Roman özetleri

Bilinmeyen Hedef Kitap Özeti

“Hiçbir şey mutlak doğru değildir.”

Spectator

Çok sayıda bilim adamı bir anda ortadan kaybolur. Bu durum gizli haberalma servislerini iyiden iyiye endişelendirir.

Bu adamlar kaçırılmış ya da şantaj mı yapılmıştır? Yoksa beyinleri mi yıkanmıştır?

Tüm bu sırrın anahtarı bir kadında saklıdır, ama o da uçak kazasında ağır yaralanmış, hastanede ölüm döşeğinde yatmaktadır.

Bu arada Kazablanka’da bir otel odasında, Hilary Craven isimli bir kadın intihar etmeye karar verir. Ancak hiç tanımadığı bir adam, bunun yerine kadına daha heyecanlı bir ölüm yolu önerir.

“Agatha Christie, bu dedektiflik öyküsüyle bizlere yine gerilim dolu bir roman sunuyor.”

Sunday Times

***

BÖLÜM 1

Masasının arkasındaki adam kâğıt tutucuyu on santim kadar  sağa kaydırdı. Yüzündeki ifade ne çok düşünceli ne de dalgındı, tamamen anlamsız bir ifadeydi bu. Teni günün büyük bir kısmını yapay ışıkta geçirenlere özgü solgunluktaydı. Bu adam, sizin de hemen anladığınız gibi masa başında çalışan biriydi. Yazı yazıp dosyalama yapıyordu. Ofisine ulaşmak için aşmak zorunda olduğunuz uzun, karmaşık yeraltı koridorları tuhaf bir şekilde görünümüyle uyum içindeydi. Bu adamın yaşını tahmin etmek oldukça zordu. Ne genç, ne de yaşlı görünüyordu. Yüzü düzgün ve kırışıksız olmasına karşın gözleri büyük bir yorgunluğu sergiliyordu.

Odadaki diğer adam daha yaşlıydı. Esmer tenli ve badem bıyıklıydı. Gergin, heyecanlı, sinirli, enerjik biriydi. O anda bile sakin bir şekilde oturacağı yerde, odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürürken gergin kişiliğini açıkça ortaya koyuyordu.

“Raporlar,” diye parladı öfkeyle. “Raporlar, raporlar ve de raporlar. Kahretsin, hiçbiri iyi değil, işe yaramıyor. Yazı masasındaki adam önünde duran kâğıtlara baktı. En üstte duran kartvizitin başlığında ise “Betterton, Thomas Charles” yazıyordu ve bu ismin arkasına da bir soru işareti konulmuştu. Masadaki adam başını düşünceli bir halde önüne eğdi, iç çekti ve, “Bu raporları inceledin, hiçbiri işe yaramıyor, öyle değil mi?” diye sordu.

Diğer adam omuzlarını silkti.

“Bunu kesin olarak söylemek olanaksız.”

Masanın arkasındaki adam içini çekti. “Evet,” dedi. “Aynen öyle, birinin bu konuda bir şey söylemesi çok zor.”

Yaşlı adam makineli tüfekle yaylım ateşi açılmışçasına bir telaşla ekledi.

“Roma’dan raporlar; Touraine’den raporlar; Riviera’da görülmüş, Antwerb’te göze çarpmış, Oslo’da görülenin kesinlikle o olduğu saptanmış, Biarritz’de görülmüş, Strasburg’ta kuşkulu davranışları saptanmış, Ostend’de göz kamaştırıcı bir sarışınla birlikte görülmüş, Brussel sokaklarında gri bir tazıyla dolaştığı belirlenmiş. Hâlâ birinin çıkıp da hayvanat bahçesinde bir zebrayla kol kola göründüğünü söylememiş olması gerçekten şaşırtıcı. Ama sanırım o da yakındır, kendimizi buna da hazırlamalıyız.”

“Peki ya siz Wharton, sizin bir fikriniz yok mu? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ben şahsen Antwerb raporlarından umutluydum ama ne yazık ki onlardan da bir sonuç çıkmadı.”

“Tabi ki şimdiden sonra,” dedi ve genç adam susup derin bir komaya girmişçesine dalıp gitti. Sonra birden kendine geldi, “Evet büyük olasılıkla… ama daha… Merak ediyorum?” diye mırıldandı kendi kendine üstü kapalı bir şekilde.

Albay Wharton birden koltuğunun koluna çöktü.

“Ama bulmak zorundayız,” dedi ısrarla. “Bütün bu sır perdesini aydınlatmak, nasıl, niye ve nerede olduğuna bir açıklama getirmek zorundayız. Her ay bir bilim adamını kaybetmeyi göze alamayız, nereye, nasıl ve niçin gittikleri hakkında hiçbir fikrimiz olmadan, acaba düşündüğümüz yere mi gittiler… yoksa gitmediler mi? Biz buna hep kesin gözüyle baktık, ama artık bundan da o kadar da emin değilim. Amerikan gazetelerinde Betterton’a ilişkin son haberleri okudun mu?”

Masasının arkasındaki adam başıyla onayladı.

“Herkesin sol görüşte olduğu dönemlerdi. Aslında bu anlamda ne kalıcı ne de geçici bir ilişki saptanamadı. Savaş öncesinde pek de hoş karşılanmasa da bu konunun işe yaradığını söyleyebiliriz. O sıralar Betterton fizikçi olarak çalışıyordu, önemli bir çalışması filan yoktu. Mannheim Almanya’dan Amerika’ya kaçtığı sırada onun asistanıydı, sonra da onun kızıyla evlendi. Mannheim’ın ölümünden sonra işe tek başına devam etti ve birden yıldızı parladı; bir anda ZE-füzyonunun keşfiyle tüm dikkatleri üzerinde topladı. ZE-füzyonu olağanüstü ve kesinlikle yeni bir buluştu. Bu onu bir anda mesleğinin zirvesine taşıdı. Önünde pırıl pırıl bir gelecek vardı. Karısının evliliklerinin üzerinden çok kısa bir süre sonra ölümü onu sarsan asıl darbe oldu. İngiltere’ye döndü, son on sekiz aydır Harwell atom istasyonunda çalışıyordu. Altı ay önce de yeniden evlendi.”

“Peki bu ikinci kadın kimdi?” diye sordu Wharton merakla. “Bundan önemli bir şey çıkar mı?”

“Bundan bir şey çıkarabileceğimizi sanmıyorum,” diye yanıtladı diğeri. “Küçük bir taşra avukatın kızı. Evlenmeden önce bir sigorta şirketinde çalışıyormuş. Öğrenebildiğimiz kadarıyla politik eylemlerle hiçbir ilgisi olmamış.”

“ZE-füzyonu,” diye tekrarladı Albay Wharton karamsar, duyduklarından hoşlanmadığını belirten bir tavırla. “Kahretsin, bu bilimsel terimler beni aşıyor. Ben çağdışı kalmış, geri kafalı biriyim. Ben hâlâ molekülün ne olduğunu bile gözümde canlandıramazken bunlar neredeyse evreni parçalarına ayırıyorlar. Atom bombaları, nükleer füzyonlar, ZE-füzyonu ve diğerleri. Bu Betterton da bu parçalayıcıların başlarından biriydi. Onun hakkında Harwell’de neler diyorlar?”

“Oldukça sevilen biriydi. İşine gelince, burada başka göze çarpan, sansasyon yaratan yeni bir buluşu olmadı. Yalnızca ZE-füzyonunun uygulanabilirliği üzerinde çalışıyordu.”

İki adam da kısa bir süre için sustular. Zaten rastgele, dağınık, öylecesine bir konuşmaydı bu. Güvenlik raporları masanın üzerinde yığın halinde duruyordu ve hiçbirinde de dikkate alınmayı gerektiren bir unsur bulunmamaktaydı.

“Buraya geldiğinde hakkında iyice araştırma yapılmıştı, değil mi?” diye sordu Wharton.

“Evet hakkındaki tüm bulgular oldukça tatmin ediciydi.”

“On sekiz ay önce,” dedi Wharton düşünceli bir şekilde. “Biliyorsun ya, moralleri bozuluyor. Şu güvenlik önlemleri. Kısıtlılık. Kendini sürekli olarak bir mikroskop camı altında izleniyor gibi hissetmek, bir anlamda manastır yaşamı. Sinirleniyor, gerginleşiyor, tuhaflaşıyorlar. Buna çok rastladım. İdeal bir dünyanın hayalini kurup, özlemini çekiyorlar. Özgürlük ve kardeşlik; globalizasyon ve insanlığın iyiliği için çalışmak. Yani şöyle ya da böyle ayaktakımından birinin bundan kurtulma şansı olduğunu düşünerek bu işe dört elle sarılması gibi bir şey olmalı.” Burnunu ovuşturarak ekledi. “Kimse bir bilim adamı kadar saf olamaz. Bütün sahte medyumlar böyle söylüyor. Ama nedenini bir türlü anlamıyorum.”

Diğer adam yorgun bir ifadeyle gülümsedi.

“Oh evet, öyle olmalı.” Susup, bir an için bekledi. “Bildiklerini sanıyorlar, görüyorsun. Bu her zaman için çok tehlikeli. Bizler çok farklıyız. Bizler alçakgönüllü adamlarız. Biz dünyayı kurtarmak peşinde değiliz, sadece işler kötüye gittiğinde kırılan birkaç parçayı toparlayıp, yerlerine yerleştirmeye çalışıyoruz.” Düşünceli bir şekilde parmaklarını hafifçe masaya vurdu. “Keşke Betterton’la ilgili biraz daha fazla bilgim olsaydı. Yaşamı ve davranışlarıyla ilgili değil, onu kişiliğini açıklayabilecek gündelik yaşamına ilişkin konuları bilebilseydim. Ne tür şakalara güldüğünü, ne üzerine yemin ettiğini, sevdiği insanları, onu çılgına çevirenleri.”

Wharton düşünceli bir ifadeyle ona baktı.

“Karısından ne haber… Onu sorguladınız mı?”

“Defalarca.”

“Yardımcı olmadı mı?”

Diğeri omzunu silkti.

“Şu ana dek, hayır.”

“Bir şeyler bildiğini mi düşünüyorsun?”

“Tabi ki kendisi bir şey bildiğini kabul etmiyor. Ya da öyle davranıyor. Her zamanki kalıplaşmış tepkiler, endişe, keder, umutsuz bir kuşku. Hiç kuşkusuz ona göre kocasının yaşamı gayet normaldi, zaten stressiz geçirdiği hiçbir günü yoktu ve de… Onun düşüncesine göre kocası kaçırıldı.”

“Ve sen ona inanmıyorsun, değil mi?”

“Benim bu konuda ona inanmamaktan başka bir şansım yok,” dedi masanın arkasındaki adam. “Ben kimseye, asla inanmam.”

“Neyse,” dedi Wharton yavaşça. “Sanırım yine de onun hakkında bir fikrin oluşmuştur. Nasıl biri?”

“Her gün briç oynayan sıradan biri.”

Wharton başıyla onayladı, anlamıştı. “Bu işimizi daha da güçleştiriyor.”

“Bu arada benimle görüşmek üzere burada olduğu bildirildi. Bütün hikâyeyi yeni baştan ele almayı düşünüyorum.”

“Bu tek çözüm,” diyen Wharton ayağa kalktı. “Ama ben bunu yapamam, buna dayanacak sabrım yok. Seni tutmayayım. Yine pek bir ilerleme kaydedemedik, değil mi?”

“Maalesef hayır, bu arada Oslo raporu üzerinde özel bir çalışma yapabilirsin. Belki de gözden kaçırdığımız bir nokta vardır.”

Wharton başını anladığını belirtir şekilde sallayarak dışarı çıktı. Diğer adam dirseğiyle diktafona bastı ve, “Şimdi Bayan Betterton’la görüşebilirim. İçeri gönderin,” dedi.

Gözleri boşluğa dikili öylesine oturdu, ta ki kapıda bir tıkırtı duyana dek. Kısa bir süre sonra Bayan Betterton kapıda belirdi. Uzun boylu, yirmi yedi yaşlarında gibi gösteren biriydi. En belirgin özelliği olağanüstü kızıllıktaki saçlarıydı. Saçlarının bu ihtişamı karşısında yüzü neredeyse belirsiz kalıyordu. Mavi yeşil gözleri kızıl saçlarıyla uyumluydu, açık renkli kirpikleri vardı. Yüzünde hiç makyaj olmadığını fark etti. Masanın yanındaki sandalyeye oturmasını başıyla işaret etti. Kadın başıyla hafifçe selam verdikten sonra kendisine gösterilen sandalyeye oturdu. Adam kadına bakıp olanları gözden geçirince Bayan Betterton’un söylediğinden fazlasını bildiği kanısına vardı.

Deneyimlerine dayanarak kederli ve endişeli kadınların, bu sıkıntılı durumlarının bilincinde olarak, bir anlamda bunu kamufle etmek için makyaj yapmayı ihmal etmediklerini, hatta bunun için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını çok iyi biliyordu. Bayan Betterton’un ise bundan bilinçli bir şekilde kaçınmış olduğu, böylece aklı başından gitmiş kederli eş rolünde daha etkin olacağını düşündüğü anlaşılıyordu.

“Oh, Bay Jessop, umarım… iyi haberleriniz vardır?”

Adam üzüntüyle başını sallayıp usulca konuştu.

“Bu şekilde gelmenizi istediğim için çok üzgünüm, Bayan Betterton, ama ne yazık ki şimdilik size yeni, umutlandırıcı bir bilgi vermemiz olanaksız.”

Olive Betterton telaşla yanıt verdi.

“Bunu biliyorum. Mektubunuzda da yazılıydı. Ama evde kalmaya da açıkçası daha fazla dayanamazdım. En kötüsü evde durup, düşünmek, yine düşünmek ve hiçbir sonuca varamamak… hiçbir şey yapamamak, bu dayanılır gibi değil.”

Bay Jessop olarak adlandırılan adam yarı yumuşak, yarı canlı bir tonda, yatıştırıcı bir tavırla yanıtladı.

“Size sürekli olarak hep aynı şeyleri sormamı lütfen yadırgamayın. Bayan Betterton. Tekrar tekrar aynı soruların sorulması ve aynı konuların irdelenmesi sonucunda, hiç umulmadık bir anda gözden kaçmış, daha önce önemsenmemiş bir nokta çıkabilir ortaya. Daha önce düşünemediğiniz ya da bahsetmeye değer bulmadığınız bir şey.”

“Evet, evet, anlıyorum. En baştan istediğinizi sorabilirsiniz?”

“Eşinizi en son 23 Ağustos’ta gördünüz, değil mi?”

“Evet.”

“Bu onun Paris’teki konferansa katılmak üzere İngiltere’den ayrıldığı gündü, değil mi?”

“Evet.”

“İlk iki gün konferansa katıldı, üçüncü gün ise katılmadı. Meslektaşlarından birine o gün için bateau mouche ile bir gezintiye çıkacağından bahsetmişti.”

“Bateau mouche? Bateau mouche da ne?”

Jessop gülümsedi.

“Seine Nehri’nde gezinti yapan küçük teknelerden biri.” Jessop anlamlı, sert bakışlarla kadını süzüp, “Bu sizi şaşırtmadı mı?” diye sordu.

Kadın tereddüt içinde yanıt verdi.

“Evet, şaşırttı,” dedi. “Aslında konferansın onun için çok önemli olduğunu sanıyordum.”

“Büyük olasılıkla öyleydi de. Fakat o günkü tartışma konusu belki onun ilgi alanı değildi ve kendine bir gün izin vermiş olabilir diye düşünüyorum. Ama kocanız böyle bir şey yapmaz, değil mi?”

Kadın başını salladı.

“O gece oteline dönmemiş,” diye ekledi Jessop. “Şu ana kadar olan araştırmalarımıza göre herhangi bir noktada sınırı geçmemiş, yani kendi pasaportuyla demek istiyorum. Sizce ikinci bir pasaportu olması olası mı, başka bir isimle belki?”

“Hayır sanmıyorum, niye olsun ki?”

Jessop, Bayan Betterton’u sıkıştırmaya devam etti.

“Eşyalarının arasında böyle bir şey görmediniz mi?”

Kadın başını şiddetle sallayarak, “Hayır bunu sanmıyorum. Olamaz. Asla kendi isteğiyle uzağa gitmezdi, sizin kastettiğiniz gibi. Eminim başına bir şey geldi, belki de belleğini yitirdi ya da bir yerlerde kayboldu.”

“Sağlık sorunu yoktu, değil miydi?”

“İyiydi. Ama çok fazla çalışıyor ve bundan dolayı kendini bazen çok yorgun hissediyordu, hepsi bu.”

“Kaybolmadan önce sıkıntılı ya da endişeli bir hali var mıydı, Bayan Betterton?”

“Hiçbir endişesi ya da sıkıntısı yoktu,” diyen Bayan Betterton titreyen elleriyle çantasını açıp, mendiline uzandı. “Bu çok korkunç.  Aklım almıyor. Daha önce hiç böyle haber vermeden gitmemişti. Onun başına mutlaka bir şey geldi. Kaçırıldı ya da saldırıya uğradı. Gerçi bunu düşünmekten bile korkuyor, aklıma getirmemeye çalışıyorum ama bazen tek açıklamanın da bu olduğuna inanıyorum. O ölmüş olmalı.”

“Lütfen Bayan Betterton, lütfen sakin olun, henüz böyle düşüncelere kapılmak için çok erken. Ayrıca ölmüş olsaydı cesedi çoktan bulunurdu.”

“Bulunamayabilir. Korkunç şeyler duyuyoruz. Boğulmuş ya da öldürülüp kanalizasyona atılmış olabilir. Paris’te her şey mümkün.”

“Size kesinlikle belirtebilirim ki Paris güvenli ve çok iyi bir polis teşkilatına sahip bir şehir, Bayan Betterton.”

Kadın mendili gözlerinden uzaklaştırıp, adamı sert bakışlarla süzdü.

“Ne düşündüğünüzü biliyorum. Tom’un bilimsel sırları sattığını ya da vatanına ihanet ettiğini düşünüyorsunuz. O komünist değildi. Onun tüm yaşamı açık bir kitap kadar belirgindi.”

“Politik görüşleri neydi, Bayan Betterton?”

“Amerika’da demokrat parti taraftarı olduğunu sanıyorum. Burada ise işçi partisine oy verdi. Politikayla ilgilenmiyordu. O yalnızca mesleğine âşık bir bilim adamıydı.” Küstah bir tavırla ekledi. “O çok parlak bir bilim adamıydı. Bir bilgindi.”

“Evet,” dedi Jessop. “Çok başarılı bir bilim adamıydı. İşin kritik noktası da bu. Hatırı sayılır teşviklerle bu ülkeyi terk etmesi ve başka bir yere gitmesi teklif edilmiş olabilir.”

“Bu doğru olamaz,” diye kadın öfkeyle bağırdı. “Gazetelerde bunu ima ediyor. Siz de aynı düşünceyle beni sorguluyorsunuz. Ama bu doğru değil. Bana söylemeden ya da bana gittiği yer hakkında bilgi vermeden asla bir yere gitmezdi.”

“Ve size hiçbir şey söylemedi, değil mi?” Tekrar kadını dikkatli bakışlarla izledi….

Related Articles

ÇANAKKALE ASKERİNE RÜTBE kitap özeti

admin

Paramparça-Karin Slaughter Romanın Kitap Konusu ve Özeti

admin

Figan kitap özeti – Ahmet Günbay Yıldız