bekledi.

Cole, Adam’ın sağ tarafına oturdu, Travis ise yüksek sesle esneyerek onun sol tarafına çömeldi.

“Ne buldun patron?” diye sordu Travis uykudan ötürü boğuk çıkan bir sesle.

Üç çete üyesi de bir ay önce kaçak köleyi lider pozisyonuna çıkarmıştı. Karara varma aşamasında mantığı da duyguyu da ön planda tutmuşlardı. Adam içlerinde en büyük olandı, neredeyse on dört yaşındaydı, mantıklı fikirler önerir, dolayısıyla diğerlerini yönetirdi. Ayrıca dördünün arasında en akıllı olan da oydu. Bu iki somut sebep dışında ilgi çekici başka sebepler de vardı. Adam her birini ölümden kurtarmak için kendi hayatını riske atmıştı. Herkesin dikkate aldığı tek komutun “güçlü olanın egemenliği” olduğu New York’un arka sokaklarında önyargıya yer yoktu. Açlık ve şiddet gecenin efendileriydi, dahası her ikisi de renk körüydü.

“Patron?” diye fısıldadı Travis cevap vermesi için onu dürterek.

“Ne olduğunu bilmiyorum,” diye cevap verdi Adam.

Sepetin içine henüz bakmadığını söyleyecekti ki Cole araya girdi. “O sadece bir sepet,” diye mırıldandı. “Tepesini kapalı tutan mandal, içinde gerçek altın olabileceğini düşündürüyor. Sizce?”

Adam omuz silkti.

Çocukların en küçüğü olan Travis bu hareketi taklit etti ve Adam’ın kendisine verdiği meşaleyi kabul edip herkesin görebileceği kadar yukarıya kaldırdı. “Açmadan önce Douglas’ı beklemeli miyiz?” diye sordu. Ara sokağın girişine doğru omzunun üstünden baktı. “Nereye gitti?”

Adam mandala uzandı. “Buralarda olmalı.”

“Bekle, patron,” diye uyardı onu Cole. “İçinden bir ses geliyor.” Bıçağına uzandı. “Duyuyor musun, Travis?”

“Duyuyorum,” dedi Travis. “İçindeki şey bizi ısırabilir mi? Bir yılan olabilir mi?”

“Tabii ki yılan olamaz,” dedi Cole. Öfkesi ses tonundan belliydi. “Kafan hiç çalışmıyor, oğlum. Yılanlar böyle sızlanmazlar… Böyle… Kedi yavruları gibi.”

Travis bu sert yanıtın acısıyla bakışlarını aşağı indirdi. “O şeyi açmadığımız sürece ne olduğunu asla bilemeyeceğiz,” diye mırıldandı.

Adam onaylarcasına kafasını salladı. Mandalı kenara doğru çevirdi ve kapağı biraz kaldırdı. Üzerlerine hiçbir şey zıplamadı. Kaçak köle tuttuğu nefesini bıraktı, sonra da kapağı tamamen itti. Menteşe gıcırdadı ve kapak sepetin arka yüzüne doğru döndü.

Üçü de kolları duvara yapışacak şekilde duvara dayanmıştı. Çok geçmeden usulca öne doğru eğildiler.

Ve sonra nefesleri kesildi. Gördükleri şeye inanamadılar. Melek kadar güzel ve mükemmel olan bir bebek sepetin içinde mışıl mışıl uyuyordu. Gözleri kapalıydı ve minik yumruğunu emerken ara sıra hafifçe ağlıyordu ki bu da çocukların duyduğu sesti.

Bu şaşkınlığı ilk atlatan kişi Adam oldu. “Cennetteki Yüce Tanrım,” diye fısıldadı. “Bir insan bu kadar değerli bir şeyi nasıl bilerek başından atabilir?”

Cole bebeği fark ettiğinde bıçağını elinden düşürmüştü. Bıçağına uzanırken, sepetin içinde neyin saklı olduğunu öğrenmesi üzerine ellerinin titrediğini fark etti ve bunun korkakça bir davranış olduğunu düşünerek kafasını salladı. Utancını örtbas etmek için sesini kalınlaştırdı. “Atabilirler tabii. İnsanlar bunu hep yapıyorlar. Zengin ya da fakir olmaları fark etmiyor. Bir şeyden sıkılıyorlar ve onu kirli bir su gibi başlarından atıyorlar. Doğru değil mi, Travis?”

“Doğru,” diye onayladı Travis.

“Patron, Douglas ve Travis’in anlattığı yetimhane öykülerinin hiçbirini dinlemedin mi?”

Adam, Cole’un sorusunu cevaplamadan önce, “Orada bir sürü bebek gördüm,” dedi Travis. Duraksadı ve tamamen dürüst olabilmek adına ekledi: “Pekâlâ, belki bir sürü değil ama biraz.” Sonra sözlerini sürdürdü. “Onları üçüncü katta tutuyorlardı. Hatırladığım kadarıyla küçük haylazların hiçbiri başarıya ulaşamadı. Onları o koğuşa koyuyorlar ve bazen onların orada olduğunu tamamen unutuyorlardı. Sanırım olanların hepsi bu.” Yurtsuz çocuklar için şehirde kurulan kampta geçirdiği günleri anımsayınca sesi titredi. “Bu küçük çocuk asla burada yaşayamaz… Bu oğlan çok küçük.”

“Main Caddesi’nde daha küçüğünü de gördüm. Kaltak Nellie’nin vardı bir tane. Neden onun bir oğlan olduğunu düşünüyorsun?”

“Saçı yok. Öyle değil mi? Sadece erkekler saçsız doğar.”

Travis’in iddiası Cole’a oldukça mantıklı geldi. Onaylayarak başını salladı ve liderlerine dönerek, “Onu ne yapacağız?” diye sordu.

“Onu başımızdan atmayacağız.”

Konuşan Douglas’tı. Diğer üç çocuk onun sert ses tonu karşısında irkildi. Douglas biraz önce söylediklerinin tam anlamıyla geçerli olduğunu anlamaları için kafasını sallayarak konuşmasını sürdürdü. “Olup bitenleri gördüm. Üzerinde ceket olan iyi giyimli bir adam lüks görünen bir at arabasından indi. Sepeti kolunun altına sıkıştırmıştı. Sokak lambasının altında duruyordu, dolayısıyla yüzünü belirgin bir şekilde görüyordum. Kadının da yüzünü gördüm, köşede bekliyordu ve adam at arabasından inip ona doğru yürümeye başlayınca, kadının onu beklediğini anladım. Kadın başlığını çekerek yüzünü saklamaya çalışıyordu, davranışları korktuğunu düşünmeme neden oldu. Adam sinirlenmeye başladı; sebebini çözmek çok da zamanımı almadı.”

Douglas duraksayınca, “Yani? Neden sinirleniyordu?” diyerek sebebini öğrenmek istedi Cole.

“Çünkü kadın sepeti almak istemedi, işte bu yüzden,” diye açıkladı Douglas. Sözlerine devam etmeden önce Travis’in yanına çömeldi. “Kadın defalarca kafasını salladı. Adam hararetli bir şekilde konuşuyor ve parmağını kadının yüzüne doğru sallıyordu. Sonra kalın bir zarf çıkardı ve kadının yüzüne doğru tuttu. Kadın bir anda kendine geldi. Yıldırım hızıyla zarfı adamın elinden kaptı. Bu da zarfın içindeki her neyse önemli bir şey olduğunu düşünmeme neden oldu. Ve sonunda kadın sepeti aldı. Adam arabaya binerken, kadın da zarfı cebine sokuşturdu.”

“Sonra ne oldu?” diye sordu Travis.

“Araba köşeyi dönene kadar bekledi,” dedi Douglas. “Sonra da bizim ara sokağa gizlice girdi ve sepeti attı. Sepete tam olarak dikkatimi vermedim. İçinde yaşlı bir kedi olabileceğini düşündüm. Bir bebek olabileceğini asla tahmin etmedim. Bilseydim izin vermezdim…”

Cole araya girerek, “Nereye gittin?” diye sordu.

“Cebindeki zarf hakkında epeyce meraklandım ve onu takip ettim.”

“Zarfı alabildin mi?” Travis bilmek istiyordu.

Douglas kıs kıs güldü. “Elbette aldım. Bana boşuna Market Caddesi’nin en iyi yankesicisi demiyorlar, öyle değil mi? Kadın acele ediyordu ama gece yarısı trenine doğru ilerleyen kalabalığın arasında onun cebine ulaştım. Ona dokunduğumu hiç anlamadı. Aptal kadın. İddia ediyorum olanları bile ancak şimdi çözebiliyordur.”

“Zarfın içinde ne var?” diye sordu Cole.

“Ne olduğuna inanamayacaksın.”

Cole gözlerini devirdi. Douglas uzatmayı severdi ve bu tutumu diğerlerini deli ederdi. “Tanrı aşkına Douglas, eğer söylemezsen…”

Travis bu tehdidi yarıda keserek, “Size söyleyecek önemli bir şeyim var,” dedi. Zarfın içeriğinden biraz bile etkilenmemişti. Düşünceleri bebeğin üzerindeydi. “Hepimiz bebeği öylece bırakmama konusunda hemfikiriz. Ama onu kime verebileceğimizi merak ediyorum açıkçası.”

“Bir bebek isteyecek kimseyi tanımıyorum,” dedi Cole. Pürüzsüz çenesini yaşça kendinden büyük ve tecrübeli gangsterlerden gördüğü gibi ovuşturdu. Bu hareketin onu daha yaşlı ve zeki gösterdiğini düşündü. “Kimin işine yarar ki?”

“Muhtemelen kimsenin işine yaramaz,” diye cevap verdi Travis. “En azından şimdilik. Belki büyüyünce…”

“Yani?” dedi Douglas Travis’in sesindeki ani heyecan tınısını merak ederek.

“Ona bir iki şey öğretebileceğimizi düşünüyorum.”

“Ne gibi?” diye sordu Douglas. Uzandı ve parmağıyla bebeğin alnına yavaşça dokundu. “Teni saten hissi veriyor.”

Travis bebeği eğitme imkânına sıcak bakıyordu. Bu onun kendini önemli hissetmesini sağlıyordu. “Douglas sen ona yankesicilik ile ilgili her şeyi öğretebilirsin. Bu konuda gerçekten iyisin. Ve sen Cole… Onu nasıl kaba olabileceği konusunda eğitebilirsin. Birinin sana zarar vereceğini düşündüğünde bakışlarında beliren ifadeyi görmüştüm. Bu küçük dosta da o şekilde bakmayı öğretebilirsin. Gerçekten korkutucu.”

Cole gülümsedi. Övgüyü duyunca memnun oldu. “Bir silah çaldım,” diye fısıldadı.

“Ne zaman?” diye sordu Douglas.

“Dün,” dedi Cole.

“Onu zaten gördüm,” diye gururlandı Travis.

“Mermi çalar çalmaz atıcılığa başlayacağım. Market Caddesi’ndeki en hızlı nişancı olacağım. Minik dostumuzu da en iyi ikinci yapmaya ikna olabilirim.”

“Ona bir şeyleri nasıl çalacağını öğretebilirim,” dedi Travis. “İhtiyacımız olan şeyi bulmakta iyiyim, öyle değil mi patron?”

“Evet,” diye onayladı Adam. “Gayet iyisin.”

“New York’taki en iyi çete olabiliriz. Herkesin bizden korkmasını sağlayabiliriz,” diye fısıldadı Travis. Bu ihtimal onu heyecanlandırmıştı, gözleri parlıyordu. Sesi hayalperest bir tona büründü ve hepsinin içten içe korktuğu düşman çete üyelerini kastederek ekledi: “Lowell’ın ve onun aptal arkadaşlarının bile.”

Diğerleri Travis’in çizdiği bu hoş tabloyu düşünerek bir süre durdular.

Cole yeniden çenesini ovuşturdu. Fikir hoşuna gitmişti. Konuşmaya başladığında hevesini zor bastırıyordu. “Patron, annenin sana kitaplardan öğrettiği her şeyi öğretebilirsin ona. Belki de onu kendin kadar zeki yaparsın.”

“Ona okumayı öğretebilirsin, böylece senin gibi öğrenirken sırtına kırbaç da yemez,” dedi Travis.

“Eğer onu tutacaksak, yapacağımız ilk şey şu hanım evladı kıyafeti üzerinden çıkarmak olmalı,” dedi Douglas. Uzun beyaz elbiseye baktı ve kafasını salladı. “Kimse ona gülemeyecek. Bunun icabına bakacağız.”

“Kıs kıs güleni bile öldüreceğim,” diye söz verdi Cole.

“Bütün bebekler böyle şeyler giyer,” dedi Travis. “Daha önce görmüştüm. Bunlarla uyuyorlar.”

“Nasıl yani?” diye sordu Douglas.

“Yürüme kıyafetlerine ihtiyaçları yok, çünkü henüz yürümeyi bilmiyorlar.”

“Onu nasıl besleyeceğiz?” diye sordu Cole.

“Sepetin içine konmuş süt şişesini görüyorsun. Boşaldığında, doldurup getireceğim,” diyerek söz verdi Travis. “Muhtemelen henüz dişleri yoktur, yani doğru dürüst yiyecek yiyemez. Şimdilik sütle idare edecek. Ayrıca burada biraz kuru bebek bezi de var… Ona sonra biraz daha getireceğim.”

“Nasıl oluyor da bebeklerle ilgili bu kadar çok şey biliyorsun?” diye sordu Cole.

“Biliyorum işte,” dedi Travis omuz silkerek.

“Altını kirlettiğinde kim değiştirecek?” diye sordu Douglas.

“Bana kalırsa sırayla yapalım,” diye önerdi Cole.

“McQueenyler’in evinin arkasında bebek bezlerinin asılı olduğunu görmüştüm. Kuruması için asılmış küçük kıyafetler de vardı. Minik dostumuza oradan bir şeyler getirebilirim. Söylesenize, ona ne ad vereceğiz?” dedi Travis. “Bir fikri olan var mı?”

“Küçük Cole’a ne dersiniz?” diye önerdi Cole. “Kulağa hoş geliyor.”

“Peki ya Küçük Douglas?” dedi Douglas. “Kulağa daha hoş geliyor.”

“Ona içimizden birinin ismini veremeyiz,” dedi Travis. “Bu yüzden kavga çıkabilir.”

Douglas ve Cole sonunda Travis’i onayladılar. “Tamam,” dedi Cole. “İsmi gerçekten de kulağa önemli gelen bir şey olmalı.”

“Babamın adı Andrew’du,” dedi Douglas.

“Yani?” diye sordu Cole. “Annen öldükten sonra baban seni yetimhaneye attı, öyle değil mi?”

“Evet,” diye durumu kabullendi Douglas başını aşağı eğerek.

“Ona bir çocuğu başından atmış birinin ismini veremeyiz. Bu doğru olmaz. Bizim standartlarımız var, değil mi? Küçük dostumuz zaten kendini çöpün içine atılmış halde buldu. Bu yüzden senin babanın adını hatırlatmaya gerek yok. Bence Summit Sokağı’nın altını üstüne getiren arkadaşın ardından ona Sidney adını verelim. Sidney gerçekten çok kötü biriydi. Onu hatırlıyorsun, değil mi Douglas?” diye sordu Cole.

“Onu çok iyi hatırlıyorum,” diye cevap verdi Douglas. “Oldukça saygıdeğerdi.”

“Haklısın,” dedi Cole. “Ve sıradan sebeplerle öldü. Bu önemli, öyle değil mi? Kimse gizlice yaklaşarak onu öldürmedi.”

“İsim kulağa güzel geliyor,” diyerek lafa girdi Travis. “Hadi oylayalım.”

Douglas sağ elini kaldırdı. Kir pas içindeydi eli.

“Lehinde?”

Cole ve Travis de ellerini kaldırdılar. Adam hareket etmedi. Cole patronun son birkaç dakikadır konuşmaya katılmadığını fark eden tek kişi gibi görünüyordu. Liderlerine bakmak için döndü. “Sorun ne, patron?”

“Sorunun ne olduğunu biliyorsun,” dedi Adam. Sesi yaşlı ve yorgun çıkıyordu. “Gitmem gerekiyor. Şehirde yaşama şansı göremiyorum. Olması gerekenden çok daha uzunca bir süre burada kaldım. Özgür olmak ve sahibimin oğullarının beni bulup almalarından endişelenmemek istiyorsam, batıya gitmek zorundayım. Ara sokaklarda gecenin karanlığına kadar saklanarak hiçbir şekilde hayatımı sürdüremem. Issızlıkta bir insan kaybolabilir. Anlıyorsunuz, değil mi? Bebek için oy kullanmamalıyım. Onu büyütmeye yardım etmek için burada olmayacağım.”

“Sensiz yapamayız, Adam,” diye haykırdı Travis. “Bizi terk edemezsin.” Sesi korkmuş küçük bir çocuk gibi geliyordu kulağa. Sesi çatladı, sonra da hıçkırarak ağlamaya başladı. Koruyucusu tarafından terk edilme korkusu onu dehşete düşürmüştü. “Ne olur kal,” diyerek yalvardı.

Sesi bebeği sarstı. Bebek tepki olarak irkildi ve hafif bir inilti kopardı.

Adam sepete uzanıp beceriksizce bebeğin karnını okşadı ve hızla geri çekildi. “Bu bebek sırılsıklam.”

“Ama nasıl olur?” diye sordu Cole. Şişede çatlak olup olmadığını anlamaya çalıştı…

Related Articles

Nasreddin Hocanın Eşeği

admin

Yeni Ortadoğu Haritası Kitap Özeti

Altın Işık – Ziya Gökalp